Wednesday, August 21, 2013

Spinoza: Otoriteye boyun eğmeyen filozof | Hasan Saraç



 “Monarşik yönetimin en büyük sırrı, insanları denetim altında tutması gereken korkuyu dinin aldatıcı adıyla örtmek ve böylece onların kurtuluş için savaşırcasına esaret için de savaşmalarını ve yalnızca tek bir insan böbürlenebilsin diye canlarını feda etmeyi utanç verici değil, en şerefli bir başarı olarak görmelerini sağlamaktır.”
On beşinci yüzyıl sonlarında Cizvit papazlarının İspanyol ve Portekiz krallarından aldıkları güçle kurdukları engizisyon mahkemeleri, oralarda yaşayan Yahudi cemaatine yaşam hakkı tanımayınca, Sefarad adı verilen bu Yahudilerin büyük çoğunluğu Osmanlı topraklarına, bir kısmı da İtalya’ya sığınmıştı. Küçük bir azınlık da yaşamını şimdiki Hollanda topraklarında devam ettirmeye karar vermişti. Bu sığınmacılar bir süre sonra ortama ayak uydurmuşlar, kendi sinagoglarını Amsterdam’da kurmuşlardı.
Öncü göçmenlerden biri de başarılı bir tüccar olan Miguel Spinoza’dır. 24 Kasım 1632 günü Miguel ve ikinci karısı Ana Debora’nın bir oğulları dünyaya gelir. Adını Baruch koyarlar. Daha küçük yaşlarda keskin zekâsı ile dikkat çeken Baruch, altı yaşına geldiğinde annesini kaybeder. Genç yaşta Amsterdam’daki sinagogun hahamlarından Tevrat ve teoloji dersleri almaya başlayan Baruch, kısa sürede bu eğitimi yetersiz bulmaya başlayacaktır. Aklı ve sağduyuyu laik felsefede ve bilimde aramaya karar veren genç adam, entelektüel gelişimini güçlendirmek amacıyla yirmi yaşında Latince öğrenmeye başlar.
“Her yoksula yardım eli uzatmak, bireylerin erişim ve gücünün çok ötesindedir. Yoksulların bakımı tümüyle toplumun üzerine düşen bir görevdir.”
Katolik bir serüvenci ve çok yönlü bir biliminsanı olan Franz van der Ende, genç Spinoza’ya Latince dışında matematik, geometri gibi pozitif bilim alanlarında da yol göstermektedir. İspanyolca, İbranice, Portekizce, Hollandaca ve Fransızcayı rahatça konuşabilen Spinoza, artık Latince diline de hâkim olmaya başlamış, bu dilde yayınlanan eserleri okuyarak yeni ufuklara yelken açmıştır. Tarih ve siyaset biliminin kurucusu sayılan Floransalı Niccolo Makyavelli ile Fransız matematikçi, biliminsanı ve filozof Rene Descartes’in düşüncelerinden etkilenen Spinoza, Yahudi dininin geleneksel öğretilerine karşı çıkmaya başlar. İlerde çok başarılı bir haham olması hayal edilen genç adamın gittikçe farklı tavırlar sergilemesi, onu yetiştiren hahamları rahatsız etmektedir. Önceleri sert biçimde uyarılan Spinoza, düşüncelerini savunmaya devam edince Yahudi tarihinin en ağır aforozuna tabi tutulacaktır. 24 yaşından itibaren tüm Yahudi dostlarından ve aile fertlerinden koparılan ve görüşme yasağı getirilen Spinoza inzivaya çekilir. Bu da yetmeyecek, hahamların talebi üzerine Amsterdam Belediyesi’nin kararıyla yaşadığı şehri de terk etmek zorunda kalacaktır.
“Nefret, karşılık gördükçe artar, oysa sevgiyle yok edilebilir. Sevginin tamamen yenilgiye uğrattığı nefret, sevginin içine girer ve böylece sevgi, öncesinde nefretin var olmadığı sevgiden daha da büyük olur.”
Bu gelişmelerden sonra Baruch adını Benedict’e çeviren gönlü yaralı düşünür, yaşamını sürdürebilmek için bir yandan teleskop ve mikroskoplarda kullanılan mercekleri yontma işi yaparken bir yandan da sığındığı kasabalarda okumaya, düşünmeye ve yazmaya devam etmektedir. 1670 yılında şimdiki Lahey’e taşınan Spinoza, geri kalan ömrünü orada, mütevazı koşullarda ve çoğu zaman tek başına geçirecektir.
Mercek yapımında uzmanlaşan Spinoza’nın yakın çevresi kendisinden optik alanında önemli buluşlar yapmasını beklerken, o vaktini karmaşık felsefi konularda derinleşmeye vakfeder. Değerini bilen ve yardımcı olmak isteyen az sayıda dostunun maddi desteklerini reddeden, ona teklif edilen hocalık önerilerini geri çeviren Spinoza için “gerçekliği öğreten bir hoca olarak, kendi tavsiyelerini özel hayatında da uygulayabilen, bu örnek davranışlarıyla her türlü övgüyü hak eden bir birey”  tanımlaması yapılmıştır.
“Gurur, insanın kendisini bir şey sanmasından kaynaklanan hazdır.”
Özgürlük kavramını “insanların nereden kaynaklandıklarını bilemedikleri istek ve arzularının, iştahlarının farkına varması” olarak tanımlayan genç filozof, yazdıklarını çoğunlukla kendine saklamış, yaşadığı dönemde yalnızca Tractacus Teologico – Politicus – Mantıksal Siyasi Tez ve Principles of Descartes Philosophy Geometrically Demonstrated – Descartes Felsefesinin Geometrik Biçimde Açıklanması adlı kısa denemeleri Latince yayınlanmıştır.
Spinoza, olan biten her şeyin bir gereği olduğuna inanırdı. Bu yönüyle Kierkegaard, Nietzsche,  Marcuse, Sartre gibi son dönem varoluşçularına ilham verdiği söylenebilir. Spinoza’ya göre insanlar neden, nasıl davrandıklarını anlama özgürlüğüne sahiptirler. Ünlü düşünüre göre özgürlük aslında olan bitene “hayır” demek değil, “neden” öyle olduğunu anlamak ve kabullenmektir, gerçekte insanlar özgür olduklarına inanır ama gözleri açık uyuduklarının farkına varmazlar.
“Bir şeyi istediğiniz kadar ince dilimleyin daima iki yüzü olacaktır.”
Aydınlanma çağının ilk işaret fişeğini ateşleyen Spinoza’nın başyapıtı, ölümünden sonra yayınlanan Ethica: Geometrik Yöntemlerle Kanıtlanmış ve Beş Bölüme Ayrılmış Ahlak adlı Latince kaleme alınmış eserdir. Yazarın, milattan önce üçüncü yüzyılda yaşamış matematikçi Öklid’in geometrik çalışmalarını andıran şemalarla açıklanan teoremlerini anlamakta, bu konuda donanımlı okurlar bile zorluk çekmiştir. Bu devasa çalışmanın birinci bölümünde Spinoza’nın terimleri, ardından varsayımları sıralanır.
“Şimdinin geçmişten farklı olmasını istiyorsanız geçmişi inceleyin.”
“İyi” ve “kötü”yü birbirlerine karşıt değil tamamlayıcı gören, duyguların ise gerçeklerin yeterince anlaşılamamasından kaynaklandığını öne süren Spinoza’nın Ethica adlı çarpıcı eseri pek çok filozof için esin kaynağı olmuştur.
Tanımları, açıklamaları, sonuçları ve notlarla örülü içeriğiyle bu çalışma, bir felsefe metninden öte bir anlam taşır. Ethica’yı; Tanrı, insan, zihin, beden, akıl, duygular ve özgürlük gibi derin kavramlara, matematiksel bir düşünce yöntemi ve mantık kuralları çerçevesinde yanıt arayan özgün bir eser olarak tanımlamak mümkündür.
Batı felsefesinin en özgün ve radikal düşünürlerinden olan Spinoza, hayatta kalabilmek için sürdürdüğü mercek yontma mesleğinin trajik bir sonucu olarak, 21 Şubat 1677 günü kuvars tozu hastalığı nedeniyle Lahey’deki mütevazı evinde sessizce yaşama veda eder.
Bu büyük filozofu bir başka büyük filozof olan Friedrich Hegel, şu çarpıcı cümlelerle değerlendirir:
“Ya bir Spinozacısınızdır ya da kesinlikle bir filozof değilsinizdir.”

Tuesday, August 20, 2013

YOLAYRIMI



Erich Fromm

Yalnızca birkaç kişinin açıkça gördüğü bir hayalet dolaşıyor aramızda. Şu bildiğimiz komünizm ya da faşizm hayaleti değil bu. Yepyeni bir tehlike... Tek amacı maddi üretimi ve maddi tüketimi en üst düzeyde gerçekleştirmek olan, bilgisayarlar tarafından yönlendirilen, tümüyle makinalaşmış bir toplum şeklinde kendini gösteren korkunç hayalet. Bu toplumsal süreç içinde, insanoğlu, toplum makinasının karnı tok, gözü pek, ancak etkin olmayan, canlı olmayan ve duygudan hemen hemen yoksun bir parçası haline getiriliyor. Bu yeni toplumun utkuya ulaşmasıyla bireycilik ve özel yaşam yok olacak; başkalarına karşı beslenebilecek duygular, ruhbilimsel koşullandırmalarla ve başka araçlarla, ya da yeni bir içgözlemsel deneyim olarak değerlendirilen uyuşturucularla düzenlenecek. Zbigniev Brzezinski'nin sözleriyle: “Teknoloji toplumunda şöyle bir eğilim göze çarpıyor: Birbirinden farklı düzeylerde bulunan milyonlarca yurttaşı duyguları saptırmada ve mantığı denetlemede en gelişmiş iletişim tekniklerini başarıyla sömüren çekici kişileri destekleyecek konuma getirmek.” Bu yeni toplum biçiminin doğacağı, roman türünde Orwell'in 1984 ve Aldous Huxley'nin Brave New World (Yürekli Yeni Dünya) adlı yapıtlarında önceden söylenmişti.

Belki de şu anda işin en kötü yanı, kendi sistemimizi denetleyemez duruma gelmiş olmamızdır. Bilgisayarların bizim adımıza verdiği kararları uyguluyoruz. Biz, insanoğlu olarak, daha çok, daha çok üretmek ve daha çok tüketmekten başka amaç gütmüyoruz. Hiçbir şeye karşı bir amaç beslemiyoruz, ya da her şeye karşı amaçsızlık içindeyiz. Karar verme sorumluluğundan yoksun bırakılmışımızın yarattığı edilginlik yüzünden, tinsel ölüm tehlikesiyle, ve ayrıca nükleer silahlarla yok edilme tehlikesiyle karşı karşıyayız.

Bu nasıl oldu? Nasıl oldu da, insanoğlu, doğaya karşı kazandığı utkunun doruğundayken, kendi yarattığı şeylerin tutsağı haline geldi, nasıl oldu da, ciddi olarak kendi kendini yok etme tehlikesiyle karşı karşıya kaldı?

İnsanoğlu, bilimsel hakikatin araştırılması süreci içinde, doğaya egemen olmada yararlanabileceği bilgiye rastladı. Bu alanda büyük başarılar elde etti. Ancak tekniğe ve maddi tüketime tek taraflı ağırlık vermekle, kendisiyle ve yaşamla olan bağını yitirdi. Dinsel inancını ve ona bağlı olan insansal değerleri yitirince, teknik ve maddi değerler üzerinde yoğunlaştı; derin coşkular duyma yetisini, bu duyguların getirdiği sevinç ve üzüntüyü duyma yetisini yitirdi. İnsanoğlunun inşa ettiği makina öylesine gelişti ki, onun düşünme biçimini saptayan yeni bir güç haline geldi.

Şu anda sistemimizin en tehlikeli yönlerinden biri, ekonomimizin silah üretimine (ayrıca bütün bir savunma mekanizmasını ayakta tutmak için yapılan çalışmalara) ve maksimum tüketim ilkesine dayandığı olgusudur. Çok iyi işleyen bir ekonomik sistemimiz var, ancak bu sistemin işlemesi için bizi maddi olarak yokolma tehlikesiyle karşı karşıya bırakan şeyleri üretmemiz, bireyi tümüyle edilgin bir tüketiciye dönüştürmemiz ve dolayısıyla onu ölüleştirmemiz ve bireyin kendisini güçsüz ve yetkisiz hissetmesini sağlayan bir bürokrasi yaratmamız gerekli oldu.

Çözümlenmesi olanaksız trajik bir ikilemle mi karşı karşıyayız? Sağlıklı bir ekonomiye sahip olmak için hasta insanlar üretmek zorunda mıyız, yoksa maddi kaynaklarımızı, buluşlarımızı, bilgisayarlarımızı, insanoğlunun yararına hizmet edecek şekilde kullanabilir miyiz? Güçlü ve iyi işleyen bir düzene sahip olmak için bireylerin edilgin ve başkalarına bağımlı olmaları zorunlu mudur?

Bu sorulara değişik yanıtlar verilebilir. “Megamakina'nın insan yaşamına getirebileceği devrimci ve korkunç değişikliği görebilenler arasında yeni bir toplum düzeninin kaçınılmaz olduğunu, dolayısıyla toplumsal değerler konusunda tartışmanın anlamsız olduğunu söyleyen yazarlar var. Bu yazarlar, yeni toplumun, günümüz insanı üzerindeki etkileri konusunda az da olsa kaygı duymakla birlikte, ondan hoşlandıklarını da gizlemiyorlar. Zbigniev Brzezinski ile H. Kahn, bu anlayışın iki temsilcisi örneğin. Tayfın diğer ucunda, Technological Society (Teknoloji Toplumu) adlı kitabında, oluşmakta olan yeni toplumun büyük gücünü ve onun insan üzerindeki yıkıcı etkisini betimleyen Jacques Ellul var. Yazar, sözünü ettiğmiz hayaleti, insanlıktan korkunç derecede yoksun nitelikleriyle ele alıyor. İçinde bulunduğumuz durumun içerdiği olasılıklar açısından yeni toplumun baskın çıkacağı kanısında olmasına karşın, kesinlikle ya da kaçınılmaz olarak utkuya ulaşacağı sonucuna varmıyor. Ancak, “Teknoloji dünyasının insanoğlunun kişisel ve tinsel yaşamını tehlikeye attığının bilincine varan insan sayısının artması ve bu insanların, söz konusu evrimin gidişine engel olarak özgürlüklerini savunmaya kararlı davranması halinde” insanlıktan çıkarılmış toplumun başarısız olabileceği görüşünü dile getiriyor. Lewis Mumford'un yaklaşımı da Ellul'unkinin aynıdır, denebilir. Yazar Tlıe Myth of the Machine (Makina Miti) adlı derin ve eşsiz incelemesinde “megamakina”yı, Mısır ve Babil toplumlarında ilk ortaya çıktığı dönemden başlayarak ele alıyor. Öte yanda, daha önce andığımız yazarlar gibi hayaletin varlığını hoşnutlukla ya da dehşetle kabul edenlerin tersine, aydın olsun sıradan yurttaş olsun, korkunç hayaleti fark etmeyen büyük bir çoğunluk var. Bunlar, on dokuzuncu yüzyılın modası geçmiş inancını taşıyor, makinanın, insanoğlunun yükünün hafiflemesine katkıda bulunacağını, insanın başarıya ulaşması için her zaman gerekli olacağını sanıyorlar; teknolojinin kendi mantığına uygun akışını sürdürmesine dur denmemesi halinde, bireysel ve toplumsal yaşamın kurulmuş dizgesini tehlikeye sokacak kanser gibi bir ur haline geleceğini görmüyorlar. Bu kitapta izlenen yaklaşım, Mumford ve Ellul'un görüşleriyle çakışmaktadır. Yalnız, insanın toplumsal dizge üzerindeki denetimini yeniden sağlayabilmesi olasılığının büyük olduğuna inanmam bakımından onlardan ayrılabilirim belki. Bu konudaki umutlarım şu etmenlerden kaynaklanmaktadır:

1. Düzen “İnsanı”, sistemin bir uzantısı olarak ele alınırsa, şu andaki toplumsal dizgemiz çok daha iyi anlaşılır. İnsan doğası, bir soyutlama olmadığı gibi, sonsuz sayıda kalıba girebilen, istenilen yöne çekilebilen, dolayısıyla dinamiği yokumsanacak bir sistem değildir. Kendine özgü nitelikleri, yasaları ve seçenekleri vardır. Sistem Adamı'nın incelenmesi, sosyoekonomik düzendeki belirli etmenlerin insana neler getirdiğini, Düzen İnsan'ındaki rahatsızlıkların nasıl bütün bir toplumsal dizgede dengesizlikler oluşturduğunu görmemizi sağlar. Sistemin çözümlenmesinde insan faktörünü dikkate almakla, onun işlemeyişinin nedenlerini daha iyi anlar, toplumsal dizgenin ekonomik işleyişinin sağlıklı oluşuyla onun parçaları olan insanların mutlu ve sağlıklı olması arasındaki ilişkiyi oluşturan ölçütleri saptayabiliriz. Elbet bütün bunlar, yalnız ve yalnız, insan doğasının kendi yapısının sınırları içinde maksimal ölçüde gelişmesinin, yani insanın esenliğinin her şeyden önemli olduğuna herkesin inanması halinde geçerlidir.

2. Umutlarım bir de sürdürmekte olduğumuz yaşam biçimine, bunun gizlilikten ve kişisellikten yoksun oluşuna, edilginliğine ve suskun sıkıcılığına duyulan hoşnutsuzluktan; insanoğlunun bilgisayardan olduğu gibi hayvandan da ayıran bir varoluş biçimine, tarihin son birkaç bin yılı içinde geliştirdiği o özgül gereksinmelerine yanıt veren sevinç dolu, anlamlı bir varoluşa duyulan özlemden kaynaklanmaktadır. Nüfusun büyük bir çoğunluğunun eksiksiz maddi doyumun tadını tatmış bulunması, ancak tüketici cennetinin, vaat ettiği mutluluğu sağlamadığını anlaması, bu hoşnutsuzluk ve özlemi güçlendirmiştir. (Elbet yoksullar, “bir insanın isteyebileceği her şeye sahip olanlar” daki sevinçten yoksunluğu, neşesizliği görerek öğrenmek dışında bu konuda bilgilenme fırsatı bulamadılar henüz.)

İdeolojiler ve kavramlar, çekiciliklerini büyük ölçüde yitirdiler; “sağ”, “sol” gibi, “komünizm”, “kapitalizm” gibi geleneksel kalıplar anlamlarını yitirdiler. İnsanlar kendilerine yeni bir yön, yeni bir felsefe — fiziksel ve tinsel açıdan ölümün önemini değil de yaşamın önemini konu alan yeni bir felsefe arayışı içindeler.

Birleşik Devletler'de ve bütün dünyada, giderek büyüyen bir kutuplaşma olayı görülmekte: Bir yanda zor kullanmayı, “yasa ve düzeni”, bürokratik yöntemleri ve giderek yaşamsızlığı çekici bulan, bunlara doğru çekilenler, diğer yandaysa yaşama — bir kalıptan çıkmış taslaklardan ve bir diğerinin tekrarı olan kopyalardan çok, yeni yaklaşımlara özlem duyan insanlar var. Bu yeni cephe, ekonomik ve toplumsal yaşantımızla, yaşama olan ruhsal ve tinsel yaklaşımımızda köklü değişiklikler yapmak istiyor. Çok genel çizgilerle bu hareketin amacı, bireyi etkin hale getirmek, insanın toplumsal düzen üzerindeki denetimini yeniden sağlamak ve korumak, ve teknolojiyi insancıllaştırmaktır. Bu, yaşam adına doğmuş bir harekettir; günümüzde yaşama karşı boygösteren tehlike, tek bir sınıfa, tek bir ulusa karşı değil, herkese yönelik bir tehlike olduğundan, bu hareket çok geniş bir ortak tabana sahiptir.

Ancak her şeyden önce açıklığa kavuşturulması gereken bir nokta var: Bugün, tutmuş olduğumuz yolu değiştirebileceğimiz konusunda yaygın bir umutsuzluk vardır. Bu, genellikle bilinçsiz bir umutsuzluktur; aslında insanlar bilinçli olarak “ iyimser” dir ve daha ileri bir “gelişme”yi umut etmektedirler. İçinde bulunduğumuz durumu ve ondaki umut yeşertme yetisini tartışmaya başlamadan önce, umut görüngüsünü ele almamız gerekir.

Monday, August 12, 2013

ATEİZMİN FELSEFESİ

Emma Goldman,1916
Çevirenin Notu: Çevirenin metine yaptığı eklemeler,
açıklamalar vb, [...] ile gösterilmiştir.
"Emma Goldman'ın Hayatı"
Ateizm Felsefesi'nin yeterli bir açıklamasını yapmak için, İlahi Varlık [ing. Deity] inancındaki, ilk günlerinden bugüne gelinceye kadar yaşanan, tarihsel değişimleri ele almak gerekli olacaktır. Ancak bu, bu makalenin kapsamı dahilinde değildir. Ancak Tanrı, Doğaüstü Güç, Ruh, İlahi Varlık veya Teizm'in [Tanrı'ya inanma] özünün ifadesini bulduğu diğer terimlerin zamanla ve ilerlemeyle birlikte giderek daha fazla belirsizleştiği ve muğlaklaştığından geçerken bahsetmek yerinde olur. Diğer bir deyişle, insan aklının doğal olayları anlamayı öğrenmesiyle orantılı olarak, ve bilimin insani ve toplumsal olayları giderek ilişkilendirmesi derecesine [bağlı olarak], Tanrı düşüncesi giderek daha fazla kişisel olmayan ve karmaşık bir hale gelmiştir.
Tanrı bugün, O'nun varlığının başlangıcındaki güçleri aynen temsil etmemektedir; ne de O artık insan kaderini eski zamanlardaki gibi Demir bir yumrukla yönlendirmektedir. [Bugün], Tanrı düşüncesi daha ziyade her insan zayıflığının karanlığında bulunan merak ve kuruntularını tatmin edecek, bir tür ruhani itkiyi [ing. stimulus, uyarı] ifade etmektedir. İnsanın gelişimi boyunca, Tanrı düşüncesi, [Tanrı] düşüncesinin kaynağı ile tamamıyla tutarlı bir şekilde kendini insan ilişkilerinin her bir aşamasına uyarlamaya zorlanmıştır.
Tanrılar kavramı, korku ve meraktan kaynaklanmıştır. Doğanın fenomenlerini [ing. phenomena, görüngü] anlamaktan aciz olan ve onlardan tedirgin olan ilkel insan, her korkutucu olayı kesinlikle kendisine karşı yöneltilmiş uğursuz bir güç olarak gördü; ihmal ve korku her tür batıl inancın ebeveynleri olduğu için, ilkel adamın tedirgin imgesi de Tanrı düşüncesini icat etti.
Dünyaca bilinen bir ateist ve anarşist olan Mihail Bakunin, önemli çalışması Tanrı ve Devlet'te zekice şöyle diyordu: "Tanrılarıyla, yarı-tanrılarıyla ve peygamberleriyle, mesihleriyle ve azizleriyle tüm dinler, fakültelerinin [anlama yetenekleri] tam gelişimini ve kontrolünü sağlamamış olan insanların önyargılı imgeleri tarafından yaratılmışlardır. Sonuçta, dinsel cennet, insan tarafından cehalet ve itikatla yüceltilmiş, ancak yanlızca büyütülmüş ve tersine çevrilmiş --yani kutsallaştırılmış-- kendi [yarattığıı] bir hayalden başka bir şey olmayan bir seraptır. Dinlerin tarihi, insan inancında birbiri ardına ortaya çıkan tanrıların doğuşunun, ihtişamının ve düşüşünün tarihi, insanoğlunun kolektif akıl ve bilincinin gelişiminden başka bir şey değildir. Bir çocuk edasıyla, --kendilerindeki veya dışsal doğadaki-- niteliği ve hatta herhangi büyük bir kusuru, tarihsel olarak ilerici gelişmeleri sırasında hızlı bir şekilde keşfettikçe, [insan] bunları tasavvurun ötesinde abartması ve büyütmesinin ardından tanrılara atfetti. ... O zaman metafiziğe ve dini düşüncelere, felsefecilere, siyasetçilere ve şairlere karşı tüm saygımla: Tanrı düşüncesi insan mantığından ve adaletinden vazgeçmek demektir; bu insan özgürlüğünün en belirgin olumsuzlanmasıdır, ve hem kuramsal hem de pratik olarak mecburen insanoğlunun köleleştirilmesiyle sonuçlanır."
Böylece zamanın gereksinimlerine göre tekrar canlandırılan, tekrar düzenlenen, genişletilen veya daraltılan Tanrı düşüncesi insanlığa hakim oldu; ve insan korkusuzca ve aydınlanmış iradesiyle başını korkusuzca güneş ışığına çevirene kadar da hakim olmaya devam edecektir. İnsanın kendini anlaması ve kendi kaderini şekillendirmesi ile orantılı olarak, teizm lüzumsuz hale gelir. İnsanın arkadaşları ile ilişkilerini ne kadar belirleyebileceği, Tanrı'ya olan bağımlılığından ne ölçüde kurtulabileceğine dayanır.
Şimdiden bir spekülasyon kuramı olan teizmin yerini ispatın bilimi olan Ateizmin aldığının belirtileri vardır; birisi Öteki Dünya'nın metafizik bulutlarına asılı dururken, öteki köklerini sağlamca toprağa salıyor. Eğer insan gerçekten de kurtulacaksa, insanın kurtarması gereken şey cennet değil, dünyadır.
Teizmin gerileyişi, bilhassa --hangi markaya sahip olurlarsa olsunlar-- teistlerin endişelerinde gözlendiği üzere en ilginç manzaradır. Onlara sıkıntı veren bir şekilde, kitlelerin her gün daha fazla ateist, daha fazla din karşıtı olduğunun, yani Ulu Öte Dünya'yı ve onun cennetvari alanını meleklere ve serçelere terk etmeye fazlasıyla istekli olduklarının, çünkü kitlelerin acil yaşamsal sorunlarıyla giderek daha fazla meşgul olduğunun farkına varıyorlar.
Kitlelerin Tanrı düşüncesine, ruha ve Cenab-ı Hakka nasıl geri döndürüleceği, tüm ateistler için en acil sorundur. Bu sorular metafizik gözüktüğü kadar, aslında oldukça belirgin bir fiziksel arka plana sahiptir. Dinin, "Kutsal Hakikat"ın ödül ve cezaları, dünyadaki en büyük, en bozuk ve tehlikeli, dünyadaki en güçlü ve kârlı sanayinin --silah ve savaş gereçleri imalatı sanayiyiisi de bundan muaf olmamak üzere-- alameti farikasıdır. Bu insan aklını karartan ve insan kalbini soluksuz bırakan bir sanayidir. Gereklilik kural tanımaz; bu nedenle de tanrıya veya vahiye veya Ulu Öte Dünyaya dayanmasa bile teistlerin büyük kısmı her konuyu ele almak zorunda kalmıştır. Belki de onlar, insanlığın binbir Tanrı markasından giderek usandığını hissediyorlar.
Bu ölü teistik inanç düzeyinin nasıl canlandırılacağı tüm mezhepler için bir ölüm kalım meselesidir. Bu nedenle onların gösterdikleri hoşgörü, anlamanın değil zayıflığın hoşgörüsüdür. Belki bu, tüm dini yayınlarda gözlenen çeşitli dini felsefeleri ve çatışan teistik kuramları tek bir mezhepsel itimatta birleştirmeyi teşvik eden çabaları açıklar. Giderek çeşitli "tek doğru Tanrı, tek saf ruh, --tek gerçek din" görüşleri, kitleleri ateist düşüncelerin "zararlı" etkilerinden kurtarmak için çılgınca bir çabayla müsamahakar bir şekilde gizleniyor.
Hiçkimsenin insanların neye inandığıyla --ister inanıyor olsun isterse inanıyor gözzükür olsunlar-- gerçekten ilgilenmemesi, teistik hoşgörünün bir karakteridir. Bu amaca ulaşmak için, en kaba ve bayağı yöntemler kullanılır. Her eğilimli zihin için hakaret anlamına gelmesi gereken, dini gayret toplantıları ve Billy Sunday'li uyanışlarıyla, bunların cahil ve meraklılar üzerindeki etkisi --pek nadiren olmamak üzere cinsel düşkünlükle bulanmış-- bir hafif delilik durumu ortaya çıkarma eğilimindedir. Tüm bu çılgınca çabalar Rus despotundan Amerikan Başkanına kadar, Rockefeller ve Wanamaker'dan en küçük burjuvaya kadar bütün dünyevi güçlerden onay ve destek bulmaktadır. Billy Sunday, Y.M.C.A., Hristiyan Bilim ve çeşitli diğer dini kuramlara saçılan sermaye, boyun eğen, uysallaştırılan ve vurdumduymazlaşan kitlelerden [elde edilecek] devasa kârlar olarak geri döner.
Teistlerin çoğu, bilinçli veya bilinçsiz olarak, tanrı ve şeytanlarda, cennet ve cehennemde, ödül ve cezada; boyun eğmeleri, uysallaşmaları ve kanaatkar olmaları için insanları kamçılayan bir kamçı görür. Gerçek ise teizmin tabanını bundan çok daha önce kaybettiğidir, ancak Servet Tanrısı ve iktidarın birleşik desteği ile [yaşatılmaya çalışılıyor]. Onun gerçekte ne ölçüde iflas etmiş olduğu, bugün Avrupa'daki siperlerde ve savaş alanlarında görülmektedir.
Bütün bu teistler İlahlarını sevgi ve iyiliğin tanrısı olarak resmetmediler mi? Yine de binlerce yıllık bu tip vaizlerin ardından, tanrılar insan ırkının can çekişmesine sağır kalıyorlar. Konfiçyus Çin halkının yoksulluğu, bakımsızlığı ve safaletiyle ilgilenmez. Buddha, Hinduları kavuran kıtlık ve açlıktan rahatsız olmadan felsefi kayıtsızlığı içinde yaşar; Jahve, İsraillilerin acı haykırışlarına sağırdır; İsa ise birbirlerini boğazlayan Hristiyanlar karşısında ölümden dirilmeyi reddeder.
"En Yükseklere kadar giden" tüm şarkı ve şükranların yükü, adalet ve merhamet sunan o Tanrı içindir. Ama hala insanlar arasındaki adaletsizlik devamlı çoğalmakta; Sadece bu ülkedeki kitlelere yapılan zulümler cennetlerin hepsini taşırmaya yeter gözüküyor. Ama tüm bu dehşetleri, bu hataları, insana karşı bu insafsızlığı sona erdirecek tanrılar neredeler? Hayır, büyük öfkesiyle ayaklanması gereken tanrılar değildir, İNSAN'dır. O, tüm ilahi varlıklarca kandırılmış, onların memurlarının ihanetine uğramış o, onun kendisi, dünya üstüne adalet getirme işini üstlenmelidir.
Ateizm felsefesi, insan zihninin genişlemesini ve büyümesini ifade eder. Teizm felsefesi, eğer felsefe olarak adlandırılabilirsek onu, statik ve sabittir. Bu gizemlerin içyüzünü anlamak için, teistik bakış açısından üstünkörü bir girişim bile, her şeye kadir olmaktaki inanmazlığı ve hatta insanın dışındaki ilahi güçlerin hikmetinin reddini gösterir. Ne şans ki, insan zihni asla sabitliklerle [katılıklarla] sınırlanmamıştır, ve sınırlandırılamaz da. [İnsan zihni] bilgiye ve hayata doğru olan ağır ilerleyişine durmaksızın devam etmektedir. İnsan zihni, "evrenin, boşlukta varolan bir tür ilahi aklın yaratıcı emirlerinin sonucu, mükemmel işleyen şaheser bir karmaşadan üretilmediğinin" farkına varıyor; [evrenin], zamanın, çatışma ve afetlerin, geriletmelerin; teistlerin "düzen ve güzelliğe yönlendirilen bir evren" dediklerine [yol açan] seçme ilkesi sayesindeki kristalleşen çekimin çağlar boyunca işleyen kaotik kuvvetlerin bir ürünüdür. Joseph McCabe'nin Tanrının Varlığı'nda oldukça iyi bir şekilde ifade ettiği üzere: "doğanın yasası bir kanun yapıcı tarafından hazırlanan bir formül değil, gözlenen olguların basit bir özetidir --bir 'olgular yığını'dır. Şeyler ortada bir yasa olduğu için belli bir şekilde hareket etmezler, bizim onların o şekilde davranmalarını 'yasa' diye ifade etmemiz yüzünden belli bir şekilde davranırlar".
Ateizm felsefesi, hiçbir metafiziksel Öteki Dünya veya İlahi Düzenleyici'nin olmadığı bir yaşam anlayışını temsil eder. Ruhları, kahinleri ve ortalama kanaatkarlığıyla insanlığı çaresiz bir alçalışa mahkum eden gerçekdışı dünyanın aksine, [ateizm felsefesi] özgürleştirici, genişletici ve güzelleştirici imkanlarıyla güncel, gerçek bir dünya anlayışıdır.
Bu gerçek, görünür dünyanın ve bizlerin yaşamlarının, fiziksel olarak gösterilebilir kuvvetler yerine, çok uzun bir süreden beri metafiziksel spekülasyonların etkisi altında kalması çılgınca bir paradoks olarak gözükebilir; ancak bu acıklı bir gerçektir. Teistik düşüncenin kamçı darbeleri altında, bu dünya insanın Tanrı'nın iradesi doğrultusunda kendinden fedakarlık etme kapasitesinin sınandığı geçici bir durak olmaktan başka hiçbir amaca hizmet etmez. Ancak o iradenin doğasını anlamaya giriştiği anda, her şeye gücü yeten sonsuz bir iradenin ötesine geçme çabasının "sonlu insan aklı" için boş bir şey olduğu söylenir insana. Bu her şeye kadir olmanın müthiş ağırlığı altında, insan toza dönüştürülür --karanlıkta kalmış ve terden sırılsıklam iiradesiz bir yaratık. Ateizm felsefesinin zaferi, insanın tanrılar karabasanından kurtulması demektir; ulaşılamaz olan hayallerin dağılıp kaybolması demektir. Mantığın aydınlığı tekrar tekrar teistik karabasanı defetmiştir, ancak yoksulluk, sefalet ve korku --eski ya da yeni olsunlar, dışsal [görünürdeki] biçimleri ne olursa olsun, özlerinde çok az farklı olmalarına rağmen-- bu hayalleri yeniden yaratmıştır. Ateizm ise, öte yandan, felsefi yönüyle yanlızca belirli bir Tanrı algısına bağlılığı reddetmekle kalmaz, Tanrı düşüncesine hizmetkarlığı reddeder ve bu şekildeki teistik ilkelere karşı çıkar. Kendi başlarınaki işlevleri bağlamında Tanrılar [düşüncesi], dünyayı ve dünya üstündeki insanları doğaüstü ve hatta her şeye kadir bir gücün yönetmesini ifade eden teizm ilkesininin yarısı kadar bile zararlı değildir. Ateizmin bütün gücüyle savaştığı şey teizmin mutlakçılığıdır, onun insanlık üzerindeki mahvedici etkisidir, onun düşünce ve eylem üzerindeki felç edici etkisidir.
Ateizm felsefesinin kökleri bu dünyadadır, bu yaşamdadır; amacı, Yahudacı, İsacı, Muhammedçi, Budistik, Brahmanistik olsun veya başka herhangi bir şey olsun, insan ırkının tüm bu Tanrı-başlarından kurtulmasıdır. İnsanoğlu tanrılarını yarattığı için uzun zamandır ve ağır bir şekilde cezalandırıldı; tanrılar başladığından beri insanın payına acı ve zulümden başka bir şey düşmedi. Bu aptalca hatadan kurtulmanın tek bir yolu var: İnsan kendisini cennet ve cehennemin kapılarına zincirleyen bu prangaları kırmalıdır, böylece yeniden uyanmış ve aydınlanmış bilinciyle yeryüzü üzerinde yeni bir dünya kurmaya başlayabilir.
Ateistik felsefenin insan aklı ve zihninde zafer kazanmasından sonra ancak, özgürlük ve güzellik gerçekleşebilir. Cennetten hediye edilmiş bir güzelliğin işe yaramaz olduğu ispatlanmıştır. İnsan kendisi için uygun olan tek cennetin dünya üzerinde olduğunu görmeyi öğrendiği zaman ancak, [güzellik] yaşamın özü ve itkisi haline gelecektir. Ateizm halihazırda, insanın --ruhsal olarak yoksul olanlar için [hazırlanmış] bir tezgah olan-- cennete ilişkin pazarlığı [demek] olan ceza ve ödüle olan bağlılığından kurtulmasına yardım etmektedir.
Bütün teistler, İlahi Güce inanç olmaksızın ahlakın, adaletin, dürüstlüğün ve sadakatın olamayacağında ısrar etmiyorlar mı? Korku ve umuda dayanan böylesi bir ahlak, kısmen kendine karşı dürüst olmakla, kısmense ikiyüzlülükle dolu olan iğrenç bir ürün olagelmiştir. Doğruluk, adalet ve sadakate gelince, onların cesur temsilcileri ve yürekli açıklayıcıları kimler olmuştur? Neredeyse her zaman tanrısız olanlar: Ateistler; onlar bunlar için yaşamış, savaşmış ve ölmüşlerdir. Adaletin, doğruluğun ve sadakatın cennetle ilgili olmadığını, insan ırkının toplumsal ve maddi yaşamında sürmekte olan devasa değişikliklerle ilişkili olduğunu ve bunlarla birlikte örüldüğünü [ing. interwoven] ; sabit ve ebedi değil, bizzat hayatın kendisi gibi değişmekte olduğunu biliyorlardı. Ateizm felsefesinin ulaşabileceği nihai yer hakkında hiç kimse bir kehanette bulunamaz. Ancak şu kadarı şimdiden tahmin edilebilir: insan ilişkileri ancak onun yeniden yaratıcı ateşi sayesinde geçmişin dehşetlerinden arınabilir.
Düşünceli insanlar, insanlığa dini terör tarafından dayatılan ahlaki kuralların basmakalıplaştığını ve bu nedenle de bütün canlılığını kaybettiğinin anlamaya başlıyorlar. Bugüne, onun parçalayıcı niteliğine, düşmanlıklarıyla birbirleriyle çatışan çıkarlarına, suçlarına ve hırsına genel bir bakış, teistik ahlakın kısırlığını kanıtlanmaya yeterlidir.
İnsan, kendi arkadaşlarıyla [toplumdaki diğer bireylerle] olan ilişkilerini öğrenebilmeden önce kendine gelmelidir. İsa'ya zincirli Prometheus, karanlıkların akbabalarının avı olarak kalmaya mahkumdur. Zincirlerinden kurtulmuş Prometheus ve siz, geceyi ve onun dehşetlerini defedeceksiniz.
Tanrıları olumsuzlamasıyla Ateizm aynı zamanda insanın en kuvvetli onanmasıdır; ve insan sayesinde de yaşamın, amacın ve güzelliğin ebedi bir onaylamadır.
Çeviri: Anarşist Bakış

Kaynak: "The Philisophy of Atheism", Mother Earth, Şubat 1916.