Friday, June 27, 2014

Yetişkinlerde Travma

Nasıl Tanımlamalıyız?
Bazıları şuna inanır: Stres yaratan şey zarar verir. Olumsuz sonuçları hemen ya da gelecekte ortaya çıkar. Zorlayıcı ya da travmatik olay yaşayan kişilere faciadan sonra sağ kalmış insanlar olarak bakabiliriz; Robinson Crusoe örneğinde olduğu gibi. İçlerinde her sağlıklı insan gibi; esneklik, adaptasyon kuvveti, iyileşme gücü ve başa çıkma mekanizmaları vardır. Eğer süreç doğru işlerse bu başa çıkma mekanizmaları kişiyi eski normal, sağlıklı haline döndürecektir. Yaşanılan travmatik bir olay sonrasında neredeyse herkes stres tepkileri verir ve bu tepkiler bir süre devam eder. Ama sonuçta bir süre sonra ortam ve yaşam büyük oranda eski rutin işleyişine doğru yönelir. Bu süreci yaklaşık olarak şöyle betimleyebiliriz:

Yaşanılan bir felaket sonrası psikolojik süreçler;
Travmatik Bir Yaşantı Sonrasında Hangi Duygular Yoğunlaşır?
Kişi zorlayıcı ya da travmatik bir yaşantı sonrasında, iç dünyasını yakından gözlerse yaşadıklarının üç ana duygu etrafında toplandığını görür:

Bir kısmı “sorumlulara” yönlendirilmiş ancak büyük bölümü hedefe yönlendirilmemiş yoğun bir öfke
Varsa kayıplara ilişkin yoğun üzüntü
Olayın tekrarlanabileceğine yönelik yoğun korku hissi
Bu üç ana duygu özellikle ilk dönem çok belirgin olarak görülür. Buradaki yönlendirilmemiş yoğun öfke, üzüntü ve korku kişileri bloke edebilir. Peki ilk dönem verilen stres tepkileri nelerdir?
Kriz Dönemlerinde Görülebilen Travmatik Stres Tepkileri
Daha önce de belirttiğimiz gibi zorlayıcı ya da travmatik bir yaşantıya maruz kalan herkes “stres tepkileri” verir. Bu tepkiler öncelikle “anormal bir olaya verilen normal tepkiler” olarak tanımlanır. Bunlar eğer bir süreklilik gösterirse, süreye ve döneme göre; Akut Stres Bozukluğu veTravma Sonrası Stres Bozukluğu olarak tanımlanır.
Travmatik Stres Tepkileri Nelerdir;
Zorlayıcı bir yaşantı sonrasında ilk görülen tepki, şok tepkisidir. İlk şok atlatıldığında korku, endişe, suçluluk, pişmanlık, öfke, karamsarlık, panik, çaresizlik, utanç gibi karmaşık duygular kişiyi zorlar.

Travma sonrası stres tepkilerini beş ana başlık altında toplayabiliriz:

Fiziksel Tepkiler
Mide bulantısı
Kusma vb. sorunlar
Yorgunluk
Kalp çarpıntısı
Göğüs ağrısı
Titreme
Bayılma hissi
Baş dönmesi
Baş ağrıları
Duygusal Tepkiler;
Kaygılı olma
Üzüntü
Depresif duygu durumu
İnkar
Korku
Suçluluk
Panik
Hayal kırıklığı
Kızgınlık
Zihinsel Tepkiler;
lk şok
Bellekle ilgili sorunlar
Dikkatsizlik
Kabuslar
Araya giren düşünceler
Yönünü bulamama
Eskileri hatırlayamama
Sorun çözememe
Yanlış kararlar
Uyku bozukluğu
Davranışsal Tepkiler;
Kendini geri çekme
Kıpır kıpır olma
Ani davranışlar
Alkol ve madde alımı
Çabuk tepki verme
Başkalarını suçlama
Yeme sorunları
Kolayca korkma
Sosyal Tepkiler;
İş – okul, arkadaşlık ve evlilik ilişkilerinde sorunlar
İnsanlardan uzaklaşma
Aşırı yargılayıcı ve suçlayıcı olma
Her şeyi kontrol altında tutma isteği
Ne Zaman Ciddiye Alalım?

Yaşanılan en son olayın üzerinden yaklaşık olarak üç ay geçtiyse ve yukarıda anlatılan tepkilerin bir kısmını bir ay boyunca sürekli olarak yaşamışsanız ve bu yaşadıklarınız iş - okul, arkadaşlık , evlilik – özel ilişkilerinizde bozulmalara yol açıyorsa profesyonel bir yardım almayı önemsemeliyiz.
Yaşanan Sorunların Süreklilik Kazanmaması İçin Neler Yapabilirsiniz?
Dikkat edilmesi gereken önemli bir olgu kişiler arası farklılıklardır. Unutmamalıyız ki, HERKES AYNI TEPKİLERİ, AYNI ZAMANDA, AYNI DEVAMLILIKTA GÖSTERMEZ. Eğer zorlayıcı ya da travmatik bir yaşantıya maruz kaldıysak aşağıdaki üç adım çok önemlidir;

KORUNUN: Yaşanan travmatik olay sonrası yemek yeme, su içme, uyuma gibi temel ihtiyaçları mutlaka karşılamaya çalışın. Yani kendinizi koruyun.
HAREKETE GEÇİN: Yaşanan travmatik olay sonrasında kendinizi korumak için, yapmanız ve yapmamanız gerekenleri önceden öğrenin ve harekete geçin.
TEMAS KURUN: Aileniz, arkadaşlarınız ya da ulaşabildiğiniz resmi görevlilerle temas kurun. Olayı anlatın, mümkün olan en kısa zamanda ihtiyacınız olan uzmanlara ulaşın.
Bize Ne Yardımcı Olabilir?

Travmatik ya da zorlayıcı bir olaydan sonra öncelikle kendinize zaman tanıyın, hiçbir şey hemen ve bir kerede normale dönmeyecektir. Bunun için kendinize karşı sabırlı olun.

Duygularınızı paylaşın, bu sayede sosyal çevrenizden yardım alma olanağınız olur. Eğer yaşanan büyük bir afet ya da olaysa, bir tek sizin olağanüstü bir süreç yaşamadığınızı kavramanız çok önemlidir. Tüm bu süreç içinde çevrenizle dayanışma içinde olun.

Sizi meşgul edecek yardım çalışmalarına, hayatınızı düzene koymanıza yardım edecek yapıcı faaliyetlere katılın. Unutmayın ki siz hareket ettikçe olumsuz duygular sizden uzak duracaktır. Küçük işler, büyük problemlerimizi aşmamızda bize çok yardımcı olacaktır.

Mutlaka ve mutlaka, alkol ve diğer uyuşturucu maddelerden uzak durun. Rahat uyumak için alınacak bir kadeh, bir süre sonra “olmadan uyunamaz” bir hale dönüşebilir. Bu tür dönemlerde “her zamanki” standartlarımız bile riskli olabilir. Her koşulda, alkol ve diğer uyuşturucu maddelerden uzak durun.

Duygusal olarak yakın gelecekte sizleri nelerin beklediğini bilin, bilgi edinin. Bazı durumlarda “yöneticiler” bilgi vermekten kaçınabilir. Bu tür bir süreçte doğru bilgi, kişinin kendisini hazırlamasına, adapte olmasına kolaylık sağlayacaktır. Olay öncesi edinilecek doğru bilgilenme ise hem olay anında, hem de sonrasında sizi koruyacaktır.

Örneğin; evinde tatbikat yapmış bir aile deprem sırasında, hiç hazırlığı olmayana göre çok daha az panik ve kargaşa yaşayacaktır. Farklı bir olgudaysa, örneğin, tecavüze uğrayan bir kadın, kendisi için ne kadar zor olursa olsun, yıkanmamalı ve en kısa sürede tıbbi yardıma ulaşmalı ve adli tıp aracılığıyla “kanıtların” vücudunda bulunmasını sağlaması, daha sonrası için çok önem arzetmektedir.

Zorlayıcı ya da travmatik bir olaydan sonra çok zor da olsa suçluluk duygunuzla ilgili aklınıza gelen veya başkalarının size söylediği teselli edici yaklaşımları reddetmemeye çalışın. Her gün için önceliklerinizi belirleyin. Herbirini tek tek ele alın. Günlük rutin işleyişinize dönmeye çalışın. Ve tabii ki, en önemlisi, kendimizi “çaresiz” olarak görmemeliyiz.

“Hayatınızda değişmeyen ne var ?” sorusuna yanıt üretilebilmeliyiz. Bunu yapabilmek içinde SÜREKLİLİKLERİ KORUMA en önemli adımdır.
Süreklilik Prensibi
Yedi ana başlıkta devamlılık sağlanmalıdır;

1. KOGNİTİF DEVAMLILIK (Bilgilendirme): Yaşanan sürece, fiziksel vb., şartlara ve yakın geleceğe dair doğru bilgiler edinin. Bazen yetkili konumda olanlar paniğe yol açmamak ya da sorunu büyütmemek adına bilgi vermekten kaçınabilirler...Fakat önceden yeterli ve doğru bir şekilde alınan bilgilendirme, kişilerin kendi başlarının çaresine bakabilmelerine veya çözüm üretebilmelerine olanak tanır. Aksi taktirde daha büyük zorluklar ve panik yaşanır.

2. ROL DEVAMLILIĞI: Rollerimizi küçük işlerle belirlemeye çalışmak başlangıç için önemlidir. Bir iş yaptıklarında – çok basit bile olsa- kişiler, sürecin yarattığı olumsuz duruma konsantre olmak yerine kendilerini farklı kanallara yönlendirebilir. Yalnızlaşma yerine; insanlarla iletişime geçmek ve yardımlaşmak, bozulan anlamlandırma sürecini yeniden kazanmakta önemli bir unsurdur.

3. SOSYAL DEVAMLILIK: Arkadaşlarınızla ve diğer sosyal çevrenizle bağlantı kurmak, sürekliliğin yeniden kazanılabilmesi için önemli bir adımdır. Yalnız kalmayan ve sosyal desteği kaybetmeyen kişiler, başa çıkma becerilerini çok daha kolay harekete geçirebilmektedir.

4.TARİHİ SÜREKLİLİK: Ana temanız sürecin anormalliğidir. Süreç anormal ise, bu süreç içinde verilen tepkileri “normal” olarak görebilmeniz; “Ne oluyor, hasta mıyım, çıldırıyor muyum? vb...” gibi sorulara, paniğe kapılmadan sağlıklı yanıtlar üretebilmenize bağlıdır “Yine eskisi gibiyiz, bunlar anormal duruma verilen normal tepkiler” .

5.DUYGUSAL SÜREKLİLİK: Önemsendiğinizi hissetmek ve öncelikle anlattıklarınızın dinlenilmesi size çok iyi gelecektir. Kişilere “Seni anlıyorum, biliyorum” diyerek yaklaşılması tepki yaratır. Çünkü kişiler bu tür durumlarda kendilerini bu tür bir durumla karşılaşmış dünyadaki tek kişi olarak algılama eğilimindedirler. “Değişmeyen ne var?” sorusu, sorulabilecek en kilit sorulardan bir tanesidir. Sizler onlara varolanları gösterebilmelisiniz.

6.PSİKOLOJİK DEVAMLILIK: Gevşeme çalışmalarının yapılması ve bedensel aktivitelerin teşvik edilmesi ilk adımda yapılabilecek olanlardır. Bozulan anlamlandırma sürecinin yeniden kazanılması için yapılacak diğer destek çalışmaları psikolojik devamlılık içinde çok önemlidir. Bunların yanında doğru bir danışmanlık alınabilmesi için profesyonellere yönlendirme yapılması gerekenler arasındadır.

7.FİZİKSEL DEVAMLILIK: Sağlık ekiplerinden tıbbi destek sağlanması ilk adımdır. Kişinin uykusunu mümkün olan en düzenli bir şekilde sağlaması, yeme düzeninin korunması vb. konular için fiziksel aktivitelerin önemi çok fazladır. Bedenin hareketi “işe yarama” durumunun en somut göstergesidir.
Yaşamınızı Tekrar Rotasına Sokabilirsiniz.
Travmatik ya da zorlayıcı bir olaydan sonra yaşamınızı tekrar rotasına sokabilirsiniz. Bu süreç içinde, bu zorlayıcı yaşantının getirdiği birikim ve deneyimlerle, hayatınızın önceliklerini değiştirebilirsiniz. Bu yeni dönemde hayatınızda anlamsız bulduğunuz şeyleri devreden çıkararak daha özgür olabilirsiniz.

Bugünü yaşamaya daha çok önem verebilir ve hayatta çok sıradan karşıladığınız olayları takdir etmeye başlayabilirsiniz. Sizin için önemli olan kişilerle daha derin ilişkiler kurabilirsiniz.

En önemlisi, tüm bu zor süreç boyunca gösterdiğiniz tepkileri normal kabul edebilirsiniz. Kısacası böyle zor ve olumsuz bir olay, yaşamınızı olumlu olarak da etkileyebilir.
Travmanın Olumlu Etkileri
Birçok insan böyle bir olaydan sonra kendi güçlerinin ve kapasitelerinin farkına varırlar. Böyle durumlarda inanılmaz bir dayanıklılıkla ve dirençle zor duruma karşı hareket etmeye çalışırlar. Sonuçta, eskiye göre ne kadar farklı koşullar oluşursa oluşsun, sürece adapte olurlar. İnsanoğlunun ne kadar muhteşem bir adaptasyon yeteneği olduğunun farkına varılır. Böyle zorlu süreçler sonrasında çok sık rastlanan ifadeler arasında şunlar yer alır: “Zor durumlarla baş etmeyi öğrendim.” “Hayatımda önem verdiğim şeyler değişti.” “Meğerse bütün dünya bize / bana düşman değilmiş.”

Tuesday, June 24, 2014

Sebepsiz Can Sıkıntıları ve İçsel İşitsellik

Hep sorarız: "Neden psikoloji astronomiden çok daha sonraları gelişti?" diye. Sonra şöyle yanıtlarız sorumuzu: "Çünkü insan en son kendini tanımak istedi. Belki de kendinden çok uzaktakileri bilme çabası kendinde öğrenmek istemediği birçok şeyden de uzaklaşmanın yoluydu." Aslına bakılırsa insan kendine dair bildiklerinin artmasına paralel olarak önceye nazaran daha da uzaklaşıyor kendinden.
Her paradigma, insanı kendi öğretileri doğrultusunda tanımlar. Örneğin homosapiens (düşünen), homofaber (üreten), homoludens (oynayan), homoeconomicus (iktisadi) canlı tanımlamaları insanın bir yönünden yola çıkılarak yapılan tanımlamalardır. Bununla birlikte sonsuz ölçüde çok yönlü olan insanı anlamak ve tanımlamak adına ne kadar geniş bir perspektiften bakılırsa bakılsın muhakkak gölgede, karanlıkta kalan birçok yer olmaya devam edecektir. Bu eksikliği gidermek adına son yıllarda "insan; psikolojik, biyolojik, sosyal ve kültürel bir canlıdır" tanımına başvurulmaktadır.
İnsanı konu edinen ya da merkezinde insan olan bilim dallarından insan ile en çok içiçe geçmiş olanı şüphesiz ki psikolojidir. İnsanın davranışları, ilgileri, becerileri, değerleri, tutumları, ilişkileri, ruhsal durumları, çalışmaları, motivasyonu, dikkati, algısı, belleği, kişiliği, duygulan, düşünceleri ve daha nicelerini sayabileceğim birçok değişkeni, psikolojinin farklı uzmanlık dalları arasında varlığını sürdürmektedir. İnsanı anlayan ve onu yine kendisine anlatan psikolojinin insana dair b öylesine geniş bir uzmanlık yelpazesine yayılması da psikoloji ve insan arasındaki köklü ve mutualist ilişkinin yansımasıdır. (Mutualizm: Ortak yaşayan her iki canlının birbirinden faydalandığı ortak yaşama şekli.) insanın sonsuz ölçüde çok yönlü bir canlı olduğundan daha önce bahsetmiştim. Bu durum psikolojide var olan akımların ortaya çıkmasında da kendisini göstermiştir, insanı ve ona ait olanları anlamaya ve tanımaya yönelik geliştirilen kuramlar da farklı çıkış noktalarından hareket ederek insana dair çeşidi savlarda bulunmuşlardır. Psikopatolojiden ziyade insanın iç dünyasıyla, potansiyelleriyle, fenomenolojisiyle ve iyi bir canlı olduğuyla ilgilenen hümanist psikoloji bu akımlardan yalnızca biridir. (Fenomenoloji: Algılanan görüngeler - duyularla algılanabilen her şey, fenomen- öğretisi, olay bilimi.)
İnsanın iyi bir canlı olarak dünyaya geldiği, yaşamındaki amacının kendisini gerçekleştirme olduğu ve ruhsal anlamda yaşadığı olumsuzlukların da kendini gerçekleştirme sürecinde yaşadığı engellemeler sonucunda meydana geldiğini bizlere anlatan hümanist psikolojinin tanıdık simalarından Abraham Maslow, insanı daha iyi anlamamıza yardımcı olan ihtiyaçlar hiyerarşisini bizlere sunmuştur. Bir piramit yardımıyla resmedilen ihtiyaçlardan piramidin alt basamağından üste doğru olmak üzere; fizyolojik gereksinimler, güvenlik (barınma), ait olma, sevgi gereksinimi, saygınlık, bilişsel gereksinimler, estetik gereksinimler ve son olarak da kendini gerçekleştirmeden söz edebiliriz. Geçenlerde Yard. Doç. Dr. Ömer Faruk Tutkun hocamızla yaptığımız bir sohbette insan ile hayvan olma arasındaki ince çizginin Maslow'un ihtiyaçlar hiyerarşisinde anlatıldığından bahsetti. Nasıl olduğunu sorduğumda ise konuşurken elinden hiç düşürmediği kalemiyle önündeki not defterine bir piramit çizerek piramidi ikiye böldü:
"işte böyle! Bu çizginin yukarısında var olabildiğimiz ölçüde insan olabiliyoruz. Oysa bu çizginin aşağısında hayvanlarla ortak gereksinimlere sahibiz, yani onlarla aynıyız" dedi.
Piramidin en alt basamağında yer alan ve kabaca yeme, içme, cinsellik olarak tanımladığımız fizyolojik gereksinimlerimiz temelde hayvanlarınkiyle aynı ereğe sahiptir. Bu aşamada hayvanlar da yer, içer ve cinsel eylemlerde bulunurlar, insanlardaki cinselliğin, hayvanların cinselliğinden farklı anlamlar taşıdığı bu aşamada düşünülmemelidir; çünkü bu aşamada söz edilen cinsellik fizyolojik gereksinimden öte bir mahiyet taşımaz. Bir üst basamakta yer alan güvenlik (barınma) gereksinimlerimiz de hayvanlarla ortak bir gereksinimdir. Bizim gibi onlar da emniyette olmak adına bir yerlere sığınırlar. Piramidin bir üst basamağında yer alan ait olma gereksiniminin de hayvanlarla ortak olduğunu anlayabilmek adına bir belgeselden birkaç kareye tanık olmak yeterlidir sanıyorum. Onlar da bizim gibi toplumsal varoluş çabasına emniyet duygusunun eşlik ettiği bir yönelimle bir gruba, bir oluşuma dahil olurlar. Sürü halinde uçarlar, dolaşırlar, avlanırlar ve bir gruba dahildirler. İnsana yaklaşır gibi olduğumuz basamak olan sevgi gereksinimi de aslında hayvanlarla ortak yanımızdır. Özellikle maymunlar üzerinde yapılan araştırmalar, hayvanlardaki sevgi gereksinimini (özellikle anne-yavru) açıklamaktadır. Yani hala daha insan olamadık. Öyle sanıyorum ki insan olmaya başladığımız ve hocamın da işaret ettiği nokta, saygınlık gereksinimi basamağında yer alıyor. Aslına bakılırsa ormanların kralı olarak tanımlanan aslanların bu namları da bir saygınlık işareti olarak görülebilir ama artık farkındalığı devreye sokma zamanının geldiğini düşünüyorum. Piramidin bu basamağında Maslow, bizlerin toplumda bir prestije sahip olmaya ihtiyaç duyduğumuzu ve bu doğrultuda eylemler gerekleş örmemizin gerekliliğini anlatıyor, insan olabilmenin ölçütü kabul ettiğimiz enlemin, piramidi bu noktada kestiğini varsayıyoruz. Bir sonraki basamak olarak bilişsel gereksinimlerimiz karşılıyor bizi. Artık insan olduğumuzu rahatlıkla söyleyebiliriz. Düşünürüz, düşündüklerimizi ifade ederiz. Okuruz ve okuduklarımızdan yeni şeyler üretiriz. Yazarız. Bunun gibi temelinde daha nice anlak gerektiren faaliyetler insan olarak kimi bilişsel gereksinimlerimiz olduğunu anlatır bize. Gittikçe insanlığın doruğuna varıyoruz. Son basamaktan önce " tanımlanan estetik gereksinimlerimiz; heykel, müzik, edebiyat, şiir, dans, tiyatro ve spora dair çabalarımızı ve ürünlerimizi tanımlamaktadır, insan olmanın ve psikolojik danışmanın son amacı olan kendini gerçekleştirme eğilimi ise sınırlan ve tanımlaması net olmamakla birlikte insanın potansiyellerini maksimum düzeyde kullanarak kendisiyle ve toplumla tanışık ve banşık bir yaşam sürmesi anlamına gelmektedir. Kendini gerçekleştirme, ulaşılmaktan ziyade ulaşılma yolunda çabalanan bir konuma sahiptir. Maslow'un gereksinimler hiyerarşisinin yer aldığı piramidin anlaşılmasının ardından bu gereksinimler piramidinin günümüz olanakları ekseninde değerlendirilmesi gerektiği kanısındayım, insan olma mertebesinin saygınlık gereksiniminden yukarıya doğru başladığını kabul edebiliriz. Bu Çizginin çok yukarıda olduğunu . düşünenler de olabilir. Öyle düşünenler için çizginin çok daha aşağılarına da bir göz atabiliriz. (Örneğin fizyolojik gereksinimlere.) Geçenlerde hamallık yaparak geçinen bir vatandaşın gün içerisinde hiç para kazanamadığı için akşam eve ekmek gotüremediğine, evdekilerin ramazan ayında olduklarından iftar yapabilecekleri hiçbir şeyleri olmadıklarına ve bu vatandaşın bu yüzden intihar ettiğine hep birlikte tanık olmadık mı
Kısa bir süre önce bir tanıdığımla bu konularda sohbet ediyordum. Kaliteli bir yaşam sürüp süremediğini, gelirinin insanca bir yaşam için ideal olup olmadığı konularında sorular soruyordum. Yanlış hatırlamıyorsam 700 TL civarın da bir gelire ve bir eş ile iki çocuğa sahipti. Sorularıma karşılık olarak "Bir sıkıntı yok, geçinip gidiyoruz işte" demişti. Hayatından memnun gibi görünüyordu ya da öyle olduğuna dair kandırmıştı benliğini. Bunun bir akıl oyunu olduğunu nereden bilebilirdi. En azından geçen sayıdaki "Akıl Kârı Olmayan işler" üzerine yaptığım röportajı okumadığından eminim. "Peki, birkaç soru sormama izin verir misin«?-" dedim. "Sor" dedi fakat gözleri "Beni Benimle Bırak" diyordu adeta. "Ayda kaç filme gidebiliyorsun, takip ettiğin aylık dergiler var mı, bu ay hangi kitapları aldın, tiyatro ya da konsere gittiğin oluyor mu, hangi sporları yapıyorsun, ailenle dışarıda vakit geçirebiliyor musunuz" gibi sorularımı peş peşe sıraladım. Ben sorarken sıkılmış gibi görünüyordu. Sorularım biter bitmez verdi cevabını: "Ama bunlar lüks". Bu cevabı alacağımı biliyordum zaten; çünkü böyle öğretilmişti. Bunları sadece ekonomik durumu çok iyi olan bazı kimseler yaşayabilirler. Diğerleri ise nasıl yaşadıklarına aldırmadan, yalnızca yaşamalılar. Bu da yetmezmiş gibi bu yoksunluktan duyulan memnuniyet de övülesi bir şey olarak görülmektedir. Bir insanın yaşamdan doyum sağlaması için gerekli olanlar, bir diğer insan için neden lüks sayılsın. Bu size de anlamsız bir kurmaca, köreltmece gibi gelmiyor mu«?- Aslında söylenecek çok şey vardı ama çıkmalıydım. Dışarıda beni bekliyorlardı. Verdiği cevabın üzerine kapıdan çıkana kadar sessizliğimi korudum. Kapıdan çıkarken "insan olmanın lüks olduğunu söylüyorsun, söylüyoruz, söyletiyorlar. Bu, çok acı" diyerek oradan uzaklaştım.
Aykut BORA / Psikolojik Danışman / 

Saturday, June 21, 2014

Gezi Direnişi, politik psikoloji açısından nasıl yorumlanabilir?

 

ULAŞ BAŞAR GEZGİN   
Direnişin Politik Psikolojisi: Kalabalıklar ve Kitleler Gezi Direnişi’nden önce, Türkiye’de politik psikolojik birçok yorum, “bu halktan birşey olmaz” gibi bir altyapıya dayanıyor; bu nedenle, itaatle ilgili çalışmalar öne çıkıyordu. Şimdi itaatsizlikle ilgili çalışmalar gündemde

Gezi Direnişi, politik psikoloji açısından nasıl yorumlanabilir?
Bu soruyu yanıtlamak için, politik psikolojinin çeşitli boyutlarını açmak gerekiyor. Birinci tür politik psikolojiler, psikolojinin politik ya da yeterince politik olmadığını ileri sürerek, psikolojiye politik bir bakış eklemliyor. İkinci tür politik psikolojiler, psikolojinin politik olduğunu ancak kendini politik değilmiş gibi sunduğunu; bunun yerine kendi politik görünmezlerinin farkında olan bir psikolojinin gerekli olduğunu ileri sürüyor. Üçüncü tür politik psikolojiler, yöntem ya da kuram eleştirisi yapmak yerine, seçimler, liderlik vb. politik konulara psikolojik yöntemle yaklaşıyor (bu açıdan, bu türün politik psikoloji yerine psikolojik siyasetbilim olarak adlandırılması, daha doğru olabilir). Dördüncü tür politik psikolojiler ise, siyasetbilim alanındaki kimi kuram ve modelleri psikoloji konularına giydirmekten yana.
Böylece, Gezi’nin politik psikolojisi, en az dört sürüme karşılık geliyor.
1-
Birinci açıdan, Gezi Direnişi, eleştirel psikoloji için bir olanak sunuyor. Anaakım psikolojinin akademi ve klinik ile gerçek dünya arasında ördüğü aşılmaz duvar, eleştiri konusu ediliyor. Öte yandan, bu politik olan dışarısı ve apolitik olan içerisi ayrımı, çok da doğru değil. Anaakım psikologlar, araştırmalarında politik olmamaya çalışıyorlar ve politik olmadıklarını iddia ediyorlarsa da, bağlı oldukları kurumlar dolayısıyla, politikanın mikro ve makro boyutlarında varlar. İktidarın olduğu heryerde politika varsa, psikologlar da meslektaşlarıyla ve meslekdışı kişilerle ilişkilerde politika yapmış oluyorlar.
“Her yer Taksim, her yer direniş” sloganı, aslında, bu iktidarın her yerde oluşunun ve iktidarın olduğu her yerde siyasetin de olduğundan hareketle, her yerin siyaset alanı olduğu biçimindeki gerçekliğin bir özeti olarak okunabilir. Geniş anlamıyla, her şey, politik; dar anlamıyla ise, yalnızca, seçim sandıkları, meclis, bakanlar kurulu vb. politik. Egemenler, politikanın dar tanımından yana; onlar, sandığın onlara her tür yetkiyi verdiğini iddia ediyor ve iddia etmekle kalmayıp bu yöndeki çeşitli uygulamaları hayata geçiriyor. Gezi Direnişi, bu açıdan, politikanın dar anlamından geniş anlamına geçişi ifade ediyor. Gezi, politikanın anlamını derinleştiriyor. Böylece, politik psikologlar, psikoloji bilgisindeki ve hizmetindeki politik olmadığı iddia olunup da aslında politik olan öğelerin avına çıkıyor.
2-
İkinci açıdan, Gezi Direnişi, yukarıda anılan dış bağlamı geri plana alarak, psikologların bilgi ve hizmet üretiminde iddia ettikleri politika-üstülüğü sorguluyor. İkinci tür politik psikoloji, psikologlardan, kendi kör noktalarının farkında olmalarını, sınıfsal, politik, cinsel vb. özelliklerinin psikolojik bilgi ve hizmet üstündeki etkileri üstüne dikkatli olmalarını talep ediyor. Öte yandan, her psikolojinin politik olduğu biçiminde özetlenebilecek bu tez, ters yönden bakılarak, “her politikanın psikolojisi olur mu; olursa nasıl olur?” sorusunu daha fazla irdelemeyi gerektiriyor. Değişik politik görüşlerden psikologların Gezi’yi farklı farklı yorumlamaları, tam da bu soruyla ilintili. Yorumcular, açık ya da örtük politik görüşlerine göre, Gezi Direnişi’ni özneleştiren ve nesneleştiren açıklamalar yapıyorlar. Birinci tür açıklamalarda, direniş, daha çok özgür iradeyle açıklanırken; nesneleştiren açıklamalarda belirlenimcilik varsayımı var.
Bu iki açı, daha çok muhalif psikologlar ya da psikolojiye muhalif bir noktadan bakanlar tarafından benimsenirken; bundan sonraki iki açı, daha çok, Amerikancı bakışlarda görülüyor.
3-
Üçüncü sürümde, politik psikoloji, anaakım psikolojinin politik öğeleriyle hesaplaşmadan ve hatta özellikle hesaplaşılmamış bir psikolojiye bilimsellik payesi vererek, dar anlamıyla politik olarak görülen seçimler, liderlik vb. konulara odaklanıyor. Politikayı anlamak için, psikolojiden medet ummanın nedenlerinden biri de, gerçek yaşamda, siyaseti, siyasetbilim okumuşların yapmıyor oluşu. Psikoloji, politika yorumcularına bir bilimsellik zırhı giydirerek; onların daha fazla dikkate alınır olması gibi bir işleve sahip oluyor. Bunun klasik örneklerinden biri, ulusal çatışmaları seçilmiş travmalarla (bu travmaları genellikle bu uluslar değil, yazarların kendisi seçiyor; bu nedenle, bilimsel yönleri çok tartışmalı; ideolojik işlevleri olduğu ileri sürülüyor) açıklayan Vamık Volkan ve benzeri psikodinamik psikologlar. Bu yaklaşımların, politik olanı diğer sosyal bilim alanlarını dışarıda bırakacak bir biçimde psikolojikleştirmesi, çok tartışma yaratıyor. Ezenlerin bakışı, kimi çözümlemelerde açıkça gözlemlenebiliyor. Gezi Direnişi’yle ilgili psikodinamik yorumların bir bölümü (babaya isyan, anneye kendini kanıtlama vb.), bu üçüncü tür altında değerlendirilebilir.  
4-
Dördüncü tür politik psikolojiye örnekler ise, siyasal değer araştırmaları üzerinden ya da uygarlıklar çatışması gibi tezlerden psikolojik sonuçlar çıkaran ve hatta bu yönde çeşitli bulgulara da ulaşan çalışmalar. Bu tür çalışmalarda, direnişi kültürel bir çatışma gibi görme eğilimi var.
* * *
Bunların dışında, bu dörtlünün altında değerlendirilemeyecek, yine de, politik olanı açıklamak için kullanışlı olabilecek çeşitli sosyal psikoloji bilgi ve bulguları var. Bunlardan biri, kimlik kuramı. Bu kurama göre, bireysel kimlik, ‘ben’in diğerlerine göre hangi noktalarda farklılaştığına odaklanırken; toplumsal kimlik, ‘ben’in diğerleriyle hangi noktalarda benzeştiğine eğiliyor. Direniş’in her iki süreci de harekete geçirdiği görülüyor. Birçok örnekte, sosyal psikolojiyle politik psikoloji, içiçe geçiyor. Sosyal olmayan bir psikolojinin politik olanı açıklaması zor. Psikolojiye ezenlerin açısından bakan; insanların biraraya geldiğinde bir kitle değil kalabalık olduğunu; insanların toplu halde olduklarında hayvanlaştıklarını ileri süren LeBon’un erken dönem sosyal psikolojinin olduğu gibi politik psikolojinin de önemli bir ismi olması, bu içiçe geçmeye bir diğer örnek. Psikologların, biraraya gelmiş insanları kötücül ya da iyicil olarak yorumlamasının politik bakışlarına ve biraraya gelenlerle özdeşlik kurup kurmamalarına dayandığı rahatlıkla söylenebilir.
Politik psikoloji tartışmalarında, psikolojinin yardımcı disiplin olarak seçtiği alanın psikolojik bakışın türünde belirleyici olduğu anlaşılıyor. Sosyolojiye yaslanan politik psikoloji, daha çok sosyal psikolojideki grup süreçleri gibi kavramlara odaklanıyor. Antropolojiye ve mitolojiye yaslanan politik psikoloji ise, daha çok topluma genellenmiş bireysel ilişkilenme biçimleri ve çocukluk yaşantıları gibi konular üzerinden psikodinamik açıklamalar getiriyor. Bilinç ve bilinçdışı da, bu iki tür bakış için önemli bir kırılma noktası. Psikodinamik yaklaşımla, insan, dürtülerinden kaçamayan bir kader mahkumuna dönüşürken; sosyal psikolojik açıklamalar, bilinçli davranışların çalışılmasına da açık. Bu ayrım, yukarıda anılan nesneleştirme-özneleştirme ayrımıyla da bir ölçüde çakışıyor. Politik psikoloji, nadir olarak, felsefe, coğrafya, dilbilim vb. alanları kendisine destek olarak kullanıyor. Doğa bilimlerine yaslanan politik psikoloji çalışmaları ise, politikayı sayısal bir bulmaca olarak tarifliyor. Politik psikolojiyi yazınla buluşturan alan, politikacıların psikobiyografileri, hatta psikodinamik yaklaşımla açımlanmış psikanalizleri.
3. ve 4. türden birçok politik psikoloji araştırması, duygu, davranış ve biliş (ABC modeli) üçgenine dayanıyor. Burada, duygu, akıllı mantıklı olmayan tutumlar ve önyargılar gibi düşünsel öğelere karşılık geliyor. Davranış, bir konuyla ilgili algıya değil olana odaklanıyor. Biliş ise, daha derin düşünmeye dayanan, bilinçlilikle daha yakın ilişkide olan düşünsel öğeler. Bu üçlemenin en az iki ayağına dokunan yaygın konular, algılanan neden-sonuç ilişkileri (yüklemleme, güdülenme vb.), karar verme süreçleri, ve izlenim yönetimi, ikna (‘kandırma’ olarak da okuyabiliriz), propaganda ve tanıtımla ilişkili politik stratejilerin psikolojik boyutları.
Bu 3. ve 4. türden politik psikoloji araştırmalarında, ‘büyük-adamcı politika yanılgısı’, sık sık görülebiliyor. Toplumsal ve topluluksal etmenler gözardı edilip siyaset, liderin özelliklerine indirgeniyor. En otoriter liderin bile toplumsal ya da topluluksal kabul edilebilirlik ekseninde hareket etmek durumunda olduğu unutuluyor. Sosyal psikologlar, çevresel etmenleri gözden kaçırarak bir bireye olduğundan fazla öznelik (yaşamını kontrol edebilme düzeyi anlamında) atfetmeyi ‘temel yüklemleme yanlışı’ olarak adlandırıyor. Öte yandan, toplumsal ve topluluksal etmenleri gözardı etmeden, bir liderin kişisel özelliklerini incelemek, olası ve hatta politik psikoloji, hangi tür kişilik özelliklerinin bir kişiyi liderliğe taşıyabileceği üstüne dikkate değer birçok çalışmayı da kapsıyor.
Psikodinamik yaklaşımla sosyal psikolojiyi birleştiren görece az sayıdaki çalışmadan biri, Frankfurt Okulu düşünürü Adorno’nun ‘otoriteryen kişilik’ kavramı. Adorno, çalışmasını bilimsel bulgulara dayandırırken, psikanalitik kavramlardan da vazgeçmiyor ve faşizmin gücünü kişilik yapısına bağlıyor. Bu yönde çalışmalar yürütmüş olan Wilhelm Reich’ı ve Erich Fromm’u anmak gerekiyor. Psikoloji kökenli olduğu unutulan Foucault’yu da, politik psikolojinin önemli isimlerinden biri olarak sayabiliriz; çünkü o, hem psikolojinin ve genel olarak toplumsal bilimlerin ezenlerin elindeki gerçek işlevlerini açığa çıkarmak gibi bir çaba içine giriyor; hem de politikanın geniş tanımını görünür kılmakla alanın kapsamını da geliştirmiş oluyor.
İlk dönem araştırmacıların paylaşım savaşlarından ve faşizmden büyük oranda etkilendiğini; ikinci dönem araştırmacılarınsa, 68 hareketi gibi toplumsal olaylarla içiçe olduğunu anımsamak, kitleye/kalabalıklara bakıştaki farkları daha iyi anlamamızı sağlıyor. İlk dönem politik psikologların sağcı olanlarının da solcu olanlarının da bireyi yücelttiği, kitleyi sürü gibi gördüğü anlaşılıyor. İkinci dönem politik psikologlar ise, siyasal konumlanışlarına göre, daha kitle dostu açıklamalar ve yorumlar yapıyorlar.
Gezi Direnişi’nden önce, Türkiye’de politik psikolojik birçok yorum, “bu halktan birşey olmaz” gibi bir altyapıya dayanıyor; bu nedenle, itaatle ilgili çalışmalar öne çıkıyordu. Şimdi itaatsizlikle ilgili çalışmalar gündemde. Yani faşizmi çözümlemek için kullanılan araçlar, Gezi’yi açıklamak için yetersiz kaldı. Zaten gündelik olanın politikleşmesi olarak adlandırılan süreç, politikanın dar anlamına hapsolmuş en muhalif politik psikolojinin bile açıklayamayacağı bir gerçeklik olarak ortaya çıktı.
Politik psikolojinin, pratik bir bilgi olarak, iyiye kullanımından çok, kötüye kullanımı göze çarpıyor: Seçmen nasıl kandırılır; psikoloji bilgisi, içeride tutulan muhaliften bilgi almak ya da onu yıldırmak için nasıl kullanılabilir; skandallarla sarsılan devlet görevlisi imgeleri nasıl düzeltilir; gündem nasıl değiştirilir; psikolojik savaş yöntemleri nasıl kullanılır; psikolojinin baskıcı yöntemleri, tutsak edilen muhaliflerin üstünde nasıl denenir; linç kültürü aşılanarak, kitleler, nasıl devletten daha devletçi duruma getirilir vb. sorular, ilk öne çıkanlar...
Gezi Direnişi, yalnızca falanca disiplin tarafından yorumlanacak bir olay değil; aynı zamanda, falanca disiplinleri dönüştürecek bir araç. Diğer bir deyişle, etki, iki yönlü: Direniş, toplumsal bilimleri; toplumsal bilimler de, direnişi etkiliyor. Dolayısıyla, direnişi yorumlayan politik psikologların, sözün ilk iki anlamıyla, “ben bu süreçte nasıl dönüştüm/dönüşüyorum?” diye sorması gerekiyor... (UBG/HK)

Wednesday, June 11, 2014

Spinoza: Hayatın Geometrisi



Felsefenin büyük kitaplarının harikulade bir özelliği, hem "sokaktaki insan"ın okuyup anlayabileceği, hem de yalnızca işin "jargonundan" haberdar olan uzmanların, yani felsefecilerin başedebileceği iki ayrı düzlemde yazılmış olmalarıdır. Yayın dünyamıza üçüncü kez sessizce giren Spinoza'nın Ethica'sı işte bu tür kitaplar arasında belki de tarihsel önemi en yüksek olanlardandır. Sokaktaki insanın anlayabilmesi bütün teknik okuma zorluklarına karşı, yalnızca mümkün değil, zorunludur, çünkü orada yalnızca ve yalnızca --herkesin doğal olarak "fikir sahibi" olduğu-- "günlük hayattan", "yaşam pratiğinden", "tutkulardan", "imgelemden" ve "bireysel ya da kollektif" yaşamdan bahsediliyor. Buna karşın, ilk bakışta sokaktaki okuyucuyu belki de dehşete düşürebilecek sunuluş biçimi (Öklid geometrisi gibi, tanımlar, belitler, önermeler halinde düzenlenmiş "geometrik" bir sunum), sürekli olarak Tanrı'dan, Tözden, Sıfatlardan bahsedilmesi okurun cesaretini kırabilir. Oysa Spinoza'nın resmettiği "hayatın geometrisi"ydi --fikirlerin ve duygulanışların gündelik yaşamımızda olduğu kadar bütün varoluş hallerimizde (en mistik alanlara varıncaya dek) birbirlerini kovalayıp durdukları, birbirlerini etkiledikleri ve belirledikleri. Böyle bir yaşam portresi modern dünyamıza o kadar uygundur ki, Spinoza'yı günümüzün, hatta geleceğimizin filozofu olarak kabul etmek zorunda kalırız. Ve fikirlerin bir örgütlenmesi olarak felsefe geometrik bir yönteme bu yüzden ihtiyaç duyar --fikirlerden yeni fikirlerin türeyişi... Böylece eğer "geometrik sunuş"ta bir aykırılık görünüyorsa çözüm de hazırdır --Spinoza yöntemini ne kadar matematikleştirirse o kadar yetkin bir şekilde günlük bireysel yaşamın içine dalmaktadır...

Spinoza, eserinin ilk anlarından itibaren Tanrı'dan, Töz'den, Özler dünyasından filan bahsedip durur: ılginçtir, ne kadar Tanrıdan bahsederse çağdaşları ve ardılları tarafından o kadar "tanrıtanımazlıkla" suçlanmaktadır; ruhtan, tinden ne kadar bahsederse, o kadar "maddecilikle" suçlanmaktadır... Spinoza'yı ilk "modern" filozof olarak algılamanın yanlış olabilir, buna karşın ona ilk "laik filozof" diye tanımlayabiliriz: Bahsettiği Tanrı ne uhrevi dinlerin Tanrısıdır ne de sanıldığı gibi, Descartes gibilerine daha uygun düşen "felsefi Tanrı". Tek bir cümleyle ifade edersek, Spinoza Tanrısı, ezeli-ebedi ve bitimsiz bir üretim kudretidir; her şeyin kendisinden çıkabildiği bir varoluşun sonsuz akışıdır. Spinoza böyle bir Tanrıya mutlak bir ihtiyaç duyar; çünkü dar, sonlu ve belirsiz bir "öznellikle" başlayan bir felsefe (Bacon ile Descartes'ı, bir de Platon, Aristo gibi eskileri kastettiği anlaşılabilir) bize olsa olsa dar ve belirsiz "kavramlar" kazandıracaktır --Tıpkı Rönesans ressamlarının yepyeni biçimleri (çoğul perspektifler), yepyeni renk ve temaları serbest kılmak üzere, insan kalabalıklarının kısıtlı dünyasının "üstünde" yer alan ilahi dünyayı işlemeye girişmelerinde olduğu gibi, Spinoza'nın felsefesinde biçim bulan Tanrı da, kavramların büyük bir güçle fışkıracağı bir kaynak haline gelecektir --bir kavramlar jeneratörü... Dolayısıyla uhrevi dinlerin "kudreti krallarınkine benzetilen" Tanrısı'ndan çok uzaktır --nefret eden, intikamcı, ya da bağışlayıcı, sanki insan tutkularıyla bezenmiş... Bizzat kendisi doğa olduğu için doğal bir zorunlulukla eyler... Ve bu Tanrı, Spinoza bu konuda son derecede açıktır, pekala bilinebilir ve tıpkı bir üçgenin iç açılar toplamının dikaçılı bir üçgene eşit olduğu gibi kesin bir zorunlulukla ıspat edilebilir: Tanrı bir "inanç" ilkesine değil, "bilinebilirlik" ilkesine bağlıdır --kısacası o inanılacak bir merci değil, bilinecek bir varoluştur. Spinoza, yalnız ve yalnız bu açıdan "tanrıtanımaz"dır.
İkinci paradoks da kolayca çözülebilir: Spinoza sürekli olarak ruhtan, bilgiden, zihinden, idealardan bahsedip durmasına karşın maddecilikle suçlanır --çünkü basitçe her türlü düşünmenin ve tinsel olgunun aynı zamanda "bedensel" olduğunu derinden kavramıştır. Bedeni, filozoflara "ne düşündüklerini ve nasıl düşündüklerini" anlamak için bir "model" olarak önermektedir: Spinoza'nın bu çağrısı aslında hem Hıristiyan tipi ahlaka, hem de filozoflara (özellikle Descartes'a) karşı yöneltilmiş inanılmaz güçte bir protesto kılığındadır --insanlar bedenin ruha boyun eğeceği, onun iradesine tabi olacağı yüzlerce değişik ahlak sistemleri geliştirdiler; oysa bir uyurgezerin uyandığı zaman uykusunda ne yaptığını bilemeyişi gibi, bedenlerinin nelere kadir olduğunu bile bilmiyorlar... Ethica'yı çok yönlü bir bir kitap kılan da işte budur: Yalnızca bir ahlak kitabı değil, bir davranışlar bilimi, bir doğa felsefesi, bir siyaset ve bir varlıkbilim kitabı.
Beden nasıl bir model olabilir? Spinoza'nın bu modeli sunuşundaki mantık silsilesi o kadar sağlamdır ki, onu takip etmekten başka yapacak bir şey kalmıyor geriye: Bizde bir tarafta dış şeyleri temsil eden, dolayısıyla "nesnel gerçekliğe sahip" fikirler, öte tarafta da bu fikirlerin "belirlediği" "ruhsal haller", yani "duygular" (affectus) var. Günlük yaşam önce fikirlerin bir akışı, bir kovalamacası, bir çağrışımlar silsilesidir --tıpkı şiir okurken imgelerin birbiri adına ruhumuzu sarması gibi... ıkinci olarak nasıl bir fikirler silsilesi varsa, hayatımız "duyguların" birbirini takip edişiyle, birbirlerini yerlerinden söküp atmasıyla, birbirlerini kovalamalarıyla geçer. Bu durum, hem "sokakta" hem "tarihte" hem de Spinoza'nın Ethica'sının "geometrisinde" eş ölçüde geçerlidir. Ama "duyguları" belirleyecek olan fikirler gökten zembille inmezler --onlarla sokakta karşılaşırız, onlarla kitaplarda karşılaşırız, filmlerde, otobüs duraklarında beklerken, reklam tabelalarını seyrederken karşılaşırız --bu karşılaşmaların "bedensel" karşılaşmalar olmadığını söylemek budalalık değilse nedir?
Ancak insanoğlunun "bilinçli" olmasından gelen bir talihsizliği vardır --bilinçli bir varlık olduğunuz için övünmeye erken başlamayın!--; fikirler bizde sıra sıra dizilir, birbirlerini takip ederlerken, onların yalnızca "nesnel gerçekliğe" sahip olmakla kalmadıklarını, Spinoza'nın deyişiyle, "fikirlerin de fikirleri" her zaman oluşturulabileceği için, "içsel bir gerçekliğe" de sahip olduklarını unutmamak gerekir. Nedir bu "içsel gerçeklik"? Bu demektir ki, her fikir aynı zamanda bir "şeydir" ve her şey gibi, şu ya da bu oranda "gerçekliğe", yani "kudrete" sahiptir. Spinoza'nın en özgün düşüncelerinden biriyle karşı karşıyayız: Sözgelimi Tanrı fikri, bizzat kendi başına, zihnimizde sonlu bir şeyin fikrinden, bir "örümcek" fikrinden sonsuzca daha fazla "yer kaplar". Yani ondan sonsuzca daha güçlüdür. Ondan sonsuzca daha yüksek bir gerçekliği vardır.
Bu zor dönemeci almalıyız; çünkü Spinoza'nın anahtarı buradadır: Fikirlerin "farklı gerçeklik derecelerine" sahip olmaları, belirledikleri "duyguların" (affectus) da farklı derecelere tekabül etmesine yol açar. Caddedeki kalabalık içinde, epey önce bozuştuğunuz eski sevgilinizin dalgalı saçları bir anda yine yakaladı sizi --eski sevgilinizin fikri, çağrıştırdığı, hafızanıza ait bir dizi fikirle birlikte, sizde bir ruh hali belirlemeden edemez: Bir "duygu" --nefret, içerleme, gocunma... hüzün... Ya da hayır, bunlar "duygu" filan değil, "tutku halleridir" --sevgi, nefret, haset, içerleme, hepsi bedeninizin başına gelen, ürperten ya da gıdıklayan heyecanlardır. Spinoza diyecektir ki, unutmayalım, "bedensel karşılaşmalar", dolayısıyla fikirler hep birbirlerini takip ettiklerine göre, belirledikleri duygular da birbirlerini takip edeceklerdir: Duygular her zaman, bir değişmeler dizisi içinde yaşanırlar. Eski sevgilinizden artık uzaklaştınız, sevdiğiniz bir dost, ona tekabül eden bir heyecan --neşe, sevinç... Hayat böyledir, başka türlü değil: Duygular anlık haller değildirler --Spinoza'nın deyişiyle "varolma kudretimizdeki" artış ya da azalışlardır duygular. Ve biz, kendimizi sokakların tesadüfi keyfine attığımızda, Simmel'in "metropoliten" insanı gibi, sürekli bir "değişiklikler zinciri" içinde yaşamaya mahküm görünüyoruz: Neşe-hüzün-keder-sevinç-hoşlanma-gıdıklanma... Sevinç ile Kederi Spinoza bütün öteki duyguları türeteceği iki temel kutup olarak çekip alır böylece --insanoğlu, yaşamın her düzleminde, birey ya da grup halinde bu iki duygu arasında savrulup durur bir haldedir: Dinlerin Tanrısı öksüz bırakmıştır onu.
Yine de böyle umut kırıcı bir mahkumiyetten çıkış olanağı vardır: Hiç değilse sahip olduğumuz "fikirlerin" duygularımızın akışını, dolayısıyla varoluş kudretimizdeki yükseliş ve alçalışları belirleyebileceğinin farkındayız. Spinoza'nın aslında hiç bir "ahlak"a, hiç bir "törebilim"e sahip olmadığının kanıtı da burada: Her şey "bedenimize ve düşüncemize" uygun gelen "karşılaşmalar" örgütleyebilme işidir. Çünkü aslında "duygulanışlarından başka hiç bir şeyle" tanıyamadığımız bedenimiz, karmaşık yapısı nedeniyle birden fazla yoldan "etkilenebilme", yani "duygulanabilme" kapasitesine sahiptir. ışte Spinoza'nın ahlakı: Tek boyutlu insandan dışarıya çıkış --Simmel'in modern kentlisinin hep maruz kaldığı "yalnızca tek bir türden uyaranlar bombardımanı"nı geriye itmek, inzivaya çekilmek ya da lanetlemek filan değil, uyaranlardan mümkün olduğunca fazla yollardan ve tarzlardan etkilenmeyi başarmak. Etik, iyi karşılaşmalar örgütlemektir.
Mümkün olduğu kadar fazla yollardan sevinç türetmek formülü böylece yerine oturmaktadır. Peki bunun yolu nedir? Spinoza, açıkçası başlangıçta umutsuz gibidir. Biz, sonlu varlıklar olarak, doğru zamanda doğru yerlerde kolay kolay olamayız: Karşılaşmalarımız ya edilginlik hallerimizdir (tutkular=passio) ya da tümüyle tesadüflere kalmış budalalıklarımız. Üstelik siyasal rejimlerimiz de, şöyle bir tarihe göz attığımızda, iyi ve mutlu karşılaşmalara olanak sağlama konusunda pek cömert değillerdir. Tam aksine, tiranlıklar ve dinsel-teokratik rejimler, bendelerinde mümkün olduğunca "kederli" duygular uyandırmak zorundadırlar. Tractatus Theologicus Politicus kitabının ana programı bu hali aydınlatmaktır: Rahip ile despot, elbirliği içinde, kederli duygular ekip dururlar --"korku", "nefret", ama aynı zamanda "umut", "güven", "imrenme"... Hiçbir siyasal iktidar yalnızca şiddet, baskı ve korku üzerinde varlığını sürdüremeyeceği için, "umut" ve "güven" duygularına da başvurmak zorundadır. ışte bu yüzden, Spinoza, bütün filozofların aksine ilk "demokrat" filozof olmuştur.
Spinoza, böyle bir düşünce çizgisi üzerinde, "bilgiyi" tam bir "olumlu duygu"ya dönüştürmeye çabalamaktadır --fikirlerimiz, duygusal hallerimizi onayladıkları gibi, onları üretebilme yeteneğine de sahip oldukları ölçüde, "edilginlik" hallerimiz olan bazı tutkular belli bir oranda güçlenmemiz ve sevinçli tutkulara geçebilmemiz için bir araç olabilirler. Öncelikle, bizde üç tür fikir bulunduğunu anımsamak gerekir --birincisi "etkilenme fikirleridir", ikincileri "mefhumlardır", üçüncüler ise "özlerin fikirleridir". Birinciler bizde hep vardır, ikincilere kısmen ve bazı hallerde sahip oluruz, üçüncüler ise, doğru dürüst "felsefe yapmadıkça" çok zordurlar. Kurtuluş, yükselme, ya da "çıkış" hep mahküm göründüğümüz "birinci tür" fikirlerden ikincilere ve üçüncülere doğru hareketimizdir: Ama olağan insanlık halindeki "yükselip alçalmalarla" ve savrulmalarla belirlenmiş fikirler ve duygular sıralanışı insanı hep "etkilenme fikirleri"nin dünyasına kapatmaktadır --Spinoza'nın "affectio"su... Bu, kısaca söylemek gerekirse, "bedenin belli bir şeyden etkilenmesi" demektir: Güneş ışınları bedenimde gezinirler... Ve izlerini bırakırlar. Bu noktada önemli olan, bu türden fikirlere sahip olduğum ölçekte ve sürece, onları bedenimde "izler" halinde barındırmayı sürdürmem ve bu "etkilenmelerin" nedenlerinden asla haberdar olmamamdır. Bedenim, duyuların etkilenmiştir ama neyin tarafından, hangi yollardan etkilendiklerinin fikri elimde değildir --güneş kili katılaştırır, mumu ise eritir... Bunlar bile "etkilenme fikirleri" oolmakla kalırlar. Bu, gündelik hayata aktarıldığında yalnızca şu anlama gelir --"etkilenme fikirlerinin" etkisi altında kalmakla sınırlandığım ölçüde "karşılaşmaların tesadüfüne bırakılmış" halde yaşarım. Bedenim çeşitli şeyler tarafından çeşitli yollardan etkilenip durur; ama ne yazık ki hiç bir şey elimde değildir --ve yine ne yazık ki, insanların büyük bir bölümü, böyle yaşamayı sürdürür.
Sihirli yükseliş "beden nedir peki?" sorusunun sorulduğu andan itibaren başlayacaktır. Spinoza beden sorusunu hep "güç" ve "kudret" terimleri içinde düşünmeye eğilimlidir --bir beden neler yapmaya muktedirdir? Bir bedeni anlamak demek, onun başka bedenlerle içine gireceği temasları ve karşılaşmaları kavrayabilmek demektir --beden kudreti sorusu, bizi böylece Spinoza'nın temel programının en önemli çizgisine taşıyacaktır: Güce dair hukuksal biçimin derin eleştirisi. Blyenbergh adlı, sıkı Hıristiyan ve gençten bir mektup arkadaşı bir ara Spinoza'yı şu sorularıyla bunaltmaya girişir: Bayım sizin felsefenizde "kötülüğün" yeri nerede? Tanrının buyruğunca yasaklanan, "günah" olan, ve Adem'in "düşüşüne" (cennetten kovuluşuna) götüren "kötülük" hani? Spinoza önce işi saflığa vurur: Kötülük yalnızca bir bedenin karakteristik birleşimini, organizmasının düzenini dağıtan veya zarar veren bir karşılaşmadan ibarettir. Tanrının gözünden bakıldığında da böyle bir şey asla kötü filan değildir. Spinoza "skandalı" başlamıştır. Blyenbergh ısrar eder: Bayım, siz şeytanın ta kendisisiniz! Tanrının ahlaki yasağı ve cezası sizin felsefe sisteminizin neresinde duruyor? Spinoza bu soruyu, biraz sabırla ve neşeli bir "Ademin düşüşü" öyküsüyle yanıtlar --tabii kendi yöntemince: Sürekli olarak Adem'e elmayı yemesini yasaklayan Tanrı örneğini önüme sürüp duruyorsun. Üstelik bunu bir ahlak yasası olarak kabul ediyorsun. Ama bu iş hiç de bildiğin gibi olmadı. Tanrı Adem'e yalnızca elmayı yerse zehirleneceğini, başka bir deyişle elmayla karşılaşmanın Adem'in bedeninin karakteristik bileşimini bozacağını anlattı. Elma senin için zehirdir. Ama Adem, Hıristiyanların inandığının aksine "ilk insan" olduğu ölçüde hiç de anlayışlı ve yetkin biri değildir --eğer elmayı yediyse bu Tanrının buyruğuna boyun eğmediği ve günah işlediği anlamına gelmez. Olsa olsa elmanın kendi bedeninin içsel düzenini bozacağı konusunda hiç bir gerçek bilgiye sahip olmadığı, kısacası ne kendi bedenini ne de elmayı, ayrıca kendi bedeniyle elmanın karşılaşmasıyla neler olacağını hiç mi hiç bilmediği anlamına gelir.
Böylece her şey, bedenin gücünün nelere muktedir olduğunun bilgisine nasıl sahip olunabileceği tartışmasına bağlanacaktır. Bir beden, sonsuz bir derecelenme üzerinde belli bir kudret derecesinden başka bir şey değildir. Ve kudreti "hukuksal olarak", yani Tanrı'nın "yasaklama" iktidarı terimleriyle ele almaya kalkışmak tam bir felaket olmuştur: Spinoza'nın kitabının birinci bölümü bu felaketi anlatır --insanlar, Tanrının ve kendilerinin bilgisine asla sahip olmadıkları ölçüde onun kudretini (sonsuz bir yapıp etme kudretidir bu) kralların kudretiyle karıştırırlar --Tanrıya beşeri özellikleri malederek onun sonsuz "sıfatlarını" birer "karaktere", "kişisel özelliklere" tercüme ederler. Spinoza'nın birinci kitabının stratejisi, dinler tarihine yönelik en etkili saldırıyı hazırlar --Tanrının "bir" olması, "bağışlayıcılığı", "yarlıgayıcılığı", vesaire, bütün bunlar "sıfat" filan değil, Tanrı açısından hiçbir karşılığı olmayan beşeri atıflardır (propria).
Blyenbergh ise hala ısrarcıdır --peki annemi öldürmem ahlaki bakımdan toptan anlamsız mıdır? Kötülük nerede? ıki eleştirisi vardır Spinoza'ya: Tasvir ettiğiniz doğa sürekli bir birleşme ve bozulma halinden oluşan bir kaosa benzemiyor mu? Düzen nerede? Spinoza nazikçe cevaplar: Doğanın tümü açısından bakıldığında her şey bileşmedir ve bozulma, dağılma diye bir şey yoktur --yalnız bizim anlayış gücümüz açısından bakıldığında "bozulmadan", "dağılmadan" bahsedebilirsiniz. Bu açıklama Blyenbergh'e bir soru şansı daha verecektir: Anlaşıldığı kadarıyla bütün ahlaki meseleyi belli bir kudret derecesi olan "ben"in ilişkilerine uyan, hoşuna giden ile gitmeyen arasındaki farklılık üzerine kuruyorsunuz --yani bir "öznellik"... Ve bu öznellik açısından kusur ile erdemi ayırdeden şeyin ne olduğu felsefenizde tümüyle eksik --kusur ile erdem, sisteminizde yalnızca bir hoşlanma meselesi halinde...
Spinoza'nın Blyenbergh'e verdiği cevap, işte, bütün felsefesinin özünü dışavurmaktadır: Tamam, der, Neron'un annesini öldürmesi bir erdemsizliktir. Ama insanlar aynı şeyi, annesini "bedeninin aynı hareketiyle" yani bir hançeri tutup bir bedene daldırma hareketiyle öldüren Orestes için neden söylemiyorlar? Doğa ve Tanrı açısından bakıldığında, Neron'un annesini öldürüşündeki "olumlu unsur" (şimdilik bekleyin!) bunun bir suç olmadığını gösterir. Spinoza bu garip metinde ne demek istemektedir? Orestes de "aynı niyetle" annesini öldürmüştü. Neron'un cinayetini bir "suç" haline getiren tek özellik, bunu yaparken dışarıya "hayırsız, boyuneğmez ve hırçın" bir evlat olarak "görünmesidir". Spinoza bu kadar "hırçın" ve "zalim" olabilir mi? Meselenin aslı, Spinoza'nın "imgeler kuramı"nda yatmaktadır. Buna göre, Neron'un cinayetindeki "olumlu unsur", onun bedeninin "gücü dahilindedir" ve tümüyle "meşrudur". Doğanın bahşettiği en yüksek hakla yapılmıştır. Olumsuz tek unsur (erdemsizlik işte budur), onun, bu eylemi gerçekleştirirken ürettiği bir imgenin varoluşu ve bu imgenin "annesinin ölümünün imgesi", yani "iç düzeni dağıtılan ve bozulan" bir bedenin imgesi oluşudur. Bu eylemiyle Neron, "kendi açısından" kötü bir imge tarafından etkilenmiştir --"karakteristik ilişkileri çözülen annesinin bedeni." Başka bir deyişle, kendisinin "yapıp etme güçleri" azalmış --kederli bir duyguyla (nefret, öç vesaire) etkilenmiştir. Babasının katili anası Klytemnaistra'yı aynı beden hareketiyle öldüren Orestes'in durumu ise tümüyle farklıdır. Toplumsal ahlak bu işi meşru bir "öç" olarak kabul etse de, Etik açısından bakıldığında olayın bütün görünüşü değişecektir --Orestes, annesini öldürürken, kendi karakteristik ilişkilerini annesinin ölümünün imgesiyle değil, babasının yaşamının imgesiyle birleştirmektedir. Alınan bir öç yoktur --babasıyla güçlerinin bir birleştirilmesi vardır.
Bununla, Spinoza'nın Ethica'sının ana formülüne erişiyoruz: Tutkularla gerçekleştirilebilen her şey akılla da gerçekleştirilebilir. Elbette kurulu siyasal rejimler, din ve ahlak sistemleri aklın herkes tarafından serbestçe kullanılmasına kolay kolay rıza göstermezler. Ethica'nın "siyasal" yönü böylece mutlak bir "eleştiri" hareketi olarak belirecektir --hukuksal biçimlerin eleştirisi, despotizmin eleştirisi, ama en önemlisi "ideolojinin eleştirisi".
Bütün bu eleştiri uğrakları, Spinoza'nın eserinin içine stratejik takımadalar halinde yayılmış görünüyorlar --hukuksal biçimi altında iktidar, aklın icra edilişinin önünde en büyük engeldir. Gerçek yapıp etme kudretini (potentia) keyfi bir "yetke" diline tercüme ederek (potestas) iktidarını oluşturur. Öyleyse siyaset olarak etiğin tek amacı, insanların yapıp etme ve özgürleşme kudretlerini serbest bırakacak siyasal tarzlar arayışını yeğinleştirmektir. Despotizm ise yalnızca modern iktidar yapıları içinde değil (orada artık pek bir şansı yoktur), pekala "özgürlük" yanılsamalarının temel etki alanlarını oluşturan cemaat tarzları içinde mayalanabilir --dinsel cemaatların "totaliter" yükselişleri bunun çağdaş örneğidir. Spinozacılık temel toplumsallaşma tarzları arasında yalnızca tek bir tanesini "özgür" bir ilişki tarzına dayalı olarak ayırdeder --fiziksel ve duygusal "mecburiyetler" aygıtına dayalı aile değil; "komşuluğa dayalı" mecburiyetlerin yönlendirdiği "cemaat" değil, ticari-üretimsel mecburiyetlere dayalı "tecimsel ortaklık" değil, "ideolojik güçsüzlüğün" yarattığı gevşek toplumsal dokulara dayalı "sivil toplum" değil, hepsini tek bir siyasal erk düzlemi üzerinde yankılayan Devlet de değil-- en az iki insan arasında mümkün olan tek "özgür" ilişki "dostluk" ve "paylaşımdır". Anlayış gücümüzün tamirinin çok acil bir zorunluluk haline geldiği bir çağda, toplumsal-siyasal sarsıntıların acısının en fazla yaşandığı dönemlerden birinde yaşadığımız sırada Spinoza'nın eseri "geleceğin felsefesi" olma özelliğini bir kez daha hissettiriyor. Spinozacılık, bir zamanlar Hegel'in söylediği gibi yalnızca "felsefeci olmanın zorunlu başlangıcı" olmakla kalmaz, dünyanın hep değişikliğe uğramaya aday görünümleri içinde "paylaşım"ın insanların mücadelesi yoluyla bir toplumsal düzen olarak ortaklaşa inşa edilişinin düşünsel araçlarından biri haline gelir. Mutluluk erdemin ödülü değildir, kendisidir.

Ulus Baker


Monday, June 9, 2014

Belirleyici Aklın Yeteneği

İnsan zihni ile amaç olarak belirlediği değerlerin koordineli bir şekilde ve birbirini tamamlayarak çalışmasının sonucu, akıl doğrultusundaki istek, yönelim ve hareketlerin çevreye yansıması sağlanmış, teknik ilerlemelerle uygulamaya sokulmuştur. Böylelikle toplum ya da genel olarak kitle dediğimiz doğal oluşumlarda insan birçok alanda bu gelişimini yansıtma imkânı bulmuştur. Her birimizin geçmiş ya da güncel olaylardan sezinleyebileceği bu duruma karşımıza çıkan çeşitli iktidar kavgalarında rastlar hatta bazen bu iradenin olgusal olarak belirleyici rol oynadığını görürüz. İnsan aklının özne olduğu bu iradi durum, yaşam içerisinde kitlenin ihtiyacı doğrultusunda şekillenir. Örneğin bölgedeki yerli halkı sindirme misyonu ile nehre bent çeken zihniyet aslında doğadaki en tabi maddelerden biri olan suyu metalaştırmak isteyen aklın ürünüdür. Bölgesinin ve insanlarının güvenliği için barajları patlatıp çevresinde gerilla tarzı savaşı uygulayabilen ise özgürlük bilincinin geliştirdiği aklın ürünüdür. Nihayetinde karşılıklı çatışan taktikler ve teknik olarak kullanılan araç ile yöntemler insanlık tarihinin zihin savaşımıdır. İşte bu akılsal ilerlemelere savaşlarda, çatışmalarda ve bu alanlarda kurulan ve yıkılan bentlerde, barikatlarda rastlarız. Tarihte nice deneyimlerde inşa edilen binlerce barikatın aklın öncülüğünde nasıl yıkıldığını ve yerine karşı siperlerin nasıl kurulduğunu görebiliriz.
İnsan iradesinin bu akıl sanatı, iktidar ya da ezilenlerin elinde çeşitli enstrümanlara dönüşür. Özellikle ‘şiddet’ kavramının insanlık tarihinde özümsenip planlı bir şekilde yönlendirilmesi yapılmaya başlandıktan sonra -iktidar ya da ezilen­ her ikisi için de geçerli- bu enstrümanlar her geçen gün gelişmiştir. Çünkü şiddet bilgi birikim ve teknik ilerlemelerin gölgesinde sistematikleşebilir. Herhangi bir düşünürün, taktikçinin ya da teknisyenin öne sürdüğü strateji veya üretip geliştirdiği herhangi bir materyal çatışan kuvvetlerden birinin durumunu niteliksel ve rasyonel olarak etkileyebilir. Tarihte özellikle savaş sanatı konusunda düşünüp fikir geliştirmiş ustalardan biri olan Von Clausewitz birçok çatışmayı etkileyecek hatta sonucunu belirleyecek taktikler üretmiştir. Ve bu taktikler kendi alanı içerisinde ve özgün koşullarında değerlendirildiğinde hala geçerliliğini korumaktadır. Örneklendirecek olursak: ‘’Zafere ulaşmak için kuvvetlerimizi gücün ve kuvvetin odağına yönlendirmeliyiz. Kimi çevre kuvvetlerimizi de düşmanın merkezine yönlendirmeli, beynine saldırmalıyız.’’ stratejisi İngiliz işgaline karşı yaşadıkları bölgeleri savunan halk milislerinin zafere ulaşmak için kullandıkları yöntemlerden biridir. Çatışmalarda İngiliz subaylarını hedef alan milislerin keskin nişancıları vurdukları rütbelilerle karşı kuvvetleri savaşta demoralize etmiş, askerleri yöneticisiz bırakarak savaşta kritik rollerden birini oynamışlardır. Biraz daha ileri gittiğimizde savaşçı aklın ve tekniğin pozitif getirisini Sovyetler Birliği’nin savaşta faşistlere karşı kullandığı ekipmanlarda görebiliriz. Devrimin inşa sürecinde maddi ve teknik birçok eksikliğin yaşandığı dönemde, ellerindeki makineli tüfeklerin 800 metre menzilden sonra saptığını gören Sovyet mühendisleri, ihtiyaçlar doğrultusunda 1200 metreden fazla menzilde sapmadan ateşlenebilen bir silah üretmiştir. Böylelikle Sovyet keskin nişancılarının Nazi subaylarını vurduğu ve savaşta büyük bir psikolojik üstünlük kazanması sağlanmıştır. (Son tasarımı F. Dragunov tarafında 1963 senesinde yapılarak geliştirilmiştir.) Devletin yüzlerce kozu arasında Marcos’u yaratan EZLN, okunabilir tarzın ötesine geçerek farklı bir silah kullanmış, alışılmışın ötesine geçerek iktidara ve onun medyasına meydan okumuşlar. (Yakın zamanda yapılan açıklamada: Marcos profilinin, Galeano ve daha birçok yoldaşa dönüşümü yine aklın devrimci inşasına katılan başka bir değerdir.)Bu örneklerin her biri savaşta tarafların güç dengesini etkileyecek gelişmelerdir. Dağınık halk milisleri için daha etkili saldırı, Sovyet askerleri için ise kent içi geniş ve açık alan çatışmalarında görünmez olmayı sağlamıştır. Teknik ve akılsal bu gelişme için bulunulan durumu, savaşı ya da ayaklanmayı bir adım öteye taşır.
Ayaklanmamızın üzerinden bir sene geçti. Sonrasında birçok gündemde neredeyse yılın her haftası kitleler yine sokaklara döküldü. İktidara, onun devlet terörüne karşı göğüs gerdi. İşte bu süreçte devlet, yüzlerce yıllık tarihindeki tecrübelerini kendi masasına yatırarak eksiklerini gözden geçirdi. Geçmiş dönemlerde maddi tüm imkan ve araçlarının özgüveni ile kitleyi küçümseyen devlet, bu dönemlerde karşımıza çok daha farklı şekilde çıktı. Kaba kuvvet ötesine geçemeyen devlet, özellikle yakın dönemlerimizde(1 Mayıs, Soma, 31 Mayıs eylemleri) çatışma ve alan tutma aklını değiştirdi. Taktiksel manevralarla kitlenin geçmişteki kalabalık profiline bürünmesini her koşulda engelledi. Uyguladığı saldırı karşısında devrimci şiddetin güçlenmesine izin vermedi. Kontrolü kaybettiği noktada ise daha farklı araçlarla saldırarak (Ankara’da Ethem’in, Okmeydanı’nda Uğur’un polis kurşunu ile öldürülmesi) kitle üzerinde korku yarattı. Daha geniş kapsamda operasyon yaptı veya cadı avını uyguladı. Sokak kanadını ve onu geliştirebilecek her alanda göz açtırtmadı. Yakın zamanki toplumsal yaşantımızda devlet, iktidar-ezilen savaşının özellikle sokak kanadında seviye atlayarak saldırdı. Bu da onun gücünü ve kaynaklarını kitlenin her kesiminde hissedilmesini sağlayarak kitlenin alana daha az yönelmesine neden oldu. Ayaklanmanın partiküllerini yaşadığımız çeşitli gündemlerde eski tarzdan kopamayıp akılsal ve teknik bir atılım gösteremeyen kitle, durumu geliştirememenin yanı sıra sokak savaşlarında da birçok yenilgi aldı. Dolayısıyla devletin seviye atladığı koşullarda kitlenin ya da onun devrimci parçalarının ezber bozamaması ayaklanmamızı iktidar açısından daha yıkıcı bir boyuta taşıyamadı. Aksine kimi sokak eylemlerinde iktidarın güç tekeli, geniş kesimlerin fikrinde pekişmiş oldu.
Güç, her zaman daha fazla yönetme eğiliminde. Bu doğrultuda güç kontrolünde ve hâkimiyet kavgasında şiddet belirleyici rolü oynar. Yüzlerce yıllık iktidar geleneğinin özünde, gücün yönetmeye duyduğu açlık ve şiddetin soyağacı yatar. Öyle ki devlet mekanizmasının kendini korumak adına yapmış olduğu eylemler, etkinlikler ile şiddeti kullanma konusundaki cüretkârlığı ve bu cüretkârlığın yıllarca biriktirdiği tecrübeler hâlâ onu ayakta tutan omuriliğidir. İnsan aklının bu eğilimdeki yetisi ve yeteneğini çatışan her iki taraftan da görebilmek mümkündür. Kitle, güce yönelme eğilimi sergiler ve şiddete yönelim konusundaki cüretkarlık, onun kendine saf tutup taraf belirleyeceği doğrultuyu etkiler. Bu bazen kitlenin kendi isteği doğrultusunda kendi özgün seçimi ile olur kimi zaman da korku ile gerçekleştirdiği refleks ile gerçekleşir. Psikolojik ve fiziksel baskının yarattığı acı kitleyi hareketlendirir. Bu durumun peşi sıra gelen öfke, kitlenin hareketli durumunu maddi ve manevi tüm koşullar için yönlendirme etkisine sahiptir. Fakat güç kitlenin algısında, alternatife yani kendi parçasına yönelmediği sürece hareketlilik kalıcı olmaz. İşte bu yönlendirme taktik ve teknik açıdan gelişme kaydedip kitle içerisinde bir gücün var olabileceğini gösterecek öznenin görevidir. Ezilenlerin öfkesi, ‘‘Güce karşı güç olma aklı’’ ile birleştiği koşulda uzun dönemde etkili ve değiştirici profile bürünebilir. Ayaklanmanın yıl dönümünde kitlenin sokaklara çıkmasını beklemek yerine, kitlenin güç algısını yönlendirmek, ezilenlerin meşru perspektifinde değiştirmek gerekir. Bir idealin yıl dönümünde tekrarlanmasını arzulamak sembolleşmiş bir değerin şablonunu çıkartmaktan farksızdır. Durumun sembolikleşmesi de bazen insan yaratıcılığını köreltebilir hatta öldürebilir. Tıpkı alışılmışın dışına çıkamayan kısır döngüler gibi. Ayaklanmaların yıldönümüne alışkanlıklarımızı tekrarlamak yerine kitlenin yönelimini değiştirecek ateşler yakmak gerekir. Öyle ki güç dengesini sarsacak herhangi bir akli veya teknik sıçrama, bu savaşımdaki yangını başlatacak alev olabilir. Gelişimin taktikteki ya da teknikteki ustalarından birkaçı anımsanarak başlanabilir:
Von Clausewitz, Fedorovich Dragunov…

Saturday, June 7, 2014

Yalnızlaştıran Teknoloji

Artan teknoloji kullanımı, internet, facebook, twitter vs. insanları yalnızlaştırıyor.
Artan teknoloji kullanımının insanları yalnızlaştırmasının ana sebeplerinden biri bireylerin boş zamanlarının çoğunu –özellikle yoğun bir kullanım söz konusu ise-bilgisayar başında veya elinde telefonu kendisini etkileşime kapatarak geçirmesidir. Tabi her ne kadar burada bahsedilen İnternet siteleri, sosyalleşme, insanlar arasında bağlantı kurma adına tasarlanmış olsa da sonuç olarak yüz yüze ve derin iletişimin çok fazla olmadığı iletişim alanlarıdır. Oysa insanlar arasındaki iletişimin ve yakınlığın artmasının en önemli unsurlarından biri kaliteli paylaşımdır, karşılıklı verilen- alınan mesajların çoğu beden dili, mimikler, ses tonu, bakışlar, duruş gibi sözel olmayan yollarla iletilmektedir ve internet ortamında bunların çok mümkün olmaması aradaki iletişimi kısırlaştırmakta ve insanı bir bakıma yalnızlığa itmektedir. 
Aile üyeleri, şehir hayatı, uzayıp giden iş saatleri nedeniyle görüşemiyorlar, görüşseler de ayrı odalarda ayrı tv’ler izleniyor. İki arkadaş sohbet ederken sürekli cep telefonlarıyla, oynuyorlar. Çocuklar bütün gün bilgisayar başında...
Bu durumun birçok olumsuz etkisi ve tehlikesi vardır. Bunlardan ilki insanların gitgide birbirlerine yabancılaşması, birbirinden ve hatta kendilerinden uzaklaşması ve iletişimin azalmasıdır. Özellikle çocuklar ve gençler, dünyayı, ilişkileri, değer yargılarını, gelenek görenekleri, insani paylaşımı, sevgiyi, ilgiyi, kendine güveni, dünyaya güveni, ebeveynleri ve çevredeki diğer yakın kişilerle (aile fertleri veya arkadaşlar) olan iletişimleri yoluyla öğrenmektedir. Oysa aile fertleri birbirinden bu kadar uzak mesafelerde yaşadıklarında -ki fiziksel mesafe belki 2 metre kadar kısa olabilir, yan odada TV izleyen ebeveyn mesela, ama duygusal ve zihinsel mesafeleri kilometrelerce olabilir- bu öğrenmelerin çoğu güdük kalır, sevgi ve ilgi paylaşılmaz, güven oluşmaz, değersizlik duyguları ve korkular artabilir. Ayrıca TV ve bilgisayar, her ne kadar çoğu bilgiye anında ulaşmamıza olanak verse de deneyim yoluyla öğrenilen ve yine ancak bu yolla içselleştirilen bilgilerin oluşmamasına neden olur. Tüm bunların sonucu olarak da kişi öz benliğinden uzaklaşır, bu da nedenini anlayamadığı bir huzursuzluk, mutsuzluk ve içsel boşluğa neden olur. Bunun uç noktalarında depresyon, panik bozuklukları, bağımlılıklar, şiddete eğilim, fiziksel rahatsızlıklar vb. artış yaşanır. 
Kariyer hedefleri, kadınların evlenmek ve çocuk yapmak istememesi, boşanmaların artması, tüm bunlar insanları  yalnızlaştırıyor.

Çağımızın hızlı yaşanan, rekabet ve tüketim (hem maddi hem manevi) üzerine kurulu, doğadan uzak, temel ihtiyaçların karşılanamaması endişesiyle dolu, hep daha fazlası ve daha yenisi öğretilerinin hakim olduğu yaşam şekli nedeniyle insanlar öz benliklerinden çok uzaklaşıyor. Ben ne istiyorum, ne hissediyorum, yeteneklerim neler, yaşamımı nasıl daha anlamlı hale getirebilirim gibi sorular sorulmuyor. Sonucunda da insanlar çok mutsuz, tatminsiz ve huzursuz oluyor. İnsanlar yakınlık, insani bağ ve sevgi yoluyla hissedecekleri tatmin ve mutluluk duygusundan uzaklaşıyor. Çatışmalar çözülemiyor, karşıdakine tahammül edilemiyor, ilişki bir doyumdan ziyade külfete dönüşüyor hatta daha başlamadan bitebiliyor. Bütün bunlar insanı yalnızlaştırıyor, çaresizleştiriyor…bunu yaşayan kişi bu olumsuz sarmalın içine daha da fazla giriyor. Hayata dair veya ilişkilerle ilgili sorumluluk almak zorlaşıyor bireyler için.

Yalnızlığın boyutları
Yalnızlığın geçmiş yüzyıllara göre çok daha arttığını düşünüyorum. Büyük şehir hayatı, bireyselliğin artması, teknolojinin gelişmesiyle bilgisayar ve telefonla geçirilen vaktin çoğalması ve bunun gibi faktörlerin etkisi büyük. Depresyon, kaygı bozukluğu gibi vakaların, şiddet eğiliminin ve bazı fiziksel hastalıkların artmasında bunun rolünün büyük olduğunu düşünüyorum. Bana kalırsa bu durum zaten çok olumsuz boyutlarda daha da ilerlerse robotlaşmış bir insan ırkına doğru gidebiliriz ya da yalnızlık ve yakın ilişkinin eksikliği sebebiyle yoğun sıkıntı yaşayanlar farkındalıklarını arttırıp asıl ihtiyaçlarının ne olduğunu anlayabilir ve uyanışa geçebilir. 

Yalnızlıkla başa çıkma
Yalnızlığa verilen tepki kişinin yalnızlığı nasıl algıladığıyla bağlantılıdır. Bazı insanlar daha içe dönük olup yalnızlıktan, kendi kendine kalmaktan daha çok hoşlandığı gibi bazı insanlar da daha dışa dönük olup yalnız kaldıklarında büyük bir stres, gerginlik ve mutsuzluk hissedebilir. İlk durumda kişi zaten halinden memnundur, bunu çok değiştirmek istemeyebilir. İkinci durumda ise (içe dönük olup yine de çevresinde yeterli ilişki olmadığını düşünüp yalnızlıktan yakınan kişiler de olabilir) yalnızlık hissi kişinin depresif, karamsar, güvensiz (kendine ve dış dünyaya), köksüz, endişeli, yetersiz hissetmesine neden olabilir. Yaşanan stres, bedensel tepkiler olarak da kendini gösterebilir, psikosomatik dediğimiz yani fiziksel belirtilerle kendini gösteren fakat asıl sebebi psikolojik olan hastalıklar ortaya çıkabilir; bunun ne olduğu kişiden kişiye değişebilir, en yaygınları baş ağrısı, mide rahatsızlıkları, yorgunluk hissi, enerjisizlik vb.
Ayrıca yalnızlığın bir boyutu-içsel yalnızlık- kendi içinde yalnız hissetmek yani diğerleri tarafından anlaşılamadığını, değer görmediğini, sevilmediğini, görülmediğini hissetmektir. Bunu yaşayan kişiler çevrelerinde insanlar olsa dahi kalabalık içinde yalnız hissederler ve bu içlerinde büyük bir boşluk oluşturur, mutsuzluğa iter. Diğer bir boyutu ise kişinin çevresindeki ailevi veya sosyal ilişkilerinin yetersiz olmasından dolayı kendini izole, yalnız hissetmesiyle ilgilidir.

Yalnızlıkla başa çıkmak için önce kişinin yalnızlık yaşamasının neyle bağlantılı olduğunu anlamak gerekir. Eğer sosyal becerileri yetersizse, insanlarla iletişim kurmakta sıkıntı yaşıyorsa, sosyal ortamlarda endişe hissediyorsa bunu aşmanın ve bu becerileri geliştirmenin yollarını aramalıdır. Daha sonra da bunları yavaş yavaş uygulayarak beceri kaslarını geliştirmelidir, çünkü endişe duyduğumuz şeyden kaçındıkça bununla ilgili endişemizi arttırır, sıkıntının boyutunun büyümesine neden olabiliriz. Bu çalışmasıyla ilgili kişinin yakın ve güvende hissettiği kişilerden geribildirim alması da çok faydalı olacaktır. İçsel yalnızlıkta ise daha derin bir farkındalık oluşturmak gerekir; kişi bu hislerinin nereden kaynaklanabileceğini, geçmişte insan ilişkileriyle ilgili neler yaşadığını ve bu olumsuz deneyimlerden neler öğrendiğini, nasıl olumsuz inançlar ve şemalar oluşturduğunu fark etmelidir. Tabi ki ilişkilere ve kendimize dair ilk deneyimlerimiz ve ilk öğrendiklerimiz aile hayatı içinde, çocukken ebeveynlerimizle olduğu için buradan neler getirdiğimizi de fark etmemiz çok önemlidir. Tüm bu bahsettiğim kendini anlama, geliştirme ve yeni beceriler edinme sürecinde gerekiyorsa bir uzmandan yardım alınmasının da çok faydalı olacağına inanıyorum. 
Toplumda sosyal fobi
Sosyal fobinin toplumda yaygınlığının % 3-13 arasında olduğu düşünülmektedir. Yalnızlaşma sosyal fobinin nedeni değil daha çok sonucudur yani sosyal kaygıya neden olan daha farklı sebepler vardır; olumsuz hayat deneyimleri, aile ve çevrenin etkileri, endişeye yatkınlık gibi. Yine de tabi sosyal fobi yaşayan kişilerin sosyal ortamlardan kaçınır, kaçındıkça sosyal becerileri azalır ve endişeleri artar, bu beceriler azaldıkça da kişi daha fazla içe kapanır ve böyle bir kısır döngü oluşur. Sosyal fobisi olan kişilerin bir kısmı daha kolay olduğu, insanların arasına karışmadan evinde oturarak ve kendi kimliklerinin dışında bir kimlikle sanal bir ortamda daha rahat ettiği için internet kullanımını arttırırken (ki bu gerçek insan etkileşimini azalttığı ya da ihtiyaç bırakmadığı için kişinin fobisinin artmasına da neden olabilir), bazı kişiler sanal hayatta bile sosyal ortamlarla bağlantıya geçmekte çok zorlanabiliyor. 
Şirin Hacıömeroğlu Atçeken, Uzman Psikolog,  Çift ve Aile Terapisti 
DBE Davranış Bilimleri Enstitüsü Yetişkin ve Aile Psikolojik Danışmanlık Merkezi

Friday, June 6, 2014

Narsisist Kişiliği Tanıyalım

ID-100163618 (2)Bir kişilik sorunu olan narsisizm, günümüzde yazılı ve sözlü medyada, sosyal paylaşım ağlarında, bireylerin günlük konuşma dilinde sıklıkla rastladığımız; ancak yanlış yorumlamaya oldukça açık bir kavram. Oldukça ilgi çeken ve merak edilen bu kavrama ilişkin doğru bilgiler edinmenin önemi büyük. Narsisizmin ne olduğu, bu kişilik yapısına sahip insanların hangi özellikleri taşıdığı ve bunların nasıl ortaya çıktığı, tedavi seçenekleri gibi başlıkları incelemek üzere Ajans Psikoloji olarak psikiyatrist Dr. Timur Oğuz ile bir sohbet gerçekleştirdik.
Uzman Psikolog Özge Erel: Narsisizm kavramını artık gündelik dilde sıklıkla kullanıyoruz. Ancak halk arasında ve medyada dahi bilimsel tanımından ve açıklamalarından farklı şekilde kullanıldığını da görüyoruz. Öncelikle narsisizmi bize açıklayabilir misiniz? Kimlere narsistik denir ve narsisizmin tipleri var mıdır?
Dr. Timur Oğuz: Bir kişiye narsistik diyebilmemiz için bazı kişilik özelliklerinin bir arada ve her bir kişilik özelliğinin de belirgin düzeyde olması gerekir. Ayrıca, narsistik olarak teşhis ettiğimiz bir kişinin bu kişilik özellikleri onun sosyal ilişkilerinde ya da kendi iç dünyasında önemli sorunlara sebep olmalıdır.
Dr. Timur F. Oğuz
Dr. Timur F. Oğuz
Kabaca söylersek; narsistik kişiliği olan bir insan kendine gerçek durumu ile bağdaşmayan bir önem atfeder. Eleştiriye katlanmakta çok zorlanır. Hareket ve düşünceleri büyüklenicidir ve aslında hak etmediği şeyleri bile hak ettiklerini düşünür. Örneğin; karşılığında hiçbir şey yapmasa da sevgi, saygı ve takdir ister. Bu konuda eskilerin değişi ile “kıymeti kendinden menkul” bir değerlilik duygusu hisseder. Hayran olunmaya yönelik çok güçlü bir arzusu vardır. Diğer insanların durum ve duygularına eşduyum (empati) yapma yeteneği çok sınırlı ve hatta bazen hiç yoktur.
Narsisistik kişilik özellikleri olanlar konusundaki önemli bir ayrım; kendisini ve diğer insanları iki aşırı uçta görme eğiliminde olan, ruh halinde şiddetli çalkalanmalar olan “sınırda ti”p grubu ve daha az çalkantılı bir ruhsal yapısı olan “nevrotik tip” grubu arasındadır. Diğer önemli bir ayrım ise; daha katı ve aşağılayıcı tip olan “kalın derili tip” ile daha kırılgan bir yapısı olduğu izlenimi veren “ince derili tip” narsistik kişilerdir. Bir önemli bir ayrım olarak da çocuksu ve çocuksu olmayan iki ayrı tipolojiye işaret etmek yerinde olacaktır.
Ö.E.: Peki kimlere narsist/narsisist demekten kaçınmalıyız? Örneğin kendine çok güveni olan, kendini seven kişiler için bu tabirin kullanabildiğine şahit oluyoruz.
T. O.: Narsisizm ile ilgili en önemli husus tarif edilen kişilik özelliklerinin bazılarının her insanda belli derecelerde olmasıdır. Kanımca ne kadar değerliyim sorusu bütün insanların kendine sürekli olarak sorduğu bir sorudur. Bu durum psikanalitik terminolojide benlik değeri regülasyonu sorunları olarak adlandırılır. Bu nedenledir ki narsisistik özellikteki insanlarda gördüğümüz sorunları daha düşük sayı ve yoğunlukta başka insanlarda da görebiliriz. Burada dikkat edilmesi gereken nokta bu sorunların belirgin bir küme oluşturup oluşturmadığı ve her birinin hangi şiddette olduğudur. Bu açıdan bakıldığı zaman bir insan yalnızca kendine çok güveniyor diye ona narsisistik kişilikli demek doğru olmayacaktır.
ID-100105211 (2)Ö. E.: Narsisist kişilerin sosyal anlamda yaşadığı en belirgin sıkıntılar nelerdir?
T. O.: Narsisistik yapıdaki kişilerin yaşadığı en önemli sorun diğer insanlarla içten, karşılıklı sevgi ve özen içeren ilişkiler kurmaktaki güçlükleridir. Hayatı anlamlı kılan ve insana ruhsal enerjiyi veren, diğer insanlarla kurduğumuz yakın ilişkilerdir. Bir insanın sürekli kendisi ile ilgili olması, sürekli büyüklenmesi, aşağılayıcı olması, diğer insanlara eşduyum yapamaması bu kişinin nitelikli ve derin ilişkiler kurmasını engelleyecektir. Büyük olasılıkla etrafındaki insanlar zamanla ondan uzaklaşacaklardır.
Ö. E.: Narsisizmle özdeşleştirdiğimiz özellikler daha çok olumsuz. Narsisizmde olumlu hangi özellikleri görüyoruz, bu konuda bilgi verebilir misiniz?
T. O.: Esasen narsisistik kişilik yapısında olumlu bir özellik görmek biraz zor olsa da narsisistik özelliklerin siyaset, sanat, akademi, iş dünyası gibi bazı alanlarda başarıya ulaşmaya yardımcı bazı taraflarının olduğunu söylemek mümkün gözüküyor.
Örneğin narsisizmin getirdiği bir karizma, siyasetçilerin etraflarına taraftar toplamalarına yardımcı olabilir ya da eşduyum yapma yeteneklerinin olmayışı siyaset merdivenlerini acımasızca tırmanmalarını sağlayabilir. Genel olarak baktığımızda ise, örneğin, bir narsisistin aşırı olsa da kendine güveniyor olması bazı kritik noktalarda geri çekilmeyip yoluna devam edebilmesine ve en sonunda da başarılı sonuçlar alabilmesine yardımcı olabilir ya da sahip olduğu savunma düzenekleri onu uzunca bir süre depresyona karşı koruyabilir.
Ö. E.: Peki narsisizmin ortaya çıkmasında etkili olan en önemli faktörler neler? 
T. O.: Bu konuda net bir şey söylemek güç ancak en önemli etkenin çocukluk döneminde ebeveynlerle olan ilişkilerde yaşananlar olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Ö. E.: Peki bu kişilerin yaşam öykülerine baktığımızda ortak yaşantılar görmek mümkün mü? 
T. O.: Yaşam öykülerinde benzerlikler görmek olasıdır. Esasen dört ana grup tanımlamak da olasıdır. Bunlardan birincisi çocuğa sürekli olarak sen çok değerlisin mesajının verildiği durumlardır. Bu tür durumlarda çocuk gerçekdışı bir düzeyde olmak üzere kendini çok değerli görür ve bütün dünyanın da kendisine buna uygun bir biçimde davranmasını ister. Bunlara ‘özel çocuklar ’ diyebiliriz.
Bir başka önemli durum ise çocukluk çağında sürekli olarak utandırılıp aşağılanmış olan çocuğun zaman içinde bir savunma düzeneği olarak geliştirdiği büyüklenicilik ya da kendi değerliliği ile aşırı bir uğraş içinde olduğu durumdur. Bunlara utandırılmış çocuklar diyebiliriz.
Üçüncü durum sürekli olarak her istediği yapılmış olan şımartılmış çocuklardır. Dördüncü ve son grup ise çocukken yakınları –ve belki de toplum- tarafından yoğun reddedilme deneyimleri yaşamış bulunan reddedilmiş çocuklar olarak tanımlanabilir.
Ö. E.: Gelelim cinsiyet farklılıklarına. Narsisizmin görülme sıklığı ve yaşanma şekli açısından kadın ve erkek arasında farklılıklar var mı?
ID-100164586 (2)T. O.: Narsisistik kişilik bozukluğu erkeklerde daha fazla görülür. Bazı küçük farklar söz konusu olabilse de temel narsisistik kişilik özelliklerinin kadınlar ve erkeklerde aynı olduğunu söylemek yerinde olacaktır.
Ö. E.: Çevresinde narsistik kişilik yapısına sahip arkadaşları, tanıdıkları ve hatta aile bireyleri olan bir çok insan var. Bu insanlar yakınlarına nasıl davranmalı? Bu konuda önerileriniz neler olabilir?
T. O.: Belirgin narsisistik özellikleri olan birisi ile ilişki sürdürmek dünyadaki en zor şeylerden biridir. Tanım gereği bir narsisist ilişkide benmerkezci, bencil, ezici, aşağılayıcı, anlayışsız, duyarsız, acımasız veya aşırı öfkeli olabilir. Bu türden özellikleri olan bir kişi ile nitelikli ve doyumlu bir ilişki kurmak hemen hemen imkânsızdır. Bu nedenledir ki böyle biri ile yakın ilişkiye mümkünse girmemek en iyi seçenektir. Bununla birlikte bazen böyle bir kişi ile ilişki kaçınılmaz olabilir. Örneğin bu kişi patronunuz veya yakın bir akrabanız ya da ayrılmanın çeşitli nedenlerle daha iyi bir seçenek olmadığı eşiniz olabilir. Bu gibi zorunlu bir birliktelik durumunda karşıdaki narsisistik kişinin kendini aşağılanmış ya da küçümsenmiş hissedebileceği söz ve tavırlardan kaçınırken kendinizi de ona aşağılatıp ezdirmemek gibi bir zorlu dengede yürümeye çalışmak gerekir ki bu hiç de kolay bir şey değildir. Ancak ne yazık ki bunun başka da yolu yoktur. En çok gördüğümüz durumlardan biri narsisistik bir kişiyle sevgili ilişkisi içinde yaşanan ağır zorluklardır. Bazı insanlar narsisistik kişilere şiddetli bir çekim hissederler ve hatta bazen sanki onun uydusu/kölesi gibi davranırlar. Böyle bir durumda olan kişinin neden böyle yaptığını iyi anlayıp analiz etmesi gerekir.
Ö. E.: Peki narsistik kişiliğe sahip bireyler için uygulanan ve önerilen müdahale yöntemleri neler? Siz bu kişilerle hangi yöntemler aracılığı ile (örneğin medikal destek, psikoterapi) çalışıyorsunuz?
T. O.: Narsisistik kişilikte bir numaralı tedavi yöntemi psikoterapidir ve bu konuda en fazla bilgi birikiminin olduğu terapiler psikodinamik (psikanalitik) terapilerdir. Ben de en çok bu yöntemi kullanıyorum. Narsisistik bir kişiyle psikoterapi çok zorludur ve tedaviden çok erken dönemlerde kopmalar çok görüldüğü gibi sonuçlar konusunda da fazla iyimser olmamak gerekir. Bazen ilaç desteği de gerekebilir ama bu, kişiliğin kendisini düzeltmeyi amaçlamaz; ona eşlik edebilecek –depresyon gibi- başka psikopatolojileri düzeltmek amacıyla kullanılır.
Ö. E.: Son olarak konuyla eklemek istediğiniz şeyler var mı?
T. O.: Benlik değeri regülasyonu sorunlarını evrensel, hatta bir bakıma varoluşsal sorunlar olarak görmek olasıdır. Narsisistik kişiler yalnızca bu sorunları çok daha şiddetli yaşayan insanlardır. Klinisyenler bu meselelere bu geniş çerçeveden bakmalıdırlar diye düşünüyorum. Kanımca bu geniş çerçeveli bakış terapistin klinik pratiğinde olumlu bir sıçramaya neden olacaktır.

Dr. Timur F. Oğuz
Dr. Timur F. Oğuz psikiyatri uzmanıdır ve aynı zamanda Toronto Institute for Contemporary Psychoanalysis mezunudur. Şu an Ankara Güven Hastanesi’nde çalışmakta olan Dr. Oğuz, Ontario Society for Contemporary Psychoanalysis ve American Psychological Association (Division 39) üyesidir.