Yazarı: Julie
Lévesque * Mondialisation.ca’da 06 Mayıs 2010 tarihinde yayınlanmıştır. Çeviri:
Nizamettin Karabenk
Nuremberg
Uluslararası Askeri Ceza Mahkemesinde görülen davası sırasında Hermann Göring**
“Elbette ki, halk savaş istemez. Bu gayet doğal olup anlaşılabilir bir
duygudur. Ama, her şeyden önce, savaşa karar verenler ülkelerin
politikacılarıdır. Bir ülkede, ister demokratik bir yönetim, ister faşist bir
diktatörlük yönetimi, ister parlamenter bir yönetim veya komünist bir
diktatörlük yönetimi olsun, halkı yönetmek her zaman kolay olacaktır. Bir
ülkede söz hakkı olsun veya olmasın, halk her zaman yönetenlerin istediği
şekilde düşünmeye sevk edilebilir. Bu o kadar zor bir iş değildir. Halka,
birilerinin ona saldırdığını söylemenin, barış isteyenlerin aslında
milliyetçilik duygularından mahrum olduklarından, onları ihbar edilmesini
istemenin ve ülke güvenliğinin tehlikede olduğunu konusunda halkın
inandırılması yeterli olacaktır. Hangi ülke olursa olsun, siyasilerin bu işi
kotarabilmenin teknikleri aynıdır” diye belirtmiştir. Propagandanın babası
Edward Louis Bernays: “Demokratik bir toplumun yönetilmesinde, vatandaşların
bilinçaltını, kamuoyu algısını ve kitlelerin organize alışkanlıklarını manipüle
etmek önemli bir rol oynar. Ülkeyi esas yönetenler, görülmeyen bu sosyal
mekanizmayı manipüle edip görünmez bir yönetin oluştururlar ” demektedir. 03
Mayıs 2010 tarihinde, 11 Eylül olayı konusunda Montréal’de yapılan konferansın
medyatik örtüsü, bazı konularda gözlenen açıklığa ve daha önemli bir medyatik ağırlığa
rağmen, alışıla geldiğimiz bir propaganda meydanına, bilgilerin sansür
edilmesine ve başkalarını çekiştirme sahnesine zemin oluşturmuştur. Tanınmış
her iki konferans düzenleyicileri, 9/11 Gerçeğinin kurucu mimarlarından, Mimar
Richard Gage ve 11 Eylül olayları konusunda yazılmış 9 kitabın yazarı,
Clarement Graduate Uniersity’de Clarement İlahiyat Ekolünde, İlahiyat ve Din
felsefesi saygın Profesörü, 9/11 Gerçeği Alimlerinden David Ray Griffin,
olayların meydana gelmesi sırasında yardım alındığı iddia edilen yorumu
inandırıcı olmaktan uzak bulduğu için düzenlenen saldırılar konusunda yeni
araştırmaların yapılmasını talep etmektedirler. Çünkü olay ile ilgili resmi
yorum versiyonu havada kalmıştır. Birçok gazetecinin sürekli tekrarladığı bir
soru vardır: Nasıl olur da, bu kadar sayıda insan, olayın resmi yorum
versiyonuna inanmamaktadır? Mademki, “gerçeği söyleyenler” (truthers) veya
nezaket gösterilmeden bu kişilerin saygınlıklarını düşürmek amacıyla,“komplo
yandaşları” veya “komplo teorisyenleri” sıfatıyla tabir edilenler, kendi
açılarından, geçen son 9 yıl boyunca açığa çıkan bu kadar bilimsel, teknik ve
olgusal gerçeklerin dağ gibi orta yerde duran kanıtları arasında yere yıkılan,
o zamana kadar üç kule gibi duran Dünya Ticaret Merkezi (WTC) konusunda bu
kadar insanın niçin olayın resmi versiyonuna inanmadığını kendi kendilerine
soruyorlar, o halde, biz de bu soruyu bir de tersine çevirerek soralım. Bu
sorunu cevabı gayet basittir. Kitle psikolojisi ve propagandanın temel
mekanizmaları hakkında bir az bilgi, bazı nedenlerden dolayı baş gösteren bu
olguyu kolay bir şekilde anlama fırsatını bize verecektir. Bu nedenler:
Fotoğrafların ve kelimelerin gücü, sosyal baskı ve ikna yöntemi. Fotoğrafların
ve Kelimelerin Gücü 11 Eylül olgusu, ABD toprakları üzerinde meydana gelmiş
olan en önemli olayı her kes hatırlar. Olayın yarattığı şok dünya çapında
etkisini göstermiştir. Saldırıya geçen uçakların ve saldırıya maruz kalan ikiz
kulelerin yıkılış görüntülerini defalarca hepimiz izledik. Saldırı sahnesi,
2003 yılında Irak’ta düzenlenen ilk bombardıman saldırıları için yapılan
tanımlamada olduğu gibi, kitleler üzerinde “şok ve uyuşukluk” etkisini
yaratmıştır. Yaşanmakta olan şokun etkisiyle, telkin aşılamaya elverişli bir
zemin yaratılmak suretiyle, insanoğlunun beyin yetisinde bir akıl tutulması
meydana gelmektedir. Öfkeye kapılıp cinnet geçiren Amerikanlılar tek bir şeyi
düşündüler: İntikam almak. Herhangi bir araştırma temeline dayanmadan, bir kaç
saat sonra, fanatik bir Müslüman, bir terörist sıfatıyla, Husame bin Laden
olayın suçlusu olarak bize bildirilmişti. Kısa bir süre sonra, ABD
emperyalizminin ideal düşmanı olan terörizmin milliyeti olmadığı ifade
edilerek, İslami terörizm artık sınır tanımayan bir savaş açmıştı. İşte o
günden bu yana, Batı âlemi nezdinde “terörizm” ve “Müslüman” kavramları bir
arada algılan - maktadırlar. “Terörizm” kavramını duyan çok sayıda insanın
aklına Müslüman vatandaşları gelmektedir. Yine bu tarihten bu yana, gelecekte
başka bir “ 11 Eylül olayı” yaşanmasının önüne geçmek adına hak ve
özgürlüklerimize sınırlama getirildiğini kabul
ediyoruz. Bu tarihten beri, “hayatımızın her alanında değişiklikler” meydana
gelmiştir. Gerçekten her şey değişti mi? Ama, kitlelerin psikolojisinde,
propaganda yöntemi mekanizmalarında hiçbir değişiklik meydana gelmemiştir. En
basit ifadesiyle, propaganda yöntemi hala da bir işin sürdüre geldiğini bize
gösteriyor: bir olayı tekrar tekrar göstermek ve bu olayı yaymak. Bu konuda
gösterdiği cüretkârlığıyla tanınan, Nazi İletişim ve Propaganda Bakanı Joseph Goebbels
şöyle bir tanımlama yapmıştı: “ Bir olayın sürekli tekrar edilmesi ve söz
konusu olayla ilgili kişilerin ruhsal durumunun iyi tespit edilmesi sayesinde,
kare şeklinde bir cismin aslında çember şeklinde olduğunun kanıtlanması gayet
kolay olabilmektedir. Bu aşamadan sonra, neyin “kare” şeklinde, neyin “çember”
şeklinde olmasının ne anlamı vardır? Bunlar sadece basit kelimelerden ibaret
olmaktadır. Kavramlarla, aracı oldukları düşünceleri birer cehalet örneklerine
dönüştürdükleri aşamaya kadar oynanır.” “ Komplo Taraftarları” ve “Komplo
Teorisyenleri” deyimleri İnsanlar artık 11 Eylül olayı hakkındaki resmi yorum
versiyonuna inanmıyorlar. Ama neden? Hakim medya ve şaşkınlık geçiren onun
entelektüel seçkinleri kendi kendilerine bu soruyu soruyorlar. Bu soruya
getirebildikleri cevap gayet sabit : “komplo yandaşları” ve“komplo
teorisyenleri” yüzünden. Bu iddialara sahip kişiler, karanlık zeminlere
dayanan, topluma açıkladıkları konular ile ilgili olarak hiçbir sağlam temeli
olmayıp sağlıklı bilgi kaynakları olmayan kişilerdir. Bu kişilerin bütün
iddiaları, yaşatmakta oldukları tutarsızlıkları sürdürebilmeleri için otorite
sahiplerinden, hakim medya kuruluşlarından, basından sağladıkları
enformasyonlara dayanıyor. Bu iddia sahipleri, şizofren, paranoyak, zihinsel
sağlıklarından kuşku duyulacak derecede değerlendirme yapılabilir kişilerdir.
Bu tanımlamalar, geleneksel medyada kol gezen şüpheciliği ifade edebilmek için
kaçınılmaz bir şekilde kullanılmaktadır. Griffin
ve Gage bayların düzenledikleri konferansların medyatik örtüsü bu tür bir
propagandanın taze bir örneğini teşkil etmektedir. Konferans Montréal’deki
Québec Üniversitesinde düzenlenmiştir. Bu konferans, basına verilen makalede
görebileceğimiz gibi, Profesörlük kimliği ruhunda da bir keyifsizlik meydana gelmesine
neden olmuştur: ABD Rasathanesi, Raoul-Dandurand Kürsüsünde araştırmacı Julien
Tourreille konferans düzenleyicilerine “entelektüel açıdan dürüst
davranmadıklarını” konusunda suçlama getirmiş ve aynı zamanda onları “yalancı,
düzenbaz ve dolandırıcı” sıfatıyla tanımlamıştır. “UQAM/Québec Üniersitesi -
Montréal adının böylesi bir faaliyetin düzenlendiği yer olarak kayda
geçmesinden üzüntü duyuyorum. Bu faaliyet, güvenilir şahsiyetleri istihdam
ettiğini kamuoyuna ilan etmeye çalışan bir Araştırma Kuruluşunun güvenirlik
sıfatına katkıda bulunmaz ” demiştir. Çatısı altında mesai harcadığı kuruluşun
ciddiyetini arzu eden
bir araştırmacı, paradoksal bir şekilde ortaya çıkan ad hominem/ kişiye özel
sert saldırılara göğüs gerecektir. Bu tür saldırılar ciddiyet iddiasında
bulunan bir kuruluşun bünyesinde, iki akademisyenin düzenledikleri bir
konferansın, kurumsal güvenirliğine leke sürdüğü için, sergilenen çocuksu
davranışlardan dolayı seviyesini düşürmeden argümanlarını ısrarla savunacaktır.
.................................................................... Asch
Deneyi ve Konformizm Sosyal Psikolog Solomon Asch’ın 1953 yılında yayımlanan
deneyinde, bir insanın karar alma
süreci, içinde bulunduğu gurubun etkisine ne kadar bağlı olduğu belirtilmiştir.
Bu deneye göre, 11 Eylül olgusunun etrafında dönen 3 adet fenomene açıklama
getirebiliriz: a) kulelerin yıkılması konusunda resmi ağızdan yapılan
açıklamaya karşı halkın saflığı, b) resmi yorum versiyonundaki kuşkulara
getirilen eleştiri şekli ve c) halkın algılama düzeyinde artmakta olan
şüpheciliğin popülaritesi. Olay hakkındaki açıklama ustaca yapılmıştır:
insanlar olay ile ilgili hakim yoruma ters düşmemek amacıyla, olup bitenler
konusunda kendi gözleriyle gördüklerini inkar etmeye eğilim göstermişlerdir. Bu
durum, sosyal açıdan, tam da 3 kulenin yere yıkılmasında meydana gelen sonuç
gibidir. Yani, ikiz kuleler ve orijinal resmi raporlarda hiç değinilmeyip uzun
zaman boyunca medya tarafından görmezlikten gelinen zayıf nokta Kule 7. Meydana
gelen her çöküş olayı, Devlet organı, Milli Standartlar ve Teknoloji
Enstitüsünün (NIST) açıklaması olan yorum; bir yapının yangın sonucunda
yıkıldığının karakteristik özelliklerini taşıdığının tam tersine, kulelerin
yıkılması, içerisinde kontrolü bir yıkım faaliyetinin her türlü karakteristik
özelliklerini barındırmakta olan bir olaydır. Ve üstelik, insanlık tarihinde
başka örneğine rastlanılmayan, yangın sonucu tamamıyla toz yığını haline gelen
üç adet yapı. Konu hakkındaki düşüncelerinde değişiklik yapma yoluna gitmiş
olan NIST’nin tutarsızlıklarla dolu açıklamalarına inanacak olursak, aynı
yöntemle yıkılmış olan yapılar yalnızca bu kulelerdir. Zira, Richar Gage’ınde
altını çizdiği şekliyle, planlı herhangi bir iş söz konusu olmadığı için,
yangın sonucu yıkılmış bulunan yapılar yalnızca bu kulelerdir. Bütün olup
bitenlere rağmen, kontrol altında meydana gelen bir yıkım faaliyeti ile Dünya
Ticaret Merkezindeki (WTC) tanık olunan yıkım olayı arasında inkar edilemez
benzerlik vardır. Bunlara rağmen, olayın seyri konusunda kuşkularını dile
getirenlerin maruz kaldığı suçlama kitlelerin dikkatini çekmemiştir. Solomon
Asch’ın deneyiyle, çok sayıda insanın hakim görüşe ters düşecek bir düşünceyi
beyan etmedikleri kanıtlanmıştır. Ancak, bir olaya tanıklık eden bir kişinin, başkaların desteğini
alabildiği zaman, bu tutumda hemen değişiklik meydana gelir. Bu tutum
değişikliği, 11 Eylül Olgusu Hareketinin artmakta olan popülaritesine bir
açıklama olabilir mi? Kuvvetle muhtemeldir. Esasında, terörist saldırı olayının
gündeme getirilmesi, “ 11 Eylül olgusuna ilişkin herhangi bir komplo teorisinin
tolere edilmemesi için” George W. Bush yönetimince ortaya atılan sistematik bir
iftiraya uygun düşen marjinal bir fenomendi. Tabii ki, İslamcı bir komplo
hariç. Halefi Başkan Obama’da aynı yolu denemiştir. Hakim medya da parmak ve
göz işaretiyle itaat etmiştir. Bağımsız araştırmacılar ve gazeteciler
tarafından ifşa edilen yalan örtüsüne rağmen, geleneksel medyanın, başından
beri, büyük hevesle savunduğu resmi tezi desteklemekten başka tercihi zaten yoktu.
Bu sürede, medyanın öz eleştiri yapma konusunda tam bir beceriksizlik örneğini
sergilediğine tanıklık ettik ve geçirmekte olduğumuz “ yüz yılın ilk salgın
hastalığına ” yakalandığını gördük: mea culpa / kabahat benim konsepti onlara
tamamıyla yabancı bir konsepttir. Otoriteye karşı tutarlı bir kişilik ve
eleştiri düşüncesinden yoksun olduklarını asla kabul etmezler. Başka bir otorite olan Avrupa
Konseyi tarafında ifşa edildikleri zaman, yalnızca Dünya Sağlık Örgütü ve İlaç
Sanayi arasındaki ilişkilerini kabul
ettiler. Ama, bu kabul
itirafı devede kulak olup zamanı geçmiş olan bir itiraf idi. Körü körüne
kendisini otoritenin hizmetine vermeyen bağımsız medyanın tam tersine, kamuoyu
nezdinde inandırıcılıklarını büyük oranda kaybettiler. Medya sektörleri otoriteye
karşı denge sağlayıcı olma özelliğini taşıyan rollerinin olduğunu unutmuşlar
mı, acaba? Günümüzde, insanlar, büyük oranda kendilerini yalnız his
etiklerinden dolayı, 11 Eylül saldırıları konusundaki resmi iddialar
karşısında, kendi düşüncelerini açıklamaktan gittikçe daha fazla korkuyorlar.
Çünkü, otorite sahipleri, pratikte hiçbir faydası olmayan, kişilere yönelik çok
sayıda argümanları fazlasıyla suiistimal etmişlerdir. Şayet, son on yılda baş
gösteren savaşlarda katalizör görevini gören olaylar hakkında, olup bitenleri
meşru bir zeminde tartışmayı engellemek için bu taktik uygulandıysa, günümüzde,
bu taktiği uygulamaya koymak isteyecek kişiler komik duruma düşeceklerdir. Halk
ile alay etme yöntemini tercih edenler, her zaman kendilerine dönecek olan iki
ağzı keskin bir bıçakla oynuyorlar. O halde, gittikçe daha fazla insan olay
hakkındaki resmi yoruma neden inanmıyor? Yoksa, “geleneksel olarak, otorite
sahipleri ve medyanın daha fazla susamışçasına, sürekli tekrar edip durdukları
gibi, bu tür olgular her zaman, her türlü komplo teorilerine zemin hazırlamaya
mı yarıyorlar” Hayır. Çok basit bir açıklama ile, fizik yasaları ve fizik
mantığı, tanık olunan olgular böyle gerektiriyor. O halde, neden çok sayıda
insan da resmi yoruma inanıyor? Medyanın bu soruyu sorması gerekiyor. Şimdilik,
Sosyal Psikolog Solomon Asch’ın yapmış olduğu deney, sorunun bir kısmına kesin
cevabı vermektedir. *Julie Lévesque,Köreselleşme konularında Araştırma
Merkezinde,Gazetecilik ve Araştırmacı **Hermann Wilhelm Göring II. Dünya Savaşı
sırasında Nazi Almanyası'nın Alman Hava Kuvvetleri komutanı, 1943’e kadar polis
ve ekonomi bakanlığını yaptı ve aynı zamanda Reichsmarschall (Devlet Mareşali )
rütbesine sahipti
No comments:
Post a Comment