Wednesday, July 31, 2013

ŞİDDET DOĞAYA AİT BİR SALDIRGANLIK DEĞİL


"Yılın en iyi basın fotoğrafı ödülü (1996 / Francesco Zizola ) - Angola'daki iç savaşta öldürülen ve şok içinde yaşayan küçük çocuklar."
Yıllardır tanık olduğumuz sıcak gündemler uluslararası barış düşüncesini her geçen gün biraz daha derinlerine
gömüyor hayallerimizin. Savaş mağduru gözlerden akan her gözyaşı ister istemez aynı soruyu getiriyor akıllarımıza: "Böylesi bir nefret ve saldırganlık insan doğasının bir parçası olabilir mi?" Evrildiği süreç içerisinde üst düzey bilişsel yetiler kazanan insanoğlunu, bu yetileri öldürmeye programlanmış teknolojik silahlar ve bombalar üretmeye iten güç doğadaki biricik amaç olan hayatta kalma çabasını aşıyor gibi. Böylesi bir hırsın nedenlerine inebilmek, insanın nefret ve saldırganlığını anlayabilmek kolay değil. Zira insanın biyolojik ve psikolojik sistemlerinin etkileşimli karmaşıklığı bu konuda da set örüyor kuramların önüne. Hormonların, güdülerin, dürtülerin, deneyimlerin, sosyal koşullanmaların, bilişsel işleyişlerin doğurduğu bir etkileşim sözünü ettiğimiz. Kimi zaman en güçlü aşk ve sevgiye, kimi zamansa vahşetle noktalanan nefret ve saldırganlığa salık verebilen güçlü bir etkileşim.
Gruplaşma ve "taraf" oluşumu
İnsanı anlayabilmek, ona dair bir soruya yanıt verebilmek için öncelikle insanın dünyayı nasıl algıladığını ve anlamaya çalıştığını incelemek gerekiyor kuşkusuz. Dış dünyanın insan zihnindeki temsilinin nasıl olduğu sorusuysa bizi binlerce yıllık bir felsefe birikimine, daha sonrasındaysa yarım asrı aşan deneysel psikoloji tarihine çağırıyor. Bu geniş bilgi dağarcığı ve bulgular öyle gösteriyor ki dış dünyayı, nesneleri belli sınıf ve gruplara yerleştirerek algılıyoruz. Bu nedenle de yeni bir nesne örneğiyle karşılaştığımızda, onu anlamamız ve algılamamız belli bir süre alıyor; ta ki onu da bir gruba dâhil edene dek. İşte, kendi sosyal kimliğimizi ve diğerlerini de zihnimizde gruplandırmalar yaparak anlamlandırıyoruz.
İnsanın doğasında dünyayı siyah-beyaz keskinliğinde "biz" ve "onlar" olarak ikiye ayırma eğilimi çok güçlü.
Doğamızda dünyayı siyah-beyaz keskinliğinde "biz" ve "onlar" olarak ikiye ayırma eğilimi öyle güçlü ki, bilim dünyası yıllarca bunun biyolojik bir gereksinim olup olmadığını tartışageliyor. 1970'lerde ise, Tajfel ve Turner önyargılara dair literatürdeki en güçlü kuramlardan birini ortaya atıyor: "Sosyal Kimlik Kuramı". Bu kuram, insanların belli gruplara dâhil olarak öz güvenlerini yüksek tuttuklarını, diğer gruplara karşı ise önyargılar geliştirdiklerini savunuyor. Kuramın 3 çekirdek düşüncesi: Gruplandırma, kimlik belirleme ve sosyal karşılaştırma. Gruplandırma, din, ırk, kültür, dil gibi sosyal yapı öğeleri üzerinden yapılabileceği gibi, göz rengi, boy uzunluğu gibi tamamen fiziksel özellikler temel alınarak da gerçekleştirilebiliyor. Kişiler, yaptıkları gruplandırmalar çerçevesinde kendilerini bir grubun üyesi olarak algılamaya başladıktan sonra ise bu grubun içinde kendilerine kişisel ve sosyal bir kimlik belirliyorlar. Ait oldukları grupla özdeşleşecek davranışlarda bulunup, o grubun fikirlerini benimsiyorlar. Örneğin, fanatik bir futbol takımı taraftarı tuttuğu takımın kazandığı her maçı kendi başarısı gibi benimseyebiliyor. Son aşama ise sosyal karşılaştırma. Gruplar, kendilerini diğer gruplarla karşılaştırdıklarında, olumlu özelliklerini ön plana çıkaracak alanlara yoğunlaşıp, öz güvenlerini arttırıyorlar. Sosyal statü açısından daha düşük gruplar ise kendilerinden daha iyi durumdaki gruplarla aralarındaki açığı olduğundan küçük algılıyorlar. "Biz" ve "onlar" ayrımındaki tutumlarımız için çok basit bir örnek verelim: İçinde bulunduğumuz gruptan biri gözlük takıyorsa onun zeki ve çok okuyan biri olduğunu düşünebiliriz; karşı gruptan gözlüklü bir başkasını ise "çirkin" olarak yorumlayabiliriz. İşte, nefrete, kavgalara ve savaşlara giden yolda atılan ilk adımlar diyebiliriz bu gruplaşmalara. "Biz" ve "onlar" ayrımından bahseden bu kuram, önyargıların oluşumunu kişilerin farklı sosyal kimlikler içinde sınıflanarak "taraflı" algılar geliştirmelerine bağlıyor.
Saldırganlık, gerçekten de insan doğasına ait bir vazgeçilmez mi?
Çatışmaların taraflarını belirleyen grup oluşumlarına dair "Sosyal Kimlik Kuramı"na kısaca bir göz attıktan sonra, konu başlığımızın belki de en can alıcı noktasına geliyoruz: "Saldırganlık". Saldırganlık, karşı taraftan herhangi bir kışkırtma görmeksizin ilk saldırı hamlesini gerçekleştirme olarak tanımlanıyor. Saldırganlığın insan doğasının bir parçası mı, yoksa öğrenilmiş sosyal bir davranış mı olduğuna dair öne sürülen fikirlerse farklı bakış açılarıyla çeşitleniyor. İnsandaki saldırganlığı anlamaya yönelik 5 temel yaklaşım bulunuyor. Bu yaklaşımlardan ilki, insanları hayvanlar âleminin bir parçası olarak ele alıp saldırganlığın kökenini evrimsel sınıflandırma çalışmaları ışığında arayan etolojik yaklaşım. Bu yaklaşımın öncülerinden Konrad Lorenz'e göre saldırganlık, canlıları hayatta tutmaya yönelik bir dürtü. En güçlüyü ayakta tutup, genç nesilleri koruyarak türlerin doğadaki dağılım dengesini sağlayan bir kuvvet. İçimizde sürekli bir birikim halinde bulunan bu saldırganlık dürtüsü bir şekilde tatmin arıyor. Lorenz, doğadaki etobur hayvanların, birbirlerine zarar vermedikleri bir takım ritüel dövüşlerle bu enerjilerini boşaltabildiklerini, insanların ise etobur hayvanlar ailesine ait olmadıklarından söz konusu ritüel dövüşler gibi saldırganlığı bastıran koruma mekanizmalarına sahip olmadıklarını savunuyor. Oysa silah teknolojisindeki gelişim, bizleri çelişkiye itiyor: Doğal yönden saldırganlık dürtülerimizi inhibe edecek herhangi bir koruma mekanizmasından yoksun bir durumdayken, elimizde herhangi bir etçilin öldürme gücünden çok daha fazlasını bulunduruyoruz. Bu dengesiz durum, bizi kendi türümüzdekilere zarar verme davranışına sürüklüyor. Kısacası, doğada türlerin kendilerini korumaları için evrilmiş olan saldırganlık dürtüsü, akıllı beyinlerinin ürettiği silah teknolojisi dolayısıyla insan türünün kendi kendisine zarar vermesine neden olan bir dürtü haline geliyor. Lorenz'e yöneltilen en büyük eleştiriyse, saldırganlığı salt bir dürtü olarak ele alıp, sosyal yapıyı göz ardı etmesine dair. Çünkü insanları da içine alarak tüm hayvanlar âleminde, ihtiyaçları ve çevreleri arasında köprü görevi gören sosyal bir yapının varlığından söz ediliyor. Özellikle de içerdiği şiddet dozu yüksek saldırganlıkların sosyal yapı incelenerek çözümlenebileceği düşünülüyor.
Saldırganlığın nedenlerini ortaya koymaya yönelik ikinci yaklaşımsa psikoterapisel yaklaşım. Psikoterapisel yaklaşım kendi içinde de çeşitlenmeler gösteriyor. Sigmund Freud ve Erich Fromm bu yaklaşımda adı geçen önemli temsilcilerden. Freud, tüm canlıların birbiriyle yarışan iki temel içgüdü sahibi olduğunu düşünüyor: Yaşam içgüdüsü (Eros) ve ölüm içgüdüsü (Thanatos). Ölüm içgüdüsü canlının kendisini yok ederek hayatın getirdiği rahatsızlıklardan kurtulmasına yönelik çalışıyorken yaşam içgüdüsü, onu koruma görevi üstlenerek ölüm içgüdüsüyle çatışıyor. Bu iç çatışma sonucunda yaşam içgüdüsüne yenik düşen ölüm içgüdüsü kendisini dışa yönelik bir saldırganlık, yönetme ve güç sahibi olma arzusu şeklinde yansıtıyor. Kısacası Freud'un kuramında saldırganlık, her zaman olumsuz ve zarar verici bir dürtü olarak yer alıyor. Davranışlarımızınsa ölüm ve yaşam içgüdüleriyle yönlendirildiğine inanılıyor.
Freud'un kuramındaki ölüm iç güdüsüne verdiği ad olan "Thanatos", Yunan mitolojisinde ölümün kişileştirilmiş sureti.
İnsandaki saldırganlığın her zaman zararlı olmayabileceğini vurgulayan Fromm ise, saldırganlığı zararlı ve zararsız olmak üzere iki çeşide ayırarak Freud'dan farklı bir noktaya oturuyor. Fromm, canlıların kendilerini korumaya yönelik dürtüsel olarak doğalarında barındırdıkları saldırganlığı zararsız görüyor. Ancak karaktere yerleşmiş ve insan arzularının bir sonucu olan saldırganlığın zarar verici boyutlara ulaştığını düşünüyor. Böylesi tehlikeli saldırganlıkların öç ya da haz almaya yönelik sadistik (başkaları üzerinde kontrol sahibi olma arzusu) ya da mazoşist (başkalarının egemenliği altına girme arzusu) formlarda görülebileceğine de parmak basıyor.
Sosyal Yapı ve Kültürün Saldırganlıktaki Payı
Saldırganlığı, canlının içinde sürekli birikerek salınıvermesi için tatmin arayan bir akışkana benzeten Lorenz ve Freud'un dürtü kuramlarının göz ardı ettiği sosyal etki, aslında savaşların ardında yatan en büyük etmenlerden biri. Saldırganlığın büyük ölçüde sosyal çevredeki koşullanmalar, ödül ve cezalarla öğrenilmiş deneyimlerle tetiklenebileceğine dikkat çeken ve adı Bandura ile anılan "Sosyal Öğrenme Kuramı" saldırganlığa yönelik 3. temel yaklaşım. Bu yaklaşımda insanın doğasına ait nefret ve saldırganlık hisleri inkâr edilmiyor olsa da, bu hislerin davranışa dökülmesinde sosyal öğrenmelerin, dolayısıyla da "dış" etmenlerin etkili olduğu savunuluyor. Gerek kendi deneyimlerimizden elde ettiğimiz çıkarımlar gerekse televizyon, sinema ya da diğer medya araçlarında gözlemlediklerimiz, şiddet içeren davranışların sonunda ödüllendirildiğini dikte ettiğinde saldırganlık, kendisini sosyal yolla öğrenilmiş bir davranış olarak ister istemez gösteriyor. Peki, yaşantısını hedefler
belirleyerek ve bu hedeflere ulaşmaya çalışarak düzene koyan insanoğlu, bu yolda başarısızlığa uğrarsa, hayal kırıklığının bedeli ne olur? Yanıt, saldırganlığa dair ortaya atılmış 4. ve son zamanlarda en fazla tartışılagelen kurama götürüyor bizi: "Engellenmişlik-Saldırganlık Kuramı". Yoksun bırakılmışlıklar, eşitsizlikler ve istismarlar özellikle de sosyal statü ve ekonomik gücü düşük gruplardaki şiddetin altında yatan nedenler olarak görülüyor. Belli amaçlara ulaşmada güçlük çeken bu gruplar, uğradıkları hayal kırıklığı ve engellenmişlik dolayısıyla şiddet eğilimli hisler beslemeye başlıyorlar. Bugün, sosyal servis programlarıyla da işte bu şiddetin kaynağını kurutmaya yönelik sosyal eşitlik ve adalet programları oluşturmak hedefleniyor. Gerek Sosyal Öğrenme Kuramı gerekse Engellenmişlik-Saldırganlık Kuramı'nın bağlandığı tek bir düğüm var gibi görünüyor: Kültür. Saldırganlığa dair yaklaşımların sonuncusu olan kültürel yaklaşımda bilim adamları, saldırganlığın tıpkı bir dil öğrenilir gibi kültürün içinde yoğrularak öğrenildiğini savunuyor. Erkek çocuklara oyuncak tabancalar alınıp, gelecekte karşıt cinsleriyle karşılaştırıldıklarında daha saldırgan bir kişilik geliştirmelerinin tetikleniyor oluşu kültürün bir etkisi olarak ele alınabilir. Araştırmacıları bu fikre itense kimi kültürlerde saldırgan davranışların daha fazla görülüp kimilerindeyse şiddet eğilimine daha az rastlanıyor olması.
Çocukları şiddete yönlendiren en önemli unsurlardan birisi de, ebeveynlerin içinde bulundukları kültürün etkisiyle seçtikleri oyuncaklar.
Nefret ve şiddet
İnsanlık tarihine kısaca göz atacak olursak yıllar süren kanlı din savaşlarına, kültürel hegemoni yarışlarına ve ideoloji çatışmalarına tanık oluyoruz. İnsan psikolojisinde çok büyük bir yeri olan "çelişki çözme", uluslararası platformlarda da etkili bir öğe. Psikolojik tüm işleyişlerimiz hayatımızdaki çelişkileri çözmeye ve geleceğimizi tahmin edilebilir bir süreğenliğe oturtmaya yönelik çalışıyor. Tıpkı algı mekanizmalarımızın da yaptığı gibi; iki ağaçtan küçük olanının daha uzakta olduğunu tahmin ederiz, daha açık renkteki elmanın daha fazla ışık aldığını. Tüm bu çıkarımların hizmet ettiği amaç ortaktır: Genellemelere giderek yorumlar yapmak, çevreyi anlamak ve geleceğe dair beklentiler oluşturmak. İşte, sosyal, politik ve ekonomik olarak dalgalanmalar yaşayan ve değişen şartlara çok kısa zamanlarda uyum sağlamak zorunda kalan toplumlarda çelişki bir vazgeçilmez oluyor. Bu çelişki de huzursuzluk yaratarak saldırganlığa ve şiddete neden oluyor. Çünkü çelişkilerle yaşamak insan doğasına aykırı bir durum. Norm, değer ve beklentileri sabit toplumlar ise daha düşük şiddet oranlarına sahip oluyor.
Öyle ya da böyle, şiddet toplumlarda artış göstermeye devam ediyor. Dinamikler değiştikçe ve insan, zihnini kullanarak doğaya yabancı teknolojiler üretmeye devam ettikçe, dozu sürekli artan saldırganlıkları ve ardındaki nefreti anlamak da giderek daha zor bir hal alıyor. Yukarıda saydığımız tüm kuramlar ise tek tek analiz edilmektense, etkileşimli ve bütünsel bir model içinde daha derin anlamlar kazanıyor.
Kaynaklar:
http://www.psychologytoday.com/articles/index.php?term=pto-20030501-000001&page=1
http://www.sjsu.edu/faculty/watkins/prospect.htm
http://psychology.anu.edu.au/groups/categorisation/socialidentity.php http://www.hawaii.edu/powerkills/CIP.CHAP2.HTM

Wednesday, July 24, 2013

Expressive Portraits Of Homeless People

How hard can life affect us, and can it be read on our faces? Photographer Lee Jeffries has shown that it’s possible by taking very expressive portraits of people. But not just any kind of people; all of his models are homeless men, women and children that he has met in Europe and the United States.
homeless people 1
And we all known that they have had a tough life which shows in their faces. Jeffries was a sports photographer, but he changes his interest when he met a homeless girl in the streets of London.
homeless people 2
Before taking a photo of the homeless people he sits down and talks to them, because he wants to know their story. His perception complete changes, and these people become the subject of his art.
homeless people 3
You can see the people are tired and dirty with a completely unhealthy look. The old ones has many wrinkles; it’s like each of them are telling their own story of the hard life as a homeless.
homeless people 4
Another photographer has captured how homeless people are living under the roads of Las Vegas in huge flood tunnels.
homeless people 5
homeless people 6
homeless people 7
homeless people 8

Saturday, July 13, 2013

Öfkeyi Yaşamak

Yaşam boyu herkes çeşitli engellenmelerle karşılaşır: Trafik, işlerin zamanında yetişmemesi, çalışanların işe gelmemeleri, randevularına zamanında gelmeyenler, sis nedeniyle kalkmayan uçaklar gibi sorunlar veya yaşanan hayal kırıklıkları, hakkımız olanı alamadığımız, incinip gereksinmelerimizin ya da isteklerimizin doğru şekilde karşılanmadığı, işlerin yolunda gitmediği ve yaşantımızda önemli bir duygusal sorunla karşılaştığımız zaman yaşanan duygu ÖFKE’dir.

Genel olarak öfke duygusal bir tepkidir ve yine diğer duygular gibi, son derece doğal ve evrenseldir. Ancak iletişimin işlevsel ve yapıcı olabilmesi, duyguların sağlıklı olarak ifade edilebilmesine bağlıdır. Kontrol edilemeyen yıkıcı ve saldırgan tepkilere dönüşebilen aile içi şiddet, çocuk taciz ve istismarlarında, terör olaylarında, sokak kavgalarında ve trafikte yaşanan sözel ve bedensel şiddet olaylarının arkasında sağlıklı ifade edilmeyen, edilemeyen öfke duyguları yatar.

Birçok insan öfke ve benzeri duygularını bastırmaya, inkar etmeye ve yok saymaya çalışır. Bu anlamda sıkıntılarını kabul edip yardım almayı da reddeder. Öfke kişiler arası iletişimi bozar. Evlilikler, aile içi iletişim ya da işyerlerinde yönetilemeyen öfke, patlamalara ve krizlere neden olur. Uygun yollarla ifade edilemeyen öfke, saldırganlık ve düşmanlık duyguları kişilerde ciddi sağlık problemlerine dönüşür. Kronik kalp ve damar hastalıklarına, baş ağrısına, yüksek tansiyona ve mide rahatsızlıklarına yol açtığı gibi öfke ile etkin bir biçimde baş edememe sigara ve alkol, madde bağımlılığı ve yeme bozukluklarına da neden olabildiği araştırmalarla kanıtlanmıştır. (Friedman ve Rosenman, 1974; Tavris, 1989). Üniversitenin ilk yıllarında öfke ve düşmanlık duyguları yüksek olan bireylerin 20 yıl sonra yüksek kolestrollü, daha çok alkol ve sigara tüketen, aşırı kilolu yüksek tansiyon gibi hastalıkları olan daha çok sağlık sorunları yaşayan kişiler olduğu görülmüştür.

Tokat atma, tekme atma, vurma, yüksek sesle konuşma, küfür etme, tehdit etme, aşırı eleştirel olma, hata arama, tartışmacı ve saldırgan tavırlar içinde olma, isim takma, suçlama, alay etme, dedikodu yapma, şüphecilik, önyargıyla yaklaşma öfke nöbetleri geçirme gibi açıkça kişinin başkalarını incitmeyi ya da çevreye zarar vermeyi istediğini gösteren sözel ve fiziksel tacizler genellikle öfkenin doğrudan görülebilen belirti ve işaretleri olarak tanımlanabilmektedir (Madlow, 1972).

Başkalarından uzak durma ve onlarla işbirliğini reddetme, sessizlik, unutkanlık, psikosomatik hastalıklar, depresyon ve suçluluk duyguları, kazaya yatkınlık, işbirliğine karşı direnç, bağımlılık davranışları, aşırı alttan alma, çekingen davranma, ağlama, şiddete ve suça yönelik fantaziler içinde bulunma, yoğun bir rahatsızlık ve stres içinde olma duygusu, mutsuzluk ve gerginlik, güceniklik ve ruhsal acı çekme duygularının varlığı gibi belirtiler ise ÖFKE’nin dolaylı olarak ifadesini içeren belirti ve işaretlerdir.

Öfkesini hiç ortaya koymayan, devamlı bastıran kişinin de psikosomatik ya da depresif bazı sorunları ortaya çıkabilir. Öfkeyi yerinde ve zamanında dışa vurmak sağlık açısından faydalıdır. Olaylar ya da insanlar karşısında gösterilen içsel ve dışsal tepkilerin kontrol edilmesi, onların yapıcı şekilde yönetilmesi önemlidir. Gevşeme tekniklerinin uygulanması ve düşüncelerin yeniden yapılandırılması gerekmektedir (Cautin & Goetz, 2001).

Kişiler, öfke ile başa çıkmak için onu bastırmak yada saklamak değil, tanımak, kabul etmek ve baş etmeyi istediklerinde öfkelerini yönetebilir ve öfkesinin zararlı etkilerinden kurtularak onu kendileri için yapıcı bir şekilde ifade edebilirler.(Kellner & Bry, 1999).


KAYNAKÇA
Friedman, M., Rosenman, R.H. (1974) Type A Behavior and Your Heart, Knopf, New York, NY,
Tavris, C. (1989). Anger: The misunderstood emotion. New York, NY: Simon & Schuster.
Madlow, L. (1972). Anger: How to recognize and cope with it. New York: Schribners. Madow, L
Kellner, M. H., Bry, B. H., & Colletti, L. (2002). Teaching anger management skills to students
with severe emotional or behavioral disorders. Behavioral Disorders, 24(4), 400-407.

DİLEK DOĞU, Uzman Psikolog

Monday, July 8, 2013

Devlet eliyle sürdürülen bir yıldırma politikası: Taciz

  • Gülşah İmrek
  • Kadınların Gezi direnişinin sembolü haline geldiği su götürmez bir gerçek. Direniş boyunca barikatta polise kafa tutan, alanda nöbet tutan, yanıbaşında gaz yemiş arkadaşına limon sürmeye çalışan, alandaki küfürlü yazılamaları silmeye uğraşan ve daha çeşitli hallerde “direnen kadınları” görmek mümkündü. Renkli, mücadele azmini körükleyen karelerdi hepsi... Ama işin bir de diğer yanı vardı. Çünkü kadınları siyasetten silmeye çalışanlar hep vardı... Sadece burada da değil. Bugünlerde tekrar milyonların sokakta olduğu Mısır’da da, 100’ün üzerinde direnişçi kadının tacize uğradığı haberlerini okuduk. Samira’da yaşadı bunu, Eylem’de ve daha bir çok kadın da.. Biz kadınların bu zamana kadar, sokağa çıkıp siyaset yapmasını engellemek üzere karşı karşıya bırakıldıklarının bir özetiydi belki de hepsi. Tüm bu “kadını sindirme, korkutma”yı ve artık bir devlet politikasına dönüşen taciz’i, sizin için çeşitli çevrelerle görüştük...

    EREN KESKİN- Avukat
    Direnişin başladığı günden bu yana polislerin gerek alanda gerekse gözaltında kadınları taciz etmeyi kendine görev edinmesi gibi bir durumla karşı karşıyayız. Ne düşünüyorsunuz bununla ilgili?
    Keskin: 1997 yılından bu yana devlet kaynaklı cinsel şiddet adına çalışıyorum. Çok sayıda kadın taciz ve tecavüze maruz kaldı. Ama Gezi olayları ile batıda ilk kez bu kadar yoğun polis saldırısını görmemize neden oldu. Ve polis şiddetinin hiç olmadığı kadar açığa çıktığı bir dönem. Çıplak arama da, küfür de bir tacizdir. Kadına yönelik şiddet bir caydırma yöntemidir. Bu bir savaş politikası olarak Kürt kadınlarına karşı. Yine sosyalistlere ve transeksüellere karşı uygulandı. Ya da herhangi bir nedenle adliyeye yolu düşen kadınlara uygulandı. Bu zamana kadar Kürtler bunu çok fazla yaşadı  ama bu kez batıda tanık olduk ve çokça tartışıldı.
    Başbakan, İçişleri Bakanı, Vali; polis müdahalesinde taraf olduğunu beyan etti bu neyi gösteriyor?
    Keskin: İşkencenin her türlüsü bir devlet politikasıdır. Ağır işkence, kaba dayak vs. sadece işkence gibiymiş algılanıyor ama küfür de bir işkencedir.  Bugüne kadar hakkında suç duyurusunda bulunulan polislere karşı devletin takındığı korumacı tavır bunun bir devlet politikası olduğunu kanıtlıyor. Emri ben verdim diyen başbakan da dahil hakkında suç duyurusunda bulunulabilir... Kaldı ki, kadının bedenine, yaşamının her alanına müdahale eden bir başbakan söz konusu. Erkek egemenliğin hat safhada olduğu, sistematik bir durumdan söz ediyoruz.
    NE YAPILMALI?
    Bir kadın gözaltında tacize ve ya tecavüze uğradığında ne yapmalı?
    Keskin: Kadın eğer gözaltında tecavüze uğradıysa ve bakireyse ilk 7 ve 10 gün içerisinde “fiziksel rapor” almalıdır. Eğer bakire değilse de hemen bir avukata ve doktora başvurmalıdır. Ancak kadınlar çeşitli nedenlerden ötürü bunu çok kolay paylaşamıyor. Ama bunu bir hekime anlatarak “psikolojik rapor” alması da mümkün. Eğer tacize maruz kaldıysa ve vücudunda çeşitli emareler kaldıysa bunları tespit ettirmeli ve savcılığa başvurmalıdır. Bunun için kadınların hak arama bilinci gelişmelidir tabii.
    Gözaltında Taciz ve Tecavüze Karşı Hukuki Yardım Bürosu Ne Yapıyor?
    Keskin: 1997 yılından bu yana çalışıyoruz. Ücretsiz avukatlık hizmeti fiziksel ve psikolojik tedavi yöntemi. 400 kadın başvurdu. Büyük bölümü kürt kadınlar, sosyalist ve translar...mağdur olan kadın ya bize başvuruyor ya da biz takip ediyoruz. Yönlendirmeler oluyor. Kadın cezaevindeyse oradan alıyoruz başvuruyu. Dışardaysa kendisi geliyor. Doktora yönlendirip psikolojik rapor alıyoruz. Davayı takip ediyoruz sonuna kadar. İç hukuk yolları tükenirse Avrupa İnsan Hakları mahkemesine başvuruyoruz. AİHM ‘nin kararları içinde en önemli yanı; cinsel işkencenin belgelenmesinde resmi bilirkişi raporu değil, bağımsız bir hekimden rapor alınması gerektiğinin vurgulanması. Bu önemli bir şey.

    PINAR ÖNEN-TİHV
    Ruh Sağlığı Ekibi Gönüllü Çalışanı Gözaltında tacize, tecavüze  uğrayan bir kadının yaşadığı travmanın sonuçları ne oluyor?
    Önen: Öncelikle gözaltında taciz ve tecavüzün bir işkence olduğunu unutmayalım. Kişinin fiziksel, ruhsal ve sosyal bütünlüğüne yöneltilmiş bir saldırıdır. Kişinin ruhsal dünyasında, çok derin yaralanmalara yol açabilir. Fiziksel zarar ve riskler (yaralanma,hamile kalma riski. vb.) yanında, kişinin kontrol ve güvenlik duygusunu elinden alan bir şeydir her türlü şiddet. Bedenin yanısıra kimliğimize, onurumuza yöneltilmiş bir saldırıdır. Etkilenme düzeyleri arasında mutlaka bireysel farklar var. Kişilik özellikleri, baş etme becerileri gibi bireysel özellikler verilen reaksiyonu belirleyen faktörler. Ama herkes için travmatik bir deneyim olduğunu söyleyebiliriz. Bireysel özelliklerimize göre bu travmatik deneyimin etkisi farklı şiddetlerde olabilir. Depresif belirtiler, kaygı belirtileri, psikosomatik (psikolojik kökenli fiziksel semptomlar)hastalıklar, içe kapanma, izolasyon gibi pek çok ruhsal reaksiyon ortaya çıkabilir kişilerde. Bu etkiler daha sonra, farklı biçimlerdede ortaya çıkabilir. Yani örneğin kadın akut süreçte çok etkilenmemiş görülebilir, ama sonraki yaşantısında partneriyle cinsel yaşantısının etkilendiğini görebilirsiniz.
    Travmayı atlatabilmek için nasıl bir süreç gerekiyor? Neler yapılmalı?
    Önen: Öncelikle özellikle cinsel şiddet ve işkence söz konusu olduğunda biz bu konuda çalışan özel ve bağımsız merkezler olması gerektiğini düşünüyoruz. Türkiye İnsan Hakları Vakfı böyle kurumlardan biri. Cinsel Şiddete Karşı Kadın Platformu örneğin Cinsel Şiddet Kriz Merkezlerinin kurulmasını talep ediyor. Böyle özel merkezler, kadının sağlıklı ve travmatize edilmeden değerlendirilmesini, cinsel şiddetin belgelendirilmesini ve kadının psiko-sosyal destek almasını sağlar. Verilen psikolojik desteğin, meseleyi tamamen bireysel bir boyuta indirgemeden toplumsal politik bağlamı da göz önünde tutması ve içermesi çok önemli.
    Kadınlar çoğu zaman dile getirmekte zorlanıyor bu durumu? Bunu da kullanıyor olduklarını söyleyebilir miyiz?
    Önen: Elbette,  failler kadınların bunu söylemekte zorlanacağını, hukuki sürece taşımakta zorlanacağını biliyor. Zor çünkü öncelikle beden ve cinsellik hepimiz için çok mahrem bir konu. Bir konuyu dinlerken, bir kitap okurken zihnimizde canlanır ya, sizi dinleyen kişinin zihninde o sahnenin canlanacağını bilirken ne kadar kolay olabilir anlatmak? Bu aslında dinleyenlerin yeniden bedenimize, mahremimize girmesi anlamına geliyor bir yandan. Özellikle de tekrar tekrar sorulma riski (hem sosyal ortamda, hem hukuki süreçlerde) düşünüldüğünde, bir kadın yaşadığı olayı anlatırken, dinleyen herkes o sahneye tanık olmuş gibi yaşıyor. Sanki dinleyen herkesin bedenini gördüğünü, herkesin gözünde cinsel nesneye dönüştüğünü hissediyor. Toplumsal yargılamalara da maruz kalabileceğinden, yani “namusunu kaybetti, kirlendi” gibi faili değil de kadını suçlayan ve kadını değersizleştiren yargılamalara maruz kalacağını bildiği için, ve Türkiye’de hukuki süreçlerde sonuç almanın zor olduğunu bildiği için, ne gerek var tekrar tekrar anlatarak yeniden travmatize olmama diyerek, anlatmak istese bile vazgeçiyor.
    Gezi direnişinde gözaltına alınan Eylem Karadağ cesurca yaşadıklarını anlatıp, polisler hakkında suç duyurusunda bulunmuştu. Kadınların direngen ruhunun bu şekilde yıpratmaya çalışılmasını nasıl yorumluyorsunuz?
    Önen: Direniş onarım için çok çok önemli. Gezi sürecinde de bunu gördük. Direnmek herkese çok iyi geldi, yaşadığı çaresizlik duygusundan kurtardı, nesne olmaktan özne olmaya götürdü. Bu anlamda, kadınların toplumsal yargılamalara ve dışlamalara karşı hissettiğimiz korkuya, utanç duygusuna yenilmeden, yaşanan olayı deşifre etmesi ve hukuki mücadele başlatması çok önemli. O sebeple, cinsel taciz/tecavüze maruz kalanların böyle bir sürece girmelerini destekliyorum. Elbette kendi sınırları içerisinde. Yani kadın hazır hissetmiyorsa, süreci yavaşlatabilir, bir yandan psikolojik destek alabilir, basın önünde konuşmak zorunda değildir vs. Ama kendi sınırları içinde kalarak, adaletin peşine düşmek, ve direnmeye devam etmek çok onarıcı.
    TOPLUMUN ALGISI NE?
    Peki “cinsel taciz”  neden kadınların zayıf noktası olarak algılanıyor?
    Önen: Beden ve cinsellik kadın-erkek hepimiz için çok mahrem bir konu.Kadın-erkek karşılaştırmasını yapabilecek yeterince bilimsel veri yok elimizde. Gözaltında cinsel taciz ve tecavüze kadınlar daha çok uğruyor, ama bu işkenceye maruz kalmış pek çok erkek de var ama erkeklerin bunu ifade etmesi çok daha zor olabiliyor . Üstelik bu çok bireysel bir deneyim ve grup karşılaştırması yapmak, bireyselliği yok sayan bir şey. Ama toplumsal düzeyde, kadınlar ikincil travmatizasyona daha çok maruz kalıyorlar, yani yargılanma, dışlanma ve damgalanmaya. Biliyorsunuz Suudi Arabistan gibi ülkelerde tecavüzcüler değil tecavüze uğrayan kadınlar asılıyor! Toplumda bunun kadının zayıf noktası olması ile ilgili de bir beklenti var. Yani “kadın için namus çok çok önemli, ve kadının zayıf noktası olmalı, kadın mutlaka çok travmatize olmalı” şeklinde bir beklenti. Bu da yine toplumsal cinsiyet normlarıyla ilgili. Dolayısıyla “kadın için cinsellik zayıf nokta” demek bu toplumsal beklentiyi pekiştirmek anlamına gelebilir. Ama failler evet böyle düşünüyor. Yani özellikle kadın için zayıf nokta olduğunu, kadını “kirletmenin” toplumu kirletmek anlamına geldiğini. Ve kadına cinsel yönde saldırı çok daha fazla oluyor. Etkilenme düzeyinde kadın-erkek arasında çok da fark olduğunu düşünmüyorum, hatta kendi hemcinsinden “yani beklemediği birinden” cinsel şiddet görmek bir erkeği çok daha fazla travmatize edebilir. Beden ve cinsellik hepimiz için hassas bir nokta demeyi tercih ederim.

    DENİZ TÜRKALİ- Oyuncu
    Kadınların talepleri farklı olsa da maruz kaldığı şeyler neyazık ki aynı oluyor.. Kadınların direnişinin tacizle, baskıyla, cinsiyetçilikle bastırılmaya çalışılmasının nedeni ne sizce?
    Türkali: Erk, itirazın sesini bastırmak için her zaman her türlü baskıyı uygular. Kadınlara yönelik şiddet ,taciz, tecavüz bunun en tipik örneği. Erk’in zavallı güç gösterisi... Biz sesimizi çıkardıkça onu şaşırtıcı, bilmediği bir dille karşı karşıya bıraktıkça onun zavallı iktidarı da sarsılacak. Gezi direnişinin gücü ve önemi de burada zaten. Kadınları kadın politikalarından uzak tutmaya çalıştıkları bir gerçek... Ama bu en hafif deyimiyle had bilmezlik... Marjinallerin dediğine kulak vermesini tavsiye edebilirim. Nedense kendi politikalarının maşası olan kadınlara itirazları olmuyor.

     
     

    MÜGE İPLİKÇİ-Akademisyen
    Basın aracılığıyla meşrulaştırılıyor sanki. Takvim gazetesi’in bir kadına sevgilisinin uyguladığı şiddet haberini “Nakavt” başlığıyla vermesi en bariz örneği bunun herhalde...
    İplikçi: Taciz, tecavüz ve şiddet...Elbette basın kanalıyla çoğalan, artan, karşılık bulan durumlar. Haberlerin veriliş biçimi çok düşündürücü. Dahası, medyada yer alan dil de çok sorunlu . Şiddeti pekiştiren ve meşru gösteren erkek egemen cinsiyetçi, hatta ırkçı bir dil. Üstelik bunu  zaman zaman kadınlar da kullanıyor. Kadın bedeni ahlaklılığın, faziletin, ya da tam tersi olarak ahlaksızlığın ve faziletsizliğin temsili olarak dayatıldığı müddetçe de bu değişmeyecek.
    Gezi direnişinde neden sizce ilk hedef kadınlar oldu?
    İplikçi: Gezi direnişinde kadınların ilk olarak hedef haline gelmesi şaşırtıcı değil. Onlar daha ilk aşamada tavırlarındaki sağlamlıkla kendilerini belli ettiler! Direnişin esas simgeselliği neredeyse onlardaydı. Uzun yıllardır tanıdıkları bir sisteme karşı -iktidarlar değişse bile sesi, hatta sesinin tonu değişmeyen bir sisteme karşı-pasifist direnişin ne olduğunu iyi bilir kadınlar. Bu yüzden şiddetsiz bir engel oluşturmayı ve bu konuda ısrarcı olmayı başardılar. Kullandıkları şiddetsiz dil çok anlamlıydı. Bunun hedef haline gelmelerinin temel nedenlerinden biri olduğunu düşünüyorum. Bir de kadın olmaları elbette! Kadınlar bu toplumda şiddetin en önde gelen özneleri. Bu yüzden mücadelelerindeki enerji çok sahici ve elbette dönüştürücü. Kısacası iktidar, iktidar dilini üretenler ve buradan şiddet üretenler için gerçek bir tehdit onlar!

Saturday, July 6, 2013

Gezi'ye psikolojik bakış!

Gezi direnişini değerlendiren Psikolog Göker Gülçur, "İnsanları genel tepkisizlik hallerinden uzaklaştıran bir süreç yaşadı Türkiye. Demokratik ülke tanımına uygun olarak insanların ülke ile ilgili alınan kararlara müdahil olma, itirazlarını dile getirme konusunda daha aktif olabileceği bir döneme giriyoruz. Bu dönem bir yandan da farklı düşünen insanlar arasında kutuplaşmanın ya da tam tersi yakınlaşmanın yaşanacağı bir zaman dilimi olacak" dedi.

Birinci ayını dolduran Gezi Parkı’ndaki eylem polisin parkı boşaltması ile son bulsa da toplumun hemen her kesiminden insanların konuya ilişkin tepkileri halen devam ediyor. Kimi durarak pasif direniş sergiliyor, kimi her akşam tencere tava sesleriyle sokakları inletiyor. Polisin 31 Mayıs’taki müdahalesi sonrasında, Gezi Parkı’nda bekleyen az sayıda protestocunun dağılması beklenirken, olayın nasıl olup da ülke çapında kimlikler üstü bir protestoya dönüştüğüne, siyasiler kadar ilk gün parkta olan protestocular da hayli şaşırmış durumda. Yapılan çeşitli sosyolojik analizlerde toplumun sadece Gezi Parkı’nda yaşananlara değil, hükümet tarafından peşi sıra yapılan çeşitli düzenlemelere karşı genel bir tepki verdiği ortaya konuyor. Ülke geneline yayılan, can kaybı ve ciddi yaralanmalar yaşanan protestolar esnasında protestoya katılanların ve protestonun şifrelerini çözmek, halkın taleplerini müzakere etmek yerine polis müdahalesi ile bastırmaya çalışan siyasilerin psikolojilerinin nasıl olduğu ise ayrı bir analiz konusu. Protestolarda başı çeken Y kuşağına mensup gençlerle rehberlik ve danışmanlık konusunda çalışan Psikolog Göker Gülçur ile, olaylar sırasında halkın ve siyasilerin psikolojilerinin nasıl olduğu üzerine konuştuk.

- Olayların bu kadar büyümesinde polisin müdahalesinin yarattığı tepki ne kadar etkili?
Büyük etkisi var. Gezi Parkı olayları ile ilgili ilk günden itibaren ulaşabildiğimiz görüntüler ve haberlerde barışçıl yöntemler kullanan göstericilere polis tarafından verilen tepkilerin orantısız, karşılıklılık ilkesine dayanmayan ve hatta zaman zaman absürt tepkiler olduğunu görüyoruz. Ortaya çıkan görüntüler etki ve tepki arasında çok net bir fark olduğunu ortaya koyuyor. Bu durumu gören, okuyan insanlar da sürece müdahil olma ihtiyacı hissediyorlar. Çok farklı kesimlerden, çok geniş bir kitlenin bu gösterilere katılmasının nedeni de bu. Polisin müdahale şekli, kişinin en temel hakkı olan var olma hakkına kast edildiği, bu hakkının elinden alınmaya çalışıldığı hissini yaratıyor. Gezi Parkı sürecinin başında yaşanan şafak baskını sonrasında olayların daha geniş kitlelere yayıldığını görüyoruz. Takip eden günlerde de polis müdahalesinin şiddetini arttırarak devam etmesi var olma hakkını savunmak isteyen bir çok insanın olaylara katılmasında önemli rol oynamıştır.

- Polisin caydırıcılık için kullandığı biber gazı ve tazyikli suya rağmen eylemler büyüyerek devam etti. Neden caymadı, korkmadı insanlar?
Konunun herhangi bir siyasi düşünceye oturtulmuş bir talep nedeniyle başlamamış olması önemli bir faktör. Gezi Parkı’nda eylemleri başlatan grubun talebi net ve basit: Gezi Parkı’na dokunmayın. Burası bizim yaşam alanımız. Karşılığında gördükleri tepki; biber gazı, cop ve tazyikli su. Bu, susayan bir çocuğu tokatlamak gibi bir şey. Problem talebin uygunsuzluğundan değil, talebe verilen karşılığın uygunsuzluğundan kaynaklanıyor. Evrimsel açıdan bakıldığında insanın tehdit algıladığı durumlarda vereceği iki temel tepki vardır: ‘’Savaş ya da kaç’’ İnsanlar talebin meşruiyeti ile müdahalenin meşruiyeti arasındaki büyük farkı gözlemlediklerinde verdikleri karar kalıp savaşmak (şiddet içermeyen şekilde eylemlere devam etmek) oluyor. Çünkü insanların zihnindeki tehdit algısı (yapılan müdahalelerin de etkisiyle) siyasi görüş, etnik köken, dini inanış gibi kimlik özelliklerinin ötesinde yaşama hakları, yaşam tercihleri ve var olma hakları gibi siyaset, etnik köken üstü nedenlerle ilgili.

- Eylemcilerin evlerini, rahat yataklarını bırakıp günlerce çadırlarda kalmasını nasıl açıklayabiliriz?


Sosyal psikolojide “Sorumluluğun Yayılması” adında bir kavram vardır. Bu kavrama göre kişinin inisiyatif alması gereken bir olayda (trafik kazası, yaşlı birine yardım etme, hırsızlık, darp vb.) sorumluluk alma ve hissetme olasılığı, kişinin etrafında bu sorumluluğu alabilecek insan sayısı fazla ise, düşer. Kavrama göre, kişi çevredeki insanların bu sorumluluğu alacağını düşünür ve bu nedenle harekete geçme olasılığı yalnız olduğu bir düzenlemeye nazaran daha düşüktür. Bu bilgiler ışığında ülkemizde geçmişte yaşanan toplumsal olayları ve Gezi Parkı olaylarını karşılaştırırsak, gözlemleyebileceğimiz en büyük fark olaylarla ilgili sorumluluk hisseden kişi sayısı ve bu kişilerin çok farklı kesimlerden olmasıdır. Fazla uzağa gitmeye gerek yok, benzer olaylar Emek Sineması ile ilgili protestolarda, 1 Mayıs’ta da yaşandı. Ancak hiçbiri Gezi Parkı olaylarında olduğu gibi geniş bir kitleye yayılmadı. Temel fark, insanların konuyla ilgili hissettikleri sorumluluk duygusunun oluşmasındadır. Birçok insan konuya doğrudan müdahil olmamasına rağmen, kendini sorumlu hissederek Gezi Parkı’na gitti. Diğer şehirlerde yaşayan insanlar da benzer bir duyguyla alanlara çıktı. Mevcut durumun, ‘’Sorumluluğun Yayılması’’ kavramını yalanlar şekilde olmasının, kişilerin temel hak ve özgürlükleri ile ilgili rahatsızlık hissetmelerinden ve bu sorumluluğu başkalarına bırakmak gibi bir alternatifleri olmamasından kaynaklandığını düşünüyorum. Gündüz işlerine gidip akşamları protestolara katılan, temel ihtiyaçlarını gidermekte sıkıntı çekecekleri bir ortamda günlerce kalan, şehir dışından gelip eylemlere katılan insanların varlığını hissettikleri bu sorumluluk duygusu ile açıklayabiliriz.

- Protestoların bir noktadan sonra sadece Gezi Parkı için yapılmadığı, insanların özgürlüklerinin kısıtlandığını düşünmesi nedeniyle eyleme katıldıkları görüşü hakim. İnsan için özgürlük, yaralanmayı hatta ölümü göze alacak kadar önemli bir olgu mu?
Protestolara katılım nedenleri kelimelere döküldüğünde orada bulunan insanlar kadar çeşitli olabilir. Tüm bu farklı nedenlerin ortak noktası ise insanların itiraz etme haklarını kullanmak istemeleri. İtiraz ettikleri şey belirttiğiniz gibi temel hak ve özgürlükleri ile ilgili yapılmaya çalışılan kısıtlamalarla ilgili. Anayasa’ya uygun olarak protesto haklarını kullanan insanların gördükleri karşılık bu duygunun var olmasının asli nedenlerindendir. Alkol kullanımından, kürtaja, kaç çocuk sahibi olunacağından, orman arazilerinin imara açılmasına kadar bu ülkenin vatandaşlarını doğrudan ilgilendiren birçok başlıkta ciddi kararlar alındı. Tüm bu kararlar bir toplum olarak bu ülke vatandaşlarını etkilemekle birlikte, her birimizi birey olarak da etkileyen kararlar. İnsanların kişisel alanlarının kamusal alana dönüştürülmesine karşı da bir tepki diyebiliriz. Bireylerin hak ve özgürlüğü ile ilgili bu kadar müdahil olunan bir ortamda insanların belli bedeller ödemeyi göze alması çok doğal. Ancak şunu da unutmamak lazım; hak ve özgürlüklerini korumak isteyen insanlar özellikle yaralanmayı ve ölümü göze alarak meydanlara gitmiyorlar. Ortada yapılan bir yanlış var ve bu yanlışa karşı konulan bir tavır. Bunun sonucunda ölüm ve yaralanma gibi riskler ortaya çıkıyorsa, sadece protestocuların neleri, neden göze aldığını değil; yapılan müdahalelerin nedenini ve ne şekilde yapıldığını da değerlendirmek gerekir.

- Ünlüler, tanınmış isimler de eyleme destek verdi. Çoğunlukla halktan kopuk yaşamakla eleştirilen bu kitleyi egolarını törpüleyip halkın arasına karışmaya iten sebep ne olabilir?
Gezi Parkı Eylemlerinde gözlemlenen en önemli noktalardan biri de bir sınıfsızlık hali. Her ne kadar eylemciler belli bir kesimden insanlar olarak gösterilmeye çalışılsa da birçok farklı sosyoekonomik gruptan, meslekten, siyasi görüşten, cinsel tercihten ve etnik kökenden insanı bir arada görebiliyorsunuz. Beyaz yakalılar, işçiler, öğrenciler, akademisyenler, esnaflar, ev hanımları, transseksüeller, Ermeniler, Kürtler ve sayısız kimlik özelliği ile tanımlayabileceğimiz ‘’gruplar’’ o alandalar. Bu insanlar her türlü kimlik özelliklerini bir kenara bırakıp, bir mesaj vermek adına bu eylemlere katılıyorlar. Sanatçılar ve diğer tanınmış kişiler de benzer bir motivasyonla bu eylemlerin içinde olabilirler. Kâğıt üstünde baktığınızda asla bir araya gelmez dediğiniz grupları bir arada görmeniz mümkün bu eylemler sırasında. Bakıldığında, tüm şiddetin ve istenmeyen olayların yanında hoşgörü ile bir arada olma halinin en güzel örnekleri yaşanıyor son birkaç haftadır. Sanatçı ya da tanınmış kişi olmanın halktan kopuk olma gibi bir ön koşulu olmadığı görüşündeyim. Eminim eylemlere katılan tanınmış kişiler de önceden saydığım diğer kişilerle benzer duyguları hissettikleri için alanlardalar.

- Anneler de Gezi Parkı’ndaki çocuklarına destek vermek için parka gitti, oysa Başbakan “Çocuklarınızı parktan alın.” diye seslenmişti. Ebeveynlerdeki koruma içgüdüsü bu olayda neden geri planda kaldı?

Eylemlere katılan kişileri yaşları açısından inceleyecek olursak çok geniş bir dağılımın olduğunu gözlemleyebiliriz. Üniversite ve lise öğrencisi gençlerin yanı sıra yüksek oranda orta yaşlı ve yaşlı insanın da eylemlere katıldığını görmek mümkün. Belirli ölçüde çocuklar da bu eylemlere katılıyorlar ve aileleri ile birlikte süreci yaşıyorlar. Başbakan’ın “Çocuklarınızı parktan alın.” derken kastettiği reşit olmayan çocuklar değil, orada bulunan genç kesim. Araştırmalara baktığınızda eylemlere katılan kişilerin yaş ortalaması 28. Bu da orada bulunan kişilerin sadece gençlerden ibaret olmadığının göstergesi. Öte yandan ebeveynler çocuklarının kendilerini rahatlıkla ifade edebilecekleri, haklarını korumak karşılığında şiddet görmeyecekleri bir ülkede yaşamalarını istediklerinden korumacı davranmayı bir kenara bırakıp evlatlarına destek veriyor olabilirler.

- Günümüz şartları insanların daha çok bireysel yaşamalarını dayatırken bu eylem süresince sergilenen dayanışma ve gönüllülük nasıl izah edilebilir?

Bu kadar geniş bir kitleye yayılan toplumsal hareketler çeşitli yönlerden, farklı disiplinler tarafından değerlendirilmelidir. Günümüz şartları insanları bireyselleşmeye itmekle birlikte, ülkemiz bireyci kültüre sahip bir ülke olarak tanımlanmamaktadır. 80’li yıllarda önem kazanmaya başlayan Kültürel Psikoloji’nin kavramlarından ‘’Bireyci-Kolektivist Toplum’’ ayrımı içerisinde değerlendirecek olursak Türkiye her iki kültür tipinin de özelliklerini yöresel olarak yoğunluk değişimi ile gösteren bir ülke. İnsanlar ortak amaç doğrultusunda bir araya geldiklerinde yardımlaşma ve dayanışma davranışlarında artış gözlemlenir. Toplu olarak hareket etme ve bireyden önce grubu ön planda tutma hali Türkiye gibi kolektivist kökenlere sahip ülkelerde gözlenmesi doğal bir durumdur. Bunun yanı sıra direnme ve protesto kültürü de bireyin hak ve özgürlüklerini ön planda tutmakla birlikte, çıkar ve bencillik ile değil, birlikte hareket etme ve dayanışmayla beslenmektedir. Yapılan eylemler bu anlamda birbirine önyargıyla bakan, daha önce hiç biraraya gelmemiş kişilere ve gruplara; birbirlerini daha yakından tanıma, farklılıkların bir arada bulunmaya engel olmadığını deneyimleme fırsatı vermiştir. Gezi Parkı Eylemleri, ortak amacı geniş bir kitleye hitap eden ve alt kimliklerden bağımsız olarak temel hak ve özgürlüklerle ilgili bir eylem olduğundan, ülke geleceğini ciddi anlamda etkileyecek görüş değişiklikleri yaşanmasına neden olmuştur.

- Çok farklı dünya görüşlerine sahip insanlar hatta futbol takımlarının daha birkaç ay önce birbirini öldüren taraftarları da el ele direnişe destek oldular. Nasıl yorumlarsınız bu durumu?

Daha önce belirttiğim gibi alt kimliklerin ön planda olmadığı bir eylem grubundan bahsediyoruz. Bu grup, yanlarındaki insanları farklılıklarıyla kabul eden, kendisinin de farklılıklarıyla kabul görmesini isteyen bir grup. Grup olarak tanımlanan insan toplulukları ortak bir amaç ve/veya özellik doğrultusunda bir araya gelip grup olarak tanımlanırlar. Kişiler grup içerisinde tanımladıkları kişilere pozitif atıflarda bulunma, grup dışında bulunanlara da negatif atıflarda bulunma eğilimindedirler. İnsanlar içinde bulundukları grupla ilgili detaylı bilgi sahibiyken, farklı gruplarla ilgili aynı detayda bilgiye sahip değildir. Bu durum kişilerin grup dışındaki kişileri kalıp yargılar ve klişelerle değerlendirmelerine neden olur. Tüm bu psikolojik süreçlerin üstüne çıkar çatışması ve rekabeti eklediğinizde zaman zaman tatsız olayların yaşanması mümkün olur. Gezi Parkı Eylemleri tüm bu farklı grupların birbirlerini yakından tanımaları ve ortak bir amaç doğrultusunda hareket etmelerine neden olmuştur. Grup dışı olarak tanımlanan kişiler bir anda grup içi olarak tanımlanmış ve bu durum da insanların farklı kimlikleri daha yakından tanıma, kalıp yargılarla değil, o andaki reel davranışlarıyla değerlendirmesini sağlamıştır. Sosyal Psikolog Muzaffer Şerif yıllar önce Robbers Mağarası Deneyi’nde iki grup gencin önce birbirleriyle çatışmasını sağlamış, sonrasında ortak bir amaç vererek iki grubun önceki çatışma haline rağmen birbirleriyle yakınlaştığını ve ortak amaç doğrultusunda hareket ettiğini gözlemlemiştir. Eylemler sırasında birçok farklı şekilde gözlemlediğimiz dayanışma örneği de benzer bir mantıkla yaşanmaktadır.

- Eylemciler mümkün olduğunca şiddetten uzak durmaya çalıştılar, aralarında şiddete başvuranları engellemeye çalıştılar oysa şiddete maruz kalan birinin buna şiddetle tepki vermesi gayet normal. Neydi şiddete başvurmalarına engel olan?


Bu sorunun cevabı çok net: Eylemcilerin amacı polisle çatışmak değil. Talepleri devletin mevcudiyeti ile ilgili de değil. Gördükleri şiddete karşılık vermeleri asıl amaçları olan demokratik taleplerini dile getirmelerine engel olacak ve eylemciler bunun bilincinde. Ne istediğini bilen, haklılığına inanan bir kitleden bahsediyoruz. Şiddete başvurmamaları bir taraf olarak dikkate alınmalarında en büyük kozları olacak uzun vadede. Burada galeyana gelmiş, bilinçsiz, sürü psikolojisiyle hareket eden bir gruptan bahsetmiyoruz.

- Başbakan’ın konu ile ilgili demeçlerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Uzlaşmak ve olayları yatıştırmak yerine güç kullanmanın altında yatan neden ne olabilir?


Durumun “iktidarda olma” ve “lider olma” arasındaki farkın ayrımına varamamakla ilgili olduğunu düşünüyorum. Başbakan’ın mevcut yaklaşımı, onun iktidarda olmayı lider olmaktan daha çok önemsediğini düşündürtüyor bana. Yaptığı açıklamalar eyleme katılanları ötekileştirmek üzerine kurulu. Genel normdan sapan insanlar olarak değerlendiriyor eylemcileri. Konuyla ilgili yapılan rasyonel açıklamalara (katılan insan sayısının çokluğu, farklı görüşlerden insanların eyleme katılması, vb.) kayıtsız kalması da kendini AKP’ye oy veren ya da vermeyen herkesin lideri olarak değil, iktidarda olan kişi olarak görmesinden kaynaklandığını düşünüyorum.

- Vali Hüseyin Avni Mutlu’nun eylemler süresince özellikle sosyal medya üzerinden eylemcilere destek veren mesajlar verirken son müdahale sırasında yaptığı açıklamalar taban tabana zıttı. Bu davranışı nasıl yorumlamak gerek?


İkinci Dünya Savaşı sonrasında Soykırımın planlayıcılarından Adolf Eichmann 60’lı yılların başında savaş suçlusu olarak yargılanmaya başlar. Eichmann dava süreci boyunca genel kanının aksine, bir psikopat ya da cani olarak değerlendirilebilecek tek bir davranış ya da açıklamada bulunmamıştır, tersine herkes gibi sıradan bir kimliktir onu gözlemleyenlere göre. Milyonlarca insanın ölümünde büyük rol oynayan bu kimliğin, eli kanlı bir cani olmadığı fikri herkesin kanını dondurur. Siyaset Bilimcisi Hannah Arendt ‘’Kötülüğün Sıradanlığı’’ adlı kitabı yazar konuyla ilgili. Bu bilgi ışığında Psikolog Stanley Milgram ünlü itaat deneyini kurgular. Milgram’ın deneyinde belli koşullar altında, sorumluluk verilen insanlar kendilerine verilen en insanlık dışı emirleri bile uygulayabilecekleri sonucu ortaya çıkar. Deneye katılan insanların yüzde 65’i otorite figürü tarafından verilen emirle tanımadıkları bir kişiye 450 volt elektrik verir (gerçekte elektrik verilmez). Deneye katılan kişiler herhangi bir psikopatolojiye sahip olmayan, sıradan, ortalama insanlardır ve yaptıkları tek şey emirleri uygulamaktır. İstanbul Valisi’nin yaptığı açıklamalarla uygulamaları arasındaki fark benzer bir dinamikten kaynaklanıyor olabilir. Konu ile ilgili farklı teorilerin de gerçek olması mümkün tabii…

- Tüm bunlar olup biterken emir-komuta zincirinde görev yapan polisin psikolojisi nasıldı sizce?

48 saatlik vardiyalarla, aç ve susuz çalıştıkları göz önünde bulundurulacak olursa, çok sağlıklı olmadığını düşünebiliriz. Verilen emri uygulamakla, vicdanlarının sesini dinlemek arasında kalanların olduğunu umuyorum içlerinde.

- Eylemler son günlerde şekil değiştirdi ve “duran adam” sayesinde pasif direniş halini aldı. Bu davranışın ifade etmeye çalıştığı ne olabilir?

Eylemcilerin neden şiddete başvurmadığı ile benzer nedenlere dayanıyor bu tip pasif direniş eylemleri. Aktarılmak istenen mesajı şiddet dışında her türlü demokratik yolla iletmeye çalışıyor insanlar. Bu tip eylemler hem yasal açıdan kimseyi zor durumda bırakmayan (kaldı ki yine de gözaltına alındılar), hem de talepleri dile getirme adına farkındalık yaratan bir forma sahipler. Benzer örneklerin sıklaşması da herkesin, karşılığında büyük bedeller ödemek zorunda kalmadan yapabilmesinden kaynaklanıyor. Bu tip insancıl yöntemlerin çeşitlenerek çoğalmasının önemli olduğunu düşünüyorum.

- Bu olaylar toplum psikolojisi üzerinde önümüzdeki dönemde nasıl etkili olur?
İnsanları genel tepkisizlik hallerinden uzaklaştıran bir süreç yaşadı Türkiye (halen de yaşamaya devam ediyor). Demokratik ülke tanımına uygun olarak insanların ülke ile ilgili alınan kararlara müdahil olma, itirazlarını dile getirme konusunda daha aktif olabileceği bir döneme giriyoruz. Bu dönem bir yandan da farklı düşünen insanlar arasında kutuplaşmanın ya da tam tersi yakınlaşmanın yaşanacağı bir zaman dilimi olacak. İnsanlar artık ülkede gerçekleşen olaylara daha farklı yaklaşmaya başlayabilirler. Ancak sürecin nasıl devam edeceğini kestirmek henüz güç. Çünkü Gezi Parkı olayları doğal bir tepki olarak ortaya çıkmış, spontan bir süreçti. Bundan sonra düzenlenecek gösteri ve eylemler konuya ve amaca göre daha küçük gruplar tarafından gerçekleştirilmeye devam edebilir. Geniş kitleyi sürecin içinde tutacak bir amaç belirlenmediği sürece benzer bir hareketin devam etmesini beklememek gerekmektedir. Her halükarda ülkede yaşananlara daha duyarlı bir toplumun filizleri atılmış durumda. Bu bilincin devamlılığı ve etki alanının genişliği önümüzdeki günlerde yaşanacak olaylarla şekillenecektir.

http://soylesigunlugu.blogspot.com
30 Haziran 2013

Friday, July 5, 2013

Günümüzün Nevrotik İnsanı



Karen Horney
Nevrotik kime denir?

Kazancının elverdiğince yaşamının tadını çıkarmaya çalışan, zamanının çoğunu kadınlarla geçiren ya da hobilerine ayıran bir sanatçıyı nevrotik olarak görme eğilimindeyizdir.
Böyle kimseleri nevrotik olarak nitelememizin nedeni, toplum içinde en ön sırada yer almak, başkalarını geçmek ve yaşamak için gerekli olan paradan daha çoğunu kazanmak istemeyi gerektiren bir davranış biçiminin çoğumuz tarafından başka bir davranış biçimine yer vermeyecek biçimde benimsenmiş olmasıdır. (sf.14)
Saatler boyu ölmüş dedesiyle konuşan birisi bize göre nevrotik ya da psikotik tir, diğer yandan ise bazı Kızılderili kabilelerinde atalarla böyle iletişimler kurmak, benimsenmiş bir davranış kalıbıdır. Ölmüş bir akrabasının adı geçtiğinde son derece alınan birisi bize göre gerçekten nevrotiktir, ama aynı kişi Jicarilla Apache kültüründe kesinlikle normal olarak kabul edilecektir. Adet gören bir kadının kendisine yaklaşmasından dehşete düşen bir erkek bize göre nevrotikken, bir çok ilkel kabilede adet görmeyle ilgili korkular sıradan olaylardır. (sf.15)
Eskimolar katillerin cezalandırılması gerektiğini düşünmemektedirler. (...) Bazı kültürlerde oğlu öldürülen bir annenin acısı, öldürülen oğlun yerine katilin evlât edinilmesiyle dindirilebilir. (sf.18)
Herkese “nevrotik” diyebilir miyiz?
İnsanlar bir nevroza sahip olmadan da genel davranış kalıplarından sapabilirler. Yukarıda bahsettiğimiz, gereksiniminden fazla para kazanmak için zaman harcamak istemeyen sanatçı nevrotik olabilir ya da yalnızca çekişmeli bir rekabet ortamına kendini kaptırmak istemeyecek kadar akıllı olabilir. (sf.21)
Tüm nevrozlarda göze çarpan iki ayırt edici özellik vardır: Tepkilerde belirli bir katılık ve yetenekler ile beceriler arasındaki tutarsızlık.
Tepkilerde katılık ile, değişik durumlarda duruma uygun tepki gösterebilmemizi sağlayan esnekliğin bulunmamasını anlatmak istiyorum. (...)
Kişi belirli yeteneklere ve uygun koşullara karşın yine de verimli olamıyorsa, bu nevroz belirtisidir; (...) nevrotik kendisini, kendi yolunda bir engel olarak görür. (sf.22-23)
Normal insan, kendi kültürünün gerektirdiğinden daha fazla acı çekmez. Diğer yanda, nevrotik kişi, değişmez bir şekilde normal insandan fazla acı çeker. Yine değişmez bir şekilde, savunma mekânizmaları için aşırı bir bedel öder, ki bu da canlılığın ve gelişme gücünün bozulmasıdır. (...) Aslında, nevrotik değişmez bir şekilde acı çeken bir insandır. (...) Nevrotiğin kendisi bile acı çektiğinin bilincinde olmayabilir. (sf.25)
Nevroz nedir?
Bir nevroz, korkular ve korkulara karşı oluşturulan savunma mekânizmaları ile çatışmalı eğilimleri uzlaştırma çabalarının ortaya çıkarttığı bir psikolojik düzensizliktir. (sf.27)
İlk olarak, çatışmalarla dolu dış ortama bir tepki olarak doğan, böyle bir ortamla karşılaşılmadığında ise bireyin kişiliğini etkilemeyen nevrozlar vardır. (...) Ortam nevrozları ilgi alanımız içine girmemektedir, çünkü bunlar nevrotik kişilik yapıları değildirler ve yalnızca belirli zor bir duruma uyum eksikliği olarak ortaya çıkarlar. (...) Sıradan sağlıklı bir insan için hiç bir çatışma yaratmayan bir ortama nevrotik kişinin tepki gösterdiği görülür. (sf.28-29)
Sevilme ihtiyacı
... günümüz nevrotiklerinin en belirgin eğilimlerinden birisinin başkalarınca sevilmeye ve beğenilmeye olan aşırı bağımlılıkları olduğunu görürüz. (...) ilgili kişiye önem verip vermemelerinin ya da o kişinin yargılarının kendileri için bir anlamı olup olmamasının önemi yoktur. (...) Örneğin, birisi davetlerini kabul etmediğinde, bir süre kendisini aramadığında, hatta bir konuda aynı görüşte olmadığında kırılabilirler. Bu duyarlılık, bir “aldırmama” tutumuyla gözlenebilir. (sf.33)
Aşağılık ve yetersizlik duyguları hiç eksik olmayan özelliklerdir. (...) Bu aşağılık duyguları yakınmalar ya da kaygılar biçiminde yüzeyde görülebilirler (...) Diğer yanda, kendine olduğundan fazla değer vererek aşağılık duygularını telâfî edebilecek gereksinimlerle, dikkatleri herhangi bir şekilde üstünde toplamakla ya da kültürümüzde saygınlık ölçütleri olan paraya, eski tablolara, antika mobilyalara, kadınlara sahip olmakla, seyahat etmekle ya da üstün bilgi sahibi olmakla başkalarını ve kendini etkilemeye duyulan zorlu bir eğilimle gözlenmiş olabilirler. (sf.34)
Korku nedir? Endişe nedir?
Korku, kişinin karşılaştığı tehlikeyle orantılı bir tepkiyken, endişe tehlikesiyle orantısızdır, hatta düşsel tehlikelere karşı gösterilen tepkidir. (sf.38)
(...) bazı kişiler, sürekli olarak ölüm endişesi içindedirler; diğer yanda bu endişeden kurtulmak için gizli gizli ölmek isterler.
(...) korku durumunda tehlike nesnel, görünen bir şeydir, endişe durumunda ise tehlike öznel ve gizlidir. (...)
Korku ile endişeyi birbirinden ayırmak için pratik yol, nevrotik kişiyle konuşarak endişesini uzaklaştırmaya çalışmanın -kandırma yöntemi- yararsız olmasıdır. Nevrotik kişi olayları olduğu gibi değil, kendi bakış açısıyla görür. (sf.39)
Hepimizin, bilinç düzeyine çıkmayacak derecede hafif ve hemen unutacak kadar kısa süreli sevgi, öfke ve kuşku duygularımız vardır. Bu duygular bizimle ilişkisiz ve geçici olabilir, ama aynı zamanda artlarında büyük bir dinamik güç saklayabilirler. Bir duygunun bilincimizde uyandırdığı etkinin şiddetinin onun gücü ya da önemiyle bir ilgisi yoktur.
Bu, yalnızca haberimiz olmadan endişelerimiz olabileceği anlamına değil, aynı zamanda bilincinde olmamıza karşın bu endişelerin hayatımızı yönlendiren en önemli etken olduğu anlamına da gelir.
Kişi büyük bir tehlike karşısında etkin ve yürekli olabilir. Ama endişe karşısında kişi çaresizdir. (...)
Endişenin bir diğer yönü, bariz mantıksızlığıdır. Bazı insanlar için mantıksız etkenlerin onları kontrolleri altına almaları kadar dayanılmaz bir şey yoktur. (sf.40-41)
(...) Kendi içindeki bir şeyi değiştirmesi gerektiğini görecek ve kabullenecek yerde, sorumluluğu dış dünyaya atar ve böylece tutumunu belirleyen gerçek nedenlerle yüzyüze gelmekten kurtulur. (sf.43)
Endişeden kurtulmanın üçüncü yolu onu uyuşturmaktır. (...) Aşırı derecede bir uyuma gereksinimi de aynı gerçeğe hizmet edebilir; burada ayırıcı tanı uyanınca kişinin kendini dinlenmiş hissetmemesidir. (sf.46)
Ket vurma
Ket vurma, bazı belirli şeyleri yapma, hissetme ve düşünme yetersizliğidir, işlevi de kişinin bu şeyleri yapması, hissetmesi ya da düşünmesi halinde ortaya çıkabilecek olan endişeden kaçınmasıdır. (sf.47)
(...) özellikle önemli olan ket vurma, ister bir gezi konusunda, isterse yaşamın tümü konusunda, plan yapmamaktır. Nevrotikler evlilik ya da meslek seçimi gibi yaşamsal önemi olan konularda bile, ne istediklerini açıkça ortaya koymaktansa kendilerini akıntıya bırakırlar. (sf.35)
Nevroz ne kadar şiddetliyse, ket vurmaların sayısı da o derece çoktur. (sf.52)
Düşmanlık duygusu
Çeşitli biçimlerdeki düşmanca dürtüler nevrotik endişenin ana kaynağını oluştururlar. (sf.55)
Düşmanlığı bastırmak, her şeyin yolunda olduğunu, bu nedenle dövüşmemiz gerektiğinde ya da en azından dövüşmek istediğimizde, dövüşmekten kaçındığımızı “taslamaktan” başka bir şey değildir. Bu yüzden böyle bir bastırmanın kaçınılmaz ilk sonucu savunmasız kalma duygusunun ortaya çıkması, daha doğrusu zaten var olan savunmasızlık duygusunun güçlenmesidir. Kişinin çıkarları tehdit altındayken düşmanlık baskılanacak olursa, başkalarının bu durumdan yararlanma olanağı doğar. (sf.56)
Kişinin düşmanlık duygularının farkına varmasının dayanılmaz olmasının ana nedenleri kişinin düşmanlık beslediği insanı sevmesi ya da ona gereksinim duyması, düşmanlığı ortaya çıkaran kıskançlık ya da sahiplenme gibi nedenleri görmek istememesi ya da herhangi birine karşı duyulan düşmanlığın farkına varmaktan korkması olabilir. (sf.58)
Birey düşmanca dürtülerini dış dünyaya “yansıtır”. İlk “kandırma” yani bastırma, bir ikincisini gerektirir: Kişi yıkıcı dürtülerin kendisinden değil, dışarıdan ya da başka birisinden geldiğine “kendisini inandırır” (sf.61)
Düşmanlık duygularını bastırarak kişi kendi tarafında düşmanlık olduğunu inkâr eder, bastırılmış düşmanlığını fırtınalara yansıtarak da başkalarının tarafındaki herhangi bir düşmanlığı inkâr eder. (sf.63)
Ne zaman endişe ya da endişe belirtileriyle karşılaşşam, aklıma gelen soru hangi duyarlı noktanın incindiği ve sonuçta düşmanlık doğurduğu ile bu düşmanlık duygularının bastırılmasını gerektiren koşulların neler olduğudur. (sf.67)
Nevroz çoğu zaman anne ya da babadan devralınır
Temel kötülük, değişmez bir şekilde, gerçek sevgi ve sıcaklığın eksikliğidir. Bir çocuk, birdenbire memeden kesme, arasıra dayak atma, cinsel deneyimler gibi çoğu kez yaralayıcı (travmatik - derin izler bırakan) diye nitelenen olaylara, istendiğini ve sevildiğini bildiği sürece kolaylıkla katlanabilir. (...) Bir çocuğun yeterli sevgi ve sıcaklık görememesinin gerçek nedeni, ana-babasının kendi nevrozları nedeniyle ona bunları verememesidir. (sf.70)
Ancak düş kırıklığı isyankâr bir düşmanlığın kuşkusuz tek kaynağı değildir. Gözlemler, yetişkinlerin olduğu gibi, çocukların da bir çok yoksunluğa, eğer bunların haklı bir nedeni olduğuna, gerekli ve amaçlı olduklarına inanırlarsa, katlanabildiklerini göstermiştir. (...)
Kuşkusuz kıskançlık da, yetişkinlerde olduğu gibi çocuklarda da korkunç bir kine neden olabilir. (sf.71)
Söz ettiğimiz ortamı yaratan nevrotik ana-babalar genellikle kendi yaşamlarından hoşnut değillerdir: Ne duygusal ne de cinsel yönden doyurucu ilişkileri vardır ve bu nedenle de çocuklarını bir sevgi nesnesi haline getirmeye eğilimlidirler. (sf.73)
Çocuk ne denli korkutulursa, düşmanlığını o derece az gösterecek, hatta o derece az düşmanlık duyacaktır. Burada altta yatan duygu “düşmanlığımı bastırmalıyım, çünkü senden korkuyorum”şeklini almıştır. (sf.75)
Yasaklamalar ister bariz bir sessizlikle ister açık açık tehditler ve cezalarla ifade edilsin, bu yasaklamaların sonucunda çocuk yalnızca cinsellikle ilgili konuları merak etmenin ve cinsel faaliyetlerin yasak olduğunu düşünmekle kalmayacak, bu konularla ilgilenirse kendisinin pis ve iğrenç olduğuna inanacaktır. (sf.76)
Ama ailesindeki deneyimleri ne denli kötüyse, çocuk yalnızca ana-babasına ve kardeşlerine karşı bir kin geliştirmekle kalmayacak, diğer tüm insanlara karşı da o denli güvensiz ve öfkeli bir tutum takınacaktır.
“Kırılganım, çünkü incitildim!”
Dünya ile ilgili genel endişe de yavaş yavaş gelişebilir ya da artabilir. Böyle bir ortamda büyüyen bir çocuk, diğer insanlarla olan ilişkilerinde onlar kadar girgin ya da atak olmaya cesaret edemeyecektir. İsteniyor, seviliyor olmanın verdiği tatlı duyguyu yitirmiş olacak ve zararsız bir takılmayı bile zalim bir kabul edilmeme belirtisi olarak görecektir. Başkalarından daha kolay incinecek ve kendini korumada daha beceriksiz olacaktır.
(...) bu durum, düşman bir dünyada sinsice artan ve her şeyi kapsayan bir yalnızlık ve çaresizlik duygusudur. Bireysel kışkırtmalara gösterilen ani bireysel tepkiler bir kişilik tutumuna dönüşür. (sf.78)
Basit ortam nevrozlarında temel endişe bulunmaz. Bu nevrozlar, kişisel ilişkileri bozulmuş olan bireylerin gerçek çatışmalı durumlara gösterdikleri nevrotik tepkilerden kaynaklanırlar. (sf.79)
Nevrozların yapı taşı olarak tanımlanan insanlara yönelik temel endişe ve düşmanlık tutumu, daha az şiddetle de olsa, hepimizde gizlice bulunan “normal” bir tutum değil midir? (sf.82)
Savunma stratejileri
Bizim kültürümüzde insanların kendilerini temel endişeden korumak için başvurdukları dört ana yol vardır: Sevilmek, itaat etmek, güç, insanlardan uzaklaşmak.
(...) kişinin herhangi bir yolla kendisini başkalarına sevdirmesi endişeye karşı güçlü bir savunma aracı olarak işe yarar. Düşünce, “beni severseniz, bana kötülük yapmazsınız” olmuştur.
İtaat etme tutumu bir kuruluş ya da kişiyle ilgili değilse, herkesin her türlü isteğine uyma ve hoşnutsuzluk yaratacak her şeyden kaçınma şekline dönüşebilir. Böyle durumlarda birey kendi isteklerinin tümünü bastırır, eleştirme isteklerini bastırır, başkalarının kendisini kötüye kullanmasına hiç bir savunma yapmadan ses çıkarmaz ve hiç bir ayrım yapmadan herkese yardımcı olmaya hazır bekler.
(...) davranış şekillerini bencil olmamalarına ya da kendi isteklerinden bütünüyle vazgeçmeye kadar her türlü fedakârlığa hazır olduklarına inanmalarına bağlarlar. İtaat etmenin hem özel hem de genel şekillerinde temel ilke, “itaat edersem, kötülük görmem” olmuştur.
Burada kişi güvenliğe gerçek güç, başarı, para, beğenilme ya da düşünsel üstünlük yollarıyla ulaşmaya çalışır. (sf.84-85)
Başkalarına karşı maddi yönden bağımsız olabilmenin bir yolu da kişinin gereksinimlerini en aza indirmesidir.
Duygusal bağımsızlık ise tüm insanlardan duygusal olarak uzaklaşmakla sağlanabilir. (...) Böyle bir duygusal soyutlanmanın belirtileri kişinin kendisi de içinde olmak üzere hiç bir şeye önem vermemesi ciddiye almamasıdır ki bu duruma entellektüel çevrelerde sıklıkla rastlanır.
İnziva
Bu dünyadan uzaklaşma mekânizması, her ikisinde de insanın, kendi isteklerinden vazgeçmesi söz konusu olduğundan, itaat etme ya da boyun eğme mekânizmasıyla benzerlikler gösterir. Ama itaat etme tutumunda özveri, “iyi” olma ya da diğer insanların isteklerine boyun eğerek kendini güvenlikte hissetme amacını taşırken, dünyadan uzaklaşma tutumunda “iyi” olma düşüncesinin hiç bir önemi yoktur ve özveride bulunmanın amacı başkalarına karşı bağımsızlık kazanmaktır. Burada ilke “Eğer her şeyden uzaklaşırsam, bana hiç bir şey zarar veremez” şeklini almıştır.
Temel endişeye karşı korunma amacını taşıyan bu girişimlerin nevrozlarda oynadığı rolün önemini değerlendirebilmek için bunların şiddetini anlamak gereklidir.
Ancak çoğu zaman, güvenliğe ulaşma çabaları tek bir yolla sınırlı kalmaz, birden fazla yola aynı anda başvurulur, bu ise bu yolların birbirlerine karşıt yönde işlemeleri nedeniyle işleri daha da kötüleştirir. Sonuçta nevrotik insan aynı anda hem herkese egemen olmaya hem de herkes tarafından sevilmeye çabalar, aynı anda hem herkese uyum göstermeye hem de kendi isteklerini onlara kabul ettirmeye çalışır, hem insanlardan uzaklaşmak ister hem de onların ilgisi, sevgisi için kıvranır. Nevrozların devimsel çekirdekleri genellikle işte bu çözümsüz çatışmalardır.
Kişisel isteklerle toplumsal gereklerin çatışması mutlaka her zaman nevrozlara yol açmaz ama bunlar yaşamda gerçek kısıtlamalara neden olabilirler, yani isteklerin frenlenmesine ya da bastırılmasına, daha genel bir terimle, gerçek acılara neden olurlar. Bir nevroz, ancak böyle bir çatışma endişeye yol açarsa ve endişeyi yatıştırma girişimleri de bunun karşılığında, aynı derecede zorunlu olmakla birlikte birbirleriyle uyuşmayan, savunma eğilimlerine yol açarsa ortaya çıkar. (sf.86-87-88)