Tuesday, June 7, 2016

Otoriter karakterin yalnızlığı…




05/06/2016 14:50

ALPER HASANOĞLU

Otoriter kişilik denince akla hemen ötekine hakim olmaya, baskı kurmaya ve onu kontrol etmeye çalışan insan gelir.
Diğer uçta ise boyun eğen, itaat eden, baskıya hayır demeye cesaret edemeyen kişi ya da kişiler vardır. Analitik sosyal psikolojinin kurucusu olan sosyolog ve psikanalist Erich Fromm, hakim olan ve hakim olunan tarafların birbirlerine olan bağımlılığına dikkat çeker ve her ikisini de otoriter karakter olarak tanımlar; aralarındaki tek olmasa da en önemli fark, Fromm’a göre, aktif ve pasif olmalarıdır.
Her iki tarafın, aktif ve pasif olarak sınıflandırılan otoriter kişiliklerin öncelikli ve en derindeki ortak noktaları bir yeti eksikliğidir: Kendine hakim olabilme yetileri yoktur, bağımsız değillerdir, başka bir şekilde ifade etmek gerekirse özgürlüğe tahammül yetileri gelişmemiştir.
Bu anlamda otoriter karakterin karşı kutbunda olgun insan bulunur. Ötekine sıkı sıkı tutunmak zorunda değildir olgun insan, çünkü dünyayı, insanları aktif bir biçimde kavrar. Ne demektir bu?
Çocuk henüz tutunmak zorunda olan canlıdır. Anne karnında, henüz bedensel düzlemde, anneyle birdir. Doğumdan sonra, aylarca bakıma muhtaç olması anlamında uzun bir süre annenin bir parçası olarak kalır. Kişiliği gelişene kadar da yıllarca anneye bağımlıdır.
Annenin desteği olmadan var olması dahi mümkün değildir. Ama çocuk büyür ve gelişir. Yürümeyi, konuşmayı ve dünyada oryantasyonunu bularak, içinde bulunduğu çevreyi kendi dünyası yapmayı başarır.
Otoriter karakter ötekine ihtiyaç duyar
İnsana verili iki şey vardır, insan onlar aracılığıyla kendini geliştirir; sevgi ve akıl.
Sevgi, kendi bağımsızlığını ve bütünlüğünü koruyarak, dünyayla bir-olmak ve ona bağlanabilmektir. Seven insan dünyayla bir bağ içindedir, kaygı duymaz, çünkü dünyada kendini evinde hisseder. Kendini unutabilir, çünkü kendinden emindir.
Sevgi, duygusal yaşantı düzleminde dünyayı bilmektir. Başka bir bilme durumu daha vardır, o da düşünsel düzlemde kavramak. Bu kavrayış akıldır. Akıl zekadan farklıdır. Zeka belli pratik hedeflere ulaşmak için düşünme yetisinin kullanılmasıdır.
Şempanze, kafesin dışındaki muza elindeki her iki sopayla da ulaşamadığında, iki sopayı birleştirerek muzu alırsa zekasını kullanmış olur.
Akıl ise yüzeyde görünenin ardında yatanın ne olduğunu kavramak için gerekli olan düşünme eylemidir. Akıl insanı kaygı ve güvensizlik duygusundan uzaklaştırır. Akıl dünyayla düşünce düzleminde, sevgi ise duygu düzleminde bağlanma yaşayabilmek için gereklidir.
Otoriter kişiliğin sevme ve aklını kullanma yetileri olgunluğa ulaşmamıştır. Bu da derin bir kaygı duygusunun kişiliği ele geçirmesiyle sonuçlanır. Otoriter kişilik sevgi ve aklın gerekli olmadığı bir bağlanma hissetmeye çalışmak zorundadır.
Bunu da simbiyotik bir ilişkide, ötekilerle bir-olma halinde bulur.
Ötekilerle bir-olma hali ancak kendi bireyselliğinden vazgeçmesi, kendi benlik bütünlüğünün yok olması sonucu gelişebilir. Otoriter karakter ötekine kendi izolasyon ve kaygı duygusuyla başa çıkamadığı için ihtiyaç duyar.
Mazoşistik insan, derin bir kaygı hisseder
Fromm, otoriter karakteri iki alt gruba ayırır; hakim olan ve hakim olunan. Pasif-otoriter karakter mazosiştiktir ve boyun eğmeye meyillidir; bilinçdışı da olsa daha büyük olan bir bütünün parçası olma arzusu taşır. Daha büyük bir insanın, bir düşüncenin ya da bir kurumun.
İnsan, düşünce ya da kurum gerçekten önemli ya da güçlü olabilir veya ona inananlar tarafından öyle algılanabilir; önemli olan pasif-otoriter kişinin öznel olarak buna inanması ve bu sayede kendini güçlü ve büyük ve/ya da büyük bir şeyin bir parçası hissedebilmesidir.
Buradaki paradoks, kişinin büyük olanın parçası –büyük– olabilmek için kendini küçültmesi gerekmesidir. Kendisi sorumluluk almamak ve karar vermek zorunda kalmamak için emir almayı bekler.
Bağımlı, mazoşistik insan, derin bir kaygı hisseder, çoğunlukla bilinçdışı olarak değersizlik, terkedilmişlik duygusu vardır.
Bu terkedilmişlik duygusunu aşıp kendini güvende hissedebilmek, daha büyük bir şeyin parçası olarak kendi değersizliğini aşabilmek için birine, bir şeye tabi olabilmek ister. Bu sayede kendini de harika, büyük ve güçlü hisseder.
“Mazoşistik, pasif karakteri anlamaktan daha zor olanı, aktif-otoriter, sadistik karakteri anlamaktır.” der Fromm.
Sadistik-otoriter karakter, kendine boyun eğenlere karşı güçlü ve kendinden emin gözükse de kaygılı ve tek başınadır, yalnızdır.
Mazoşist daha büyük bir şeyin küçük bir parçası olduğu için kendini güçlü hissederken, sadistin kendini güçlü hissetmesi, kendine bağımlı olanları ne kadar içine alabildiği, bir anlamda onları ne kadar yok edebildiğiyle ilgilidir.
Sadistik-otoriter karakter en az mazoşistik-otoriter karakter kadar bağımlıdır. Sadistik-otoriter karakterin güçlülüğü aldatıcıdır. Kendine bağımlı insanlar var olduğu müddetçe güçlü ve kendinden emindir. Gücünü kaybetmesi, kendi başına kalması ve kendine biat edenlerin azalması sonucunda olur.
Sadist insanın asıl amacı karşısındakine acı vermek, onun canını yakmak değildir. İstediği, ihtiyaç duyduğu şey ötekini kontrol edebilmek, onu çaresiz bir duruma sürükleyip kendi isteklerinin bir nesnesi haline getirmektir.
Ötekinin cesaretini kırıp köleleştirebilmesinin en radikal biçimi ona acı çektirmektir.
Türkiye ‘topluluğu’nun otoriterliğinin nedeni babasızlık
Mazoşist ve sadist karakter özelliklerinin ortak noktası simbiyotik ilişkiye muhtaç olmalarıdır, bu nedenle otoriter karakter, içinde hem mazoşist hem de sadist özellikler barındırır.
Örneğin evinde eşi ve çocuklarına sadistik bir şiddet uygulayan otoriter karakter, iş yerinde patronuna mazoşistik bir şekilde boyun eğebilir.
Yeterince olgunlaşmış, yani sevmeyi ve aklını kullanmayı bilen insanın otoritesi yalnızca kendi benliği üzerinedir. Neyi nasıl yapacağı, kendi kararlarını nasıl alacağı, içine düştüğü zor durumlarda kendi güç ve yetilerine mi güveneceği, yoksa yardım mı alacağı konusunda yeterli olgunluğa sahip kişidir.
Özgürlükten korkmayan, ‘sahip olmaya’ değil,‘olmaya’ değer veren üretken bireydir olgun insan.
Türkiye ‘topluluğu’ insanlık tarihinin tanık olduğu en otoriter topluluklardan biridir. Bunun nedeni de, sadistik ve mazoşistik özelliklerin gelişmesine neden olan en önemli travmatik yaşantılardan biri olan ve daha önce birçok yazımda ele aldığım‘babasızlık’ durumudur.
Belki Diken okurları için babasızlığı yeniden ele almakta fayda var. Bu da ileriki yazılarda.



http://www.diken.com.tr/otoriter-karakterin-yalnizligi/

Saturday, May 14, 2016

Modern Insan, Ekran Psikozunun Kurbanı Mı?

Araştırmalar yeni doğan ördek yavrularının, hareket eden ve ses çıkaran herhangi bir cismi anneleri sandıklarını gösteriyor. Ördek yavruları bu cismi taklit ederek peşine takılıyorlarmış. İnsan için böylesine bir yanılsama söz konusu olabilir mi? İnsan ekrandaki bir dizinin gerçekliğini ya da “bir bilenin” söylemini kendi gerçekliği ile karıştırabilir mi? İnsan dünyaya ekrandaki (sadece televizyon ekranı değil, her türlü baskın söylemi ekran olarak okuyabilirsiniz) bir karakterin gözüyle bakma yanılsamasına düşebilir mi? İnsan ile ilgili edindiğimiz bilgiler bunların olası olduğunu ve insanların öznel gerçekliğinin, monolog tarzındaki baskın söyle karşısında sapabileceğini gösteriyor. Çünkü yaşama tek bilinç ile başlarız, o bilinci de henüz kendiliğimizi oluşturamamış olduğumuz için kendi bilincimiz olarak göremeyiz. Kendimizin bilinci kavramını geliştirmemiz ve öteki bilinçlerin varlığını fark etmemiz ve kabullenmemiz için süre geçmesi gerekir. Freud ve Lacan, bu kavramları geliştirsek de, tek ve hakim bilinç algısından kurtulmamızın zor olduğunu belirtiyorlar. Çünkü insan kendisini, kendisine yabancı ve bütünlük içindeki bir görüntünün içinde bularak gerçekliğini kurar. Özellikle de Hieronymus Bosch’un tanımı ile kendisini parçalanmış biçimde algılayan bir canlıdan söz ediyorsak: ‘Burada boynu olmayan birçok yüz, omza sahip olmayan ve havada gezinen kollar ve bir yüzde yer bulmaya çabalayan yalnız gözler bulunmaktadır’ (Bowie, 29). Varlık, kendisini böyle parçalanmış biçimde algılayarak toplumsal yaşamın içine girdiği için, sürekli olarak kendisine musallat olmuş eksiklik ve başarısızlık hisleri içinde yaşar ve kendisini mükemmel olarak kurduğu bir noktaya ulaşmayı amaçlar (Sartre, 151). Özne haline gelmeye çabalayan bu parçalanmış canlı, Hegel’in bütünlük (Gestalt) olarak tanımladığı kavramın peşinden koşacaktır. Ancak bu mükemmellik noktasına her ulaşma girişimi bir başarısızlık ve hayal kırıklığı ile sonuçlanacaktır. Çünkü çocuk, kendisinin ayna görüntüsü ya da yaşıtının görüntüsü ile kendisini özdeşleştirirken, bir yandan da bu imgelerin yansıyan imge oldukları ve aslında kendisi olmadığı gerçeğiyle sürekli yüzleşir. Kendi dışında kendisi olarak gördüğü bir bütünlük vardır ancak kendisi bir türlü tamamen o bütünlük haline gelemez, o yansıyan imge sürekli olarak elinden kaçar. Bütünlük kavramı, algısal alanın görsel organizasyonu yoluyla oluşan ve öznenin ötekinin imgesini kullanarak oluşturduğu bir narsisistik yansımadır. Bu yansıma, yaşam boyu süren bir yanılsama olarak, kendimizi temelde bu narsisistik yansıma olarak görme tutkunluğuna dönüşür. Bu nedenlerle varlık, bütünlük aşkı içinde yaşar. Bu aşk bir vaattir, aşkın özneyi, arzuladığı bütünlüğe ulaştıracağı bir vaat olduğunu söyleyebiliriz. Yani bütünlük aşkı içindeki özne, başkasını değil, idealindeki bütünlüğe ulaşmış kendiliğini sevebilir. Bu aşk insanda bütünleşmiş Ötekini taklit etme ve onun gibi konuşup düşünme zaafı oluşturur. 
Toplumsal bir varlık olan insan için sağlıklı olan gerçeklik, insanın toplumsal simgesellik içindeki gerçekliğidir. Freud’a göre, toplumsal yasa ve arzuların simgesel dünyasına girişimizi gerçeklik ilkesi sağlar. Gerçeklik ilkesinin özne tarafından benimsenmesini sağlayan şey ise, Öteki ile kurulan aşk ilişkisidir (Samuels, 60). Freud aşkı, ego libidosundan nesne libidosuna geçiş olarak tanımlar, aşık olan özne kişiliğinden ve bilincinden, Ötkenin arzusunun doğrultusunda vazgeçmek durumundadır, çünkü kendi arzuladığı ideal bütünlüğü ilk olarak Ötekinde görmüştür ve bu temel saplantıdan hiç kurtulamayacaktır. Lacan özneye bütünleşmiş nesne inancını ilk olarak aşılayan şeyin, eksiksiz bir vücut olarak, Ötekinin imgesi olduğunu belirtir (Samuels, 62). Bütünlük aşkının yerini günümüzde giderek varolma aşkı almaktadır. Çünkü biyolojik gerçeğimiz, dil ortaya çıktığında yok olur. Biyolojik gerçek dilden öncedir, bu nedenle biyolojik varoluşumuz dilin simgesel evrenine taşınamaz. Dil gerçeği yok edince gerçekliği kurar. Yani özne dilin simgesel gerçekliğine bir hiç olarak girer. Heidegger’in belirttiği gibi insan hiç olarak kalamayacağı için, bir biçimde varoluş kazanmak durumdadır. Toplumsal insan, kendisini hiçlikten kurtaracak varoluşa, toplumsal gerçeklik içinde bir yer bulma çabasıyla ulaşabilir. Yani birey adam olmalıdır. Lacan, adam olma tutkusu, öznenin tüm arzularına hükmeden en üst düzey tutkudur der (Bowie 35). Çocuk büyüdükçe bütünleşmiş bir vücuda sahip olduğunu anlar, ancak giderek toplum tarafından ya da Öteki tarafından saygın bir insan olarak bilinip tanınma gereksinimi, bütünleşmiş bir vücuda sahip olma saplantısının yerini alan yeni bir saplantıya dönüşür. Birey, kendisini “Ben” olarak tanımlarken, bu benin başkaları tarafından saygın bir kabullenilişe ulaşmasını arzular. Kabullenilme, daha küçük yaşlarda bütünlüğe sahip olma sayesinde olurken, birey büyüdükçe kabullenilmesinin, saygın bir toplumsal konuma ulaşması ile olanaklı olduğunu anlar. Saygın ve güçlü bir toplumun saygın ve güçlü bir bireyi olma aşkı içindeki özne, ekranda sunulan çeşit çeşit mükemmel varoluş biçimleri tarafından, aynen küçükken ideal bir bütünlük karşısında büyülendiği gibi büyülenir. Büyülenme düzeyi, toplumsal konumundan, yani varoluşundan hoşnut olmama ile paralellik gösterir. Ekranlarda, varoluşundan hoşnut olmayan bireyleri büyüleyecek çeşit çeşit kahramanlar ve senaryolar bol miktarda topluma sunulmaktadır. Öznenin bu ekran gerçekliği karşısında kendi gerçekliğini koruma gücü kısıtlıdır, ekran gerçekliği özneyi bir girdap gibi içine çeker. Ekranda ideal bir bütünlük ve güce ulaşmış gibi duran kahramanlar karşısında öznenin kendi gerçekliğine sarılma gücü çok zayıf kalır. Kendi varoluşunu istediği biçimde gerçekleştiremeyen özne, ekrandaki bu güçlü ve özenilecek varoluşa sahip karaktere aşık olur. Artık öznenin Ötekisi ekrandaki o karakter olmuştur. Lacan, Öteki ile girilen ilişkide, Ötekinin söyleminin öznenin bilinçdışını biçimlendirdiğini söyler. Özne artık arzularını farkında olmadan Ötekinin arzuları doğrultusunda biçimlendirecektir. Artık ortada konuşan, ancak ne dediğinin farkında olmayan bir özne bulunmaktadır.Ekranda görünen baskın söylem sahibi, bütünleşmiş insan imgelerinin, monolog tarzında bir söylemi özneye ilettiği bir ortam, insanı içine hapsedecek bir tuzak olma potansiyeli taşır. Hepimiz ekran karşısında bize ulaşan Ötekinin söylemini kendi söylemimiz gibi benimseyerek, düşünmeden bu söylemi içselleştirme riski ile karşı karşıyayız. Özne, ekran gerçekliğinin tek yönlü olarak biçimlendirdiği beyni yıkanmış bir varlık olmaktan, kendisi ile diyalektik bir ilişkiye girerek kurtulabilir. Kendisini kendisinin önüne koyarak tartabilmeli, bilgisini yeniden gözden geçirmelidir. Bu büyülenmenin panzehiri, kendinden emin olmamak, kendinden şüphe duyma ve kendini değişen koşullara göre yeniden sorgulayarak yeniden kurmaktır. Aksi halde özne, Ötekinin söylemini düşünmeden yineleyen bir makineye dönüşür. Felsefe eğitimi bu açıdan insanları ekran karşısında büyülenerek düşünmeyi unutmuş otomatik makineler olmaktan kurtarabilir. Öznenin kendisini Ötekinin söyleminin esiri olmaktan kurtarabilmesi, ancak karşılıklı etkileşimin eşit bir zeminde olanaklı hale gelmesi ile gerçekleşebilir. Ötekinin özneye bu olanağı tanımadığı durumlarda, öznenin bilinçdışı, Ötekinin söyleminin kopyası olmak durumunda kalır. Monolog, baskın bir iletişim biçimi ise, bağımsız ve özgür bir bireyden söz etme olanağı yoktur. Ekran karşısındaki birey, bu monolog ortamında, ekrandan komut alarak yaşayan bir robota dönüşür.Bowie, Malcolm. Lacan. Cambridge, Massachussets, London: Harvard University Press, 1991.Sartre, Jean-Paul. Varlık Ve Hiçlik. (Çev. Turhan Ilgaz ve Gaye Çankaya Eksen). İstanbul: İthaki     Samuels Robert. Between Philosophy & Psychoanalysis. New York and London: Routledge, Mutluhan İzmirKaynak

Saturday, April 2, 2016

İNTİHAR EDEN ÜNLÜ YAZARLAR

-İntihar Eden Yazarlar:
SYLVİA PLATH
-Sylvia Plath:  1932’de ABD’de dünyaya gelen yazar trajik yaşamı ve intiharıyla tanınır. Aynı zamanda yarı otobiyografik bir roman olan ve depresyonu üzerine ayrıntılı bilgiler veren ‘’Sırça Fanus’’ kitabının yazarı olarak bilinir. 1963’te ikinci kattaki odalarında uyumakta olan çocuklarının yanına süt ve kurabiye bıraktıktan sonra, odalarının kapısını da içeri gaz girmeyeceğinden emin olmak üzere bantlayarak kapattı ve kafasını fırının içine sokarak intihar etti.

-Nilgün Marmara:  1958’de Türkiye’de dünyaya gelen yazar 1985 yılında Boğaziçi Üniversitesi’nde mezuniyet tezi olarak ‘’Sylvia Plath’in şairliğinin intiharı bağlamında analizi’’ni yazdı. Evinin balkonundan 1987’de atladı. ‘’Kırmızı Kahverengi  Defter’’ adıyla yayınlanan günlüğünde ‘’ hayatın neresinden dönülürse kârdır’’ ifadesi yer almaktadır.
-Beşir Fuat:  1852’de Osmanlı İmparatorluğu’nda dünyaya gelen yazar ilk Türk materyalistlerindendi. Annesinin yakalandığı sanrılı depresyon hastalığının kendisinde de ortaya çıkacağı korkusuna kapılmış ve bu yüzden intihar etmiştir. Kaderin insanın elinde olduğunu kendisine kanıtlamak için bileklerini keserek intihar etti. Öldüğünde 45 yaşındaydı. İntiharı için şöyle demişti ‘’İntiharımı fenne tatbik edeceğim; şiryanlardan birinin geçtiği mahallede cildin altına klorit kokain şırınga edip buranın hissini ibtal ettikten sonra orasını yarıp şiryanı kesrek seyelan-dem tevlidiyle terk-i hayat edeceğim.’’ Ölürken izlenimlerini kanıyla kağıda yazıyordu: ‘’ Ameliyatımı icra ettim. Hiçbir ağrı duymadım. Kan aktıkça biraz sızlıyor. Kanım akarken baldızım aşağı indi. Yazı yazıyorum, kapıyı kapadım diyerek savdım. Bereket versin içeri girmedi. Bundan tatlı bir ölüm tasavvur edemiyorum. Kan aksın diye hiddetle kolumu kaldırdım. Baygınlık gelmeye başladı. Vücudumu teşhir olunmak üzere mekteb-i tıbbıye’ye teberrüan bahşederim’’ demiş olsa da vücudu kadavra olarak kabl edilmemiştir. Beşir Fuat’ın ölümünden sonra İstanbul’da intihar patlaması yaşanır. Matbuat idaresi duruma el koyarak gazetelerdeki intihar haberlerinin yayımını yasaklar. Yasak altı ay sonra bittiğinde gazete balıkları altı ay öncesinin aynısıdır: ‘’ İntihar salgını devam ediyor!’’.
-Heinrich Von Kleist: Alman şair ve romancı. 1811 yılı sonbaharında Wannsee nehri kıyısında tabanca ile önce sevgilisi Henrietti Vogel’i ardından kendini öldürdü. İntihar mektubunda şunları söyledi. ‘Yeryüzünde artık öğrenip edineceğim hiçbir şey kalmadığı için ölüyorum. Elveda! ‘
ERNEST HEMİNGWAY
-Ernest Hemingway:  Amerikalı romancı ve gazeteciydi. Hayatının sonlarına doğru her şeyin boş olduğuna dair fikirleri oluştu. 62 yaşında babası ve annesi gibi av tüfeği ile kendini vurarak yaşamına son verdi. Nobel ve Pulitzer Ödülü sahibiydi.
-Sadık Hidayet:  1903 de dünyaya gelmiştir modern İran edebiyatının önde gelen kaleminden biriydi. Daha önce bir kez intihara teşebbüs eden Hidayet’in ölümünü yirmi beş yıllık arkadaşı Bozorg Alevi şöyle anlatır; ‘’Paris`te günlerce, havagazlı bir apartman aradı, ve buldu. 9 Nisan 1951 günü dairesine kapandı ve bütün delikleri tıkadıktan sonra gaz musluğunu açtı. Ertesi gün ziyaretine gelen bir dostu, onu mutfakta yerde yatar buldu. Tertemiz giyilmiş, tıraş olmuştu ve cebinde parası vardı. Yakılmış müsveddelerin kalıntıları, yanı başında yerde duruyordu.’’
-John Kennedy Toole: ABD’li yazar.Kitabının yayıncılar tarafından basılmaması sonucunda depresyone girdi ve 39 yaşında intihar etti.Ölümünden sonra kitabı basıldı Pulitzer Ödülü’nü kazandı.
-Kurt Tucholsky:  Alman gazeteci ve yazar. Özel yaşamında geçirdiği çalkantılı dönemler, faşist Almanya’nın gidişatından duyduğu üzüntüler sonucunda bunalıma girdi ve 35 yaşında hayatına son verdi.
-Robert E. Howard: Amerikalı yazar ‘’Conan’’ başta olmak üzere pek çok çizgi kahramanın yaratıcısıydı. Annesinin ağır hasta olduğunu öğrenince bunalıma girdi. Ona olan düşkünlüğü ondan sonra bir hayat yaşamasına izin vermeyecek kadar büyüktü. Annesinin ölümünü görmemek için 30 yaşında intihar etti. Son sözleri şunlar oldu: ‘’ Her şey olup bitti, ölüleri yakacak odunların üstüne yatırın beni, ziyafet sona erdi, söndürün kandilleri.’’
-Walter Benjamin:  Alman edebiyat eleştirmeni, düşünür, kültür tarihçisi ve estetik kuramcısı. Yazıları nedeniyle polisle başı belaydı. En son tutuklanacağını anlayınca intihar etti. Öldüğünde 48 yaşındaydı.
-Yasunari Kavabata:  1899 yılında Japonya’da dünyaya geldi küçük yaşında ailesini kaybetti ve yaşamı boyunca yalnız kaldı. En samimi arkadaşının intiharı ve yasak aşkı onu bunalıma sürekledi. 72 yaşında hava gazıyla intihar etti. Kavabata 1968 yılında Nobel Edebiyat Ödülünü almıştı.
-Virginia Woolf:  1882’de İngiltere’de dünyaya geldi. İngiliz edebiyatının en önemli kadın yazarıydı.Feminist çıkışları ile dikkat çekti.Bir görüşe göre her gün savaş korkusu ve yeteneğini kaybetmenin vermiş olduğu stres, dehşet ve korku sonucu ruhsal bunalıma girmişti. Bir başka görüşe göre de üvey babasının oğlunun tacizlerine dayanamayıp intihar etti.1941’de içinde bulunduğu duruma dayanamayan yazar evlerinin yakınında bulunan Ouse nehrine ceplerine taşlar doldurarak atlayıp intihar etmiştir. Buhranını şu sözlerle anlatır: ‘’Yaşamak neden böyle içler acısı, neden bir uçurumun yanı başından geçen daracık bir yol gibi.’’
-Osamu Dazai:  1909’ da Japonya’da doğan yazar Japonların önde gelen Edebiyatçılarındandı. Hayatını esrarkeş, veremli ve alkolik biri olarak geçirdi. Birkaç kez intihar etmeye kalkıştı. Dazai, 1948’de metresiyle birlikte suya atlayarak intihar etti.
 JACK LONDON
-Jack London:  1876 ABD’de dünyaya gelen    yazar tüm zamanların en çok okunan romancısı  olarak kabul edilir. ‘’Dişisine kötü davranan  tek hayvan, insandır.’’ sözünün sahidir.  Yazdığı kitaplardan çok para kazanmasına rağmen  40 yaşında ilaç içerek yaşamına son verdi.
-Arthur Koestler:  Kanser olduğunu öğrendikten sonra hastalığın kendisini yavaş yavaş öldürmesine tahammül edemedi ve yaşamına son vermeye karar verdi.Bu kararında eşi kendisi yalnız bırakmadı ve 82 yaşında eşiyle beraber hayatına son verdi.
 -Jerzy Kosinski:  Musevi asıllı Amerikan yazar, üretemediği ve yazamadığı için bir süre bunalım geçirdi. 58 yaşında evinin banyosunda kafasına naylon poşet geçirerek hayatına son verdi.
-Gilles Deleuze: 1925 yılında Fransa’da dünyaya gelmiştir. 1995 yılında hastalık ve yaşlılıktan düşkün duruma düşmesi ve artık yazı yazamaması sonucunda 70 yaşında girdiği bunalım sonucu pencereden atlayarak intihar etti.
-Carlo Michelstaedter: Carlo, zengin İtalyan-Yahudi ailenin dört çocuğundan en küçüğüydü. 1910 yılının son baharında son eserini bitirdiği günün gecesi odasına kapanıp 23 yaşında intihar etti.
ELEANOR MARX
-Eleanor Marx: 1855 yılında İngiltere’de dünyaya gelmiş ve Marksizmin babası Karl Marx`ın en küçük kızıydı. 1898’de sevgilisi Aveling’in gizlice bir oyuncu ile evlendiğini öğrenince bunalıma girdi. Bu olayında etkisiyle Aveling, Marx’a beraber intihar etmeyi önerdi. Eleanor sevgilisi’nin temin ettiği hidrojen siyanürü içerek intihar etti. Eleanor öldüğünde 45 yaşındaydı ve sevgilisi Aveling intiharı denemedi.
-Sarah Kane:  İngiliz oyun yazarı, uzun yıllar boyunca depresyon tedavisi gören Kane 28 yaşındayken King’s College Hastanesi’nde kendisini asarak intihar etti.
-Romain Gary: Dünya çapında tanınan bir yazardı. Eski eşi Jean Seberg’e tutkuyla bağlıydı.0 Eşinin ölümden bir yıl sonra 65 yaşında Paris’te yaşamına son verdi.  Ardından bıraktığı notta ‘’çok eğlendim. hoşçakalın ve teşekkürler.‘’yazıyordu.
-Attila József : 1905 yılında dünyaya gelen Macar asıllı toplumcu, gerçekçi şair 1937 yılında kendini bir trenin altına atarak intihar etti.
-Tadeusz Browski: Rus yazar 1950 yılında Ulusal Edebiyat Ödülü’nü aldı. 1951 yılında gaz sobasından, gaz solumak suretiyle, 28 yaşında intihar ederek yaşamına son verdi.
-Yukio Mişima:  1925’de Japonya’da dünyaya  gelen yazar 1970’de beraberindeki Tatenokai üyelerinden dördü ile Japonya Silahlı Kuvvetlerinin Tokya’daki  Ichigaya Kampını ziyaret etmişler. Komutanı sandelyesine bağlamışlardı. İmparatorluğun haklarının yeniden tesis edilmesi için hazırladıkları manifestoyu  ve taleplerini  okuduktan sonra geleneksel Japon ‘’seppuku’’ (geleneksel Japon intihar biçimi ) yaparak intihar etmiştir. Üyelerden Hiroyasu koga ise intiharın tamamlanması için Mişima’nın başını kılıçla kesmiştir. Mişima intiharını bir yıl öncesinden hazırlamış Tatenokai üyeleri dışında hiç kimse yazarın intihar hazırlığından haberdar olmamıştı.
STEFAN ZWEİG
-Stefan Zweig: 1881 tarihinde Avusturya’da dünyaya gelen yazar özellikle biyografi alanında önemli eserler ortaya koydu. Avrupa’nın içine düştüğü durumdan duyduğu üzüntü ve yaşamındaki düş kırıklıkları nedeniyle 1942’de Rio de Janeiro’da, karısı Lotte ile birlikte intihar etti. Buna Hitler’in dünya düzenini kalıcı sanmasının verdiği karamsarlığın yanı sıra, kendi dünyasının asla bir daha var olmayacağı düşüncesi neden oldu
-Sergey Yasenin:  1925 yılında henüz 24 yaşındayken yaşamını kendi elleriyle son veren şair, arkasında kendi kanıyla yazdığı son mektubundaki son şiirinde sağ kalanlara şöyle sesleniyor: ‘’Şu yaşamda yeni bir şey değil ki ölüm, / ama pek öyle yeni sayılmaz yaşamakta.’’ O dönem en iyi dostu olan Mayakovski bu intihara atfen ve kızgınlıkla aşağıdaki şiiri Yasenin’e yazıyor ama beş yıl sonra kadim dostunun yanına aynı Yasenin gibi kendi isteğiyle gidiyor. ‘’ Şu yaşamda / en kolay iştir ölmek / asıl güç olan / yeni bir hayata / başlamak…’’
-Vladimir Vladimiroviç Mayakovsi:  1893’te Gürcistan’da dünyaya gelen yazar Nazım Hikmet’in ilk esinlendiği şairlerdendir. Kalbine ateş ederek son derece cesaret ister bir biçimde 1930 yılında intihar etmiştir.