İnsanlar
yalnız yaşayamayan, başkalarıyla birlikte var olan ve yakın
ilişkiler(close relationship) arayan canlılardır. Yakın ilişki ya da
aşk, bazen kişisel bir ilişki (personal relationship), bazen kişisel
ilişkilerin özel bir öğesi ya da bir özelliği, bazen de bir insanın
diğerine duyduğu belli bir duyguyu belirtmek için kullanılmaktadır.
Burada önemli olan, yakın ilişki ya da aşk için her zaman bir “diğer”
kişinin olması gerektiğidir.
Aşk ya da romantik ilişki, insanların
bazılarının aşkın yaşamlarına anlam kattığını düşünmeleri ve bilimsel
olarak da aşkın insan yaşamında bazı işlevlerinin olduğunun
belirtilmesi gibi nedenlerden dolayı oldukça önemlidir. Aşk yakınlık
(intimacy), bağlanma/içsel yatırım yapma (attachment), güven, saygı ve
sevgi gibi duyguları beraberinde getirmektedir. Bu bağlamda, bu
çalışmada Pozitif Psikoloji akımının etkisiyle hem yurtdışı hem de
Türkiye’deki ruh sağlığı literatüründe önemi gittikçe artan aşk konusu,
Türkçe literatürde bu konudaki eksikliğin fark edilmesinden dolayı
kavramsal ve kuramsal olarak ele alınmıştır. Bu çalışmanın temel amacı,
aşk konusunda farklı açıklamalar yapan kuramları ve bu kuramların benzer
ve farklı yanlarını ele almaktır.
Kavramsal Olarak Aşk
Aşk bütün toplumlarda, her kültürde ve
tüm zamanlarda var olmuştur ve hemen hemen her insanın yaşamının bir
döneminde en az bir kez yaşadığı ya da yaşamayı umut ettiği bir duygusal
durumdur. Son 30 yılda psikolojinin çalışma alanı içinde yer alan aşk
kavramı, çok daha uzun bir süreden beri başta edebiyat ve güzel sanatlar
olmak üzere sanatın tüm dallarında en çok işlenen temalardan biri
olmuştur.
Aşkın tanımı kültürden kültüre, kişiden
kişiye farklılık göstermektedir. Araştırmacıların aşkı ele alış
biçimleri de, bakış açılarına göre değişmektedir. Bu bakış açılarının
bazıları bireysel ya da toplumsal özelliklere, kimileri evrimsel
geçmişe, kimileri de nöropsikoloji alanındaki bulgulara dayanmaktadır.
Karmaşık bir duygu, düşünce ve davranışlar bütünü olan aşk, insanların
toplumsal ilişkilerinin tamamlayıcı bir öğesidir. Aşka ilişkin farklı
kuramcılar farklı tanımlamalar yapmıştır. Moss ve Schwebel’in
aktardığına göre, Freud aşkı, cinselliğin yüceltilmesi olarak, Harlow
bağlanma davranışı olarak ve Fromm ilgi, sorumluluk, saygı ve anlayış
olarak tanımlamıştır. Maslow ise, aşkı ikiye ayırmıştır. Birincisi,
kişinin güvensizliğiyle gelişen ve düşük düzeydeki duygusal ihtiyaçları
ifade eden “yetersizlik aşkı (deficiency love)”, ikincisi ise, yüksek
düzeyde duygusal ihtiyaçları içeren ve özellikle kendini ve diğerini
gerçekleştirme isteğini ifade eden “aşık olmaktır”. Tennov ise aşkı,
bilişsel etkinliği devre dışı bırakan, geçici bağımlılık ve sevilen
kişiye yönelik bedenin verdiği duyarlı tepki olarak tanımlamaktadır.
Aşk hakkında yapılacak iyi bir tanımda
aşkın geçici olduğu, kültüre göre şekil aldığı ve sınırlı bir doğasının
olduğu kesinlikle vurgulanmalıdır. Ayrıca, aşk tanımı yapılırken aşkın
bileşenlerinin ve her bir bileşenin diğer bileşenlerle ilişkisinin de
ele alınması uygun olacaktır. Aşkın, diğer insanı açıklık, paylaşılan
içtenlik, varolan durumun değişmemesi ve ayrılmama isteği, “Seni daima
seveceğim” ve “Seni hiç terk etmeyeceğim” gibi verilen sözler ve
niyetler gibi öğeleri içerdiği söylenebilir. Aşkta önemli olan bir
özellik de, aşkın her zaman bitmesi ya da sevgi, öfke ya da nefret gibi
başka duygulara dönüşmesidir.
Bilim dünyasında en temel sorulardan
biri; aşkın, içten gelen bir eğilim mi olduğu yoksa, sosyal öğrenmelerle
mi oluştuğu yönündedir ve bu görüşlerin ikisi de kabul görmektedir.
Örneğin, etnografik çalışmalara göre, aşkta bireysel farklılıklar
kültürel etkilerden daha önemlidir. Genetik çalışmalara göre ise aşkta
kalıtım kısmen etkiliyken, aşık olma stilinde kalıtım etkili değildir.
Pek çok araştırma, aşkın genel tek bir faktörden mi yoksa birkaç
faktörden mi oluştuğu sorusuna yanıt bulmak için yapılmıştır. Bunların
sonucunda, çeşitli duygu, davranış ve tutumları içeren tek bir temel
aşk faktörü olduğu sonucuna varılmıştır. Araştırmacılar bu birleştirici
faktöre rağmen çok daha fazla sayıda aşk türü olduğu görüşünde
birleşmektedirler.
Aşk ilişkilerindeki normallik ve
patolojiyi inceleyen Kernberg, aşkı dinamik bir bakış açısıyla ele
almış ve aşkın karşıdaki kişiye yöneltilmiş sevgi ilişkisinden ve
cinsel bir arzuya dönüştürülmüş olan uyarılma ve agresif enerjilerden
ibaret olduğunu vurgulamaktadır. Ayrıca Kernberg, aşkı kendilik (self)
ve nesne tasarımlarının kaynaşmasıyla oluşan duyarlılık, karşıdaki
kişiyle özdeşim, karşıdaki insanı ülküleştirme, tutkulu bir özellik
taşıyan cinsel-nesne ilişkisi ve süperego yatırımlarından oluşan
karmaşık bir duygusal yapı olarak açıklamaktadır. Kernberg’e göre, aşk
varoluşsal boyutta benlik sınırlarının terk edilmesidir. Aşk kavramının
psikoloji çalışmalarında yer almasıyla birlikte, bazı araştırmacılar
aşkın türlerini ya da bileşenlerini sınıflandırmaya çalışmışlardır.
Aşkla ilgili literatür incelendiğinde ilk dikkati çeken, bu kavramın
tanımlanmasında farklılıklar olması ve aşkın tanımlanmasında
araştırmacılar tarafından dile getirilen güçlüktür. Aşk konusunda
çalışma yürüten araştırmacıların karşılaştığı temel sorun, aşkın farklı
kişiler için farklı şeyler ifade ediyor olmasıdır. Bu durum
araştırmacıların farklı aşk türleri sınıflandırmaları yapmalarına yol
açmıştır.
Shaver, Hazan ve Bradshaw’ın Bağlanma Kuramı
Shaver ve arkadaşları, Bowlby’nin içsel
çalışma modelleri, bu modellerin kişiliğe yansımaları ve Ainsworth’un
bağlanma türlerine ilişkin görüşlerini romantik aşka uyarlamaya
çalışmışlardır. Onlara göre bütün önemli sevgi ilişkileri Bowlby’nin
ifade ettiği anlamda bağlanmalardır.
Bağlanmayla ilgili en önemli kuramlardan
biri Bowlby’e aittir. Bowlby farklı bir kuramsal anlayış öne sürmekle
birlikte Freud’un erken bağlanma/sevgi ilişkisinin yaşam boyu sürdüğü
görüşüne katılmaktadır. Bowlby’e göre, her insanın yakın duygusal bağlar
kurmaya ihtiyacı vardır ve bağlanma ilişkisi kişinin psikososyal
gelişimini etkiler. Çocuklar fiziksel ve duygusal ihtiyaçlarının ne
ölçüde karşılandığına bağlı olarak, temel güven ya da güvensizlik
duygusu ve ana-babalarından aldıkları ilgiye bağlı olarak da yakınlık
kurabilme kapasitesi geliştirirler. Bowlby’nin temel amacı, bebeklerin
onlara bakan kişiye nasıl bağlandıklarını ve onlardan ayrıldıkları
zaman yaşadıkları duygusal stresi açıklamak ve tanımlamaktır. Bowlby,
aynı zamanda bağlanma davranışının insanın tüm yaşamını
şekillendirdiğini söyler. Bu anlamda bağlanma, mutluluk, güvenlik ve
özgüvenin temelidir. Bowlby’e göre, bebekler annelerinden belli bir süre
ayrıldıkları zaman, tahmin edilebilir bir dizi duygusal tepki
göstermektedir. Bunlardan birincisi karşı koymadır. Bu tepki ağlama,
bakıcıyı arama ve diğerlerinin sakinleştirici çabalarına karşı koyma
gibi davranış biçimlerini içerir. İkinci tepki, çaresizliktir. Bu tepki
pasif-hareketsiz kalma ve açıkça üzülme davranışlarını içerir. Üçüncü
duygusal tepki ise sadece insanlara özgüdür ve kopma olarak
adlandırılır. Bu tepki anne geri döndüğünde onu yok sayma ve ondan
kaçınma davranışlarını içerir.
Bağlanma kuramına göre gelişim
devamlılık gösterir, dolayısıyla ana-babalarla erken yaşlarda yaşanan
ilişkiler gelecekte kurulacak olan ilişkileri şekillendirir. Bu görüş
doğrultusunda bağlanma kuramındaki önemli bir kavram da “içsel tasarım
modeldir”. Bowlby’nin kuramına göre, her insanın kendini ve yaşamındaki
önemli kişileri algılayış biçimine göre oluşturduğu zihinsel
tasarımları vardır. İnsanlar yeni ilişkiler kurarken eski anıları ve
deneyimlerine dayanan bu modellerden hareket ederler. Bu önemli
kişilerle ilgili bilişsel ve duygusal beklentiler ilişkiyi yönlendirdiği
gibi, kişinin yarattığı kendilik modeli de bağlanma figürlerinin
gözünde ne kadar kabul ve reddedileceğini belirlemektedir. Bağlanma
kuramcılarına göre, bu modeller yaşamın ilk aylarında oluşmaya başlar
ve ileriki yıllarda da gelişmeye ve değişmeye devam eder. Bağlanma
kuramı içinde, gelişim sürecindeki çocuklukla yetişkinlik arasındaki
sürekliliği vurgulayan ilk araştırmacı Bowlby olmuştur. Çocukluktan
yetişkinliğe uzanan süreklilik görüşü bağlanma kuramcılarının çoğunu
etkilemiş ve araştırmacıları yetişkinlik bağlanması üzerinde de
çalışmaya yöneltmiştir. Konu üzerinde çalışan araştırmacılar,
çocuklukta gelişen bağlanma stillerinin yetişkinlik döneminde de devam
ettiğini öne sürerler.
Bowlby’nin bağlanma kuramı,
yetişkinlerle yapılan araştırmaları iki temel yönden etkilemiştir. Son
yıllarda yapılan araştırmalar, bir yandan anababa- çocuk ilişkileri ile
yetişkin ruh sağlığı arasındaki bağı açıklamaya, bir yandan da erken
çocukluk yaşantılarının yetişkinin bağlanma stilleri ve kimlik gelişimi
ile ilişkisini incelemeye yönelmişlerdir. Bowlby ve Ainsworth’un
tanımladığı bağlanma stillerinin üzerine yapılandırılmış bu çalışmalar
çoğunlukla romantik ilişkiler üzerine odaklanmıştır. Bu alandaki öncü
çalışmalardan biri Hazan ve Shaver’ın, Ainsworth’un küçük çocuklardaki
bağlanma stillerinin yetişkin romantik bağlanma stillerine
uyarlanabileceğini gösterdikleri çalışmadır. Çocukluk yaşantıları ve
yakın ilişkiler konusunda görgül verilere dayalı çalışmalar da daha çok
bağlanma kuramı çerçevesinde yapılmıştır. Araştırmalarda, çocukluktan
gelen bağlanma örüntülerinin yakın ilişkilerin kalitesini, stabilitesini
ve memnuniyet düzeyini yordayabildiği belirtilmiştir.
Bartholomew ve Shaver, çocukluktaki
bağlanma figürleriyle ilişkilerin, ileride kişinin yakın ilişkisindeki
beklentilerini, duygularını, savunmalarını etkilediğini belirmişlerdir.
Bağlanma kuramıyla ilgili çalışmalarda, çocukluktaki ana-aba sıcaklık
ve ilgisinin, yetişkinlerin güvenli bağlanma stili geliştirmesiyle ve
ana-aba reddinin ise güvensiz bağlanmayla ilişkisi gösterilmiştir.
Literatüre bakıldığında, çocuklukta ana-abalarla ilişkiler ile
yetişkinlerin yakın ilişkileri arasındaki bağa ilişkin bulguların
çelişkili olduğu söylenebilir. Çocuklukta oluşan bağlanma stillerinin
yetişkinlerin romantik ilişkilerinde tekrarladığı görüşü kesin bir
şekilde kanıtlanamamıştır. Parker, çelişkili bulgulara kullanılan farklı
ölçeklerin, farklı örneklem gruplarının ya da benimsenen farklı
yöntemlerin neden olabileceğini belirtmiştir. Diehl ve arkadaşları,
yetişkin bağlanmasıyla ilgili çoğu çalışmanın gençlerle yapıldığını, bu
nedenle tüm yetişkinleri kapsayamayacağını öne sürmüşlerdir. Ayrıca
Parker erken yaşantıların kişilerarası ilişkileri biçimlendirdiğini,
anababa- çocuk ilişkisindeki yetersizliklerin, bireyin kişiliğini
etkileyerek değersizlik duygularına yol açtığını ileri sürer.
Bowlby’nin kuramından yola çıkarak
bağlanma ilişkilerinin türlerini belirlemeye çalışan Ainsworth ve
arkadaşları, bebeklerin güvenli bağlanma, kaygılı bağlanma ve kaçınan
bağlanma olmak üzere üç farklı türde bağlanma ilişkisi gösterdiklerini
bulmuştur. Güvenli bağlanma gösteren bebekler, anneleri yanlarındayken
ondan uzaklaşıp çevreyle ilgilenir ve yabancılarla iletişime girme
konusunda rahat davranır. Anneleri uzaklaşırsa bebekler ya kısa bir süre
ağlayıp sonra oyuna dalar, ya da fazla tedirginlik göstermezler.
Anneleri geri döndüğünde sevinip ona sarılır ve onunla ilişkilerini
sürdürürler. Kaygılı bağlanma gösteren bebekler, anneden ayrılıp
çevreyle ilgilenmezler. Anneleri yanlarından ayrılıp geri dönerse
ağlarlar ve bir yandan ona sarılıp bir yandan da iterler. Kaçınan
bağlanma gösteren bebekler ise, anneleri yanlarındayken çevreyle ve
yabancılarla ilgilenirler. Bu tür bebekler duygularını anneleriyle
paylaşmaz, bir bakıma annelerinden bağımsız bir biçimde çevreyi
araştırır, anneleri yanlarından ayrılıp geri dönerse onunla ilgilenmez
ve görmezden gelip oyunlarına devam ederler.
Shaver ve arkadaşları, bağlanma
türleriyle romantik aşkı ilişkilendirerek, kişilerin bebeklikteki
bağlanma stillerinin, aşık oldukları kişilerle ilişkilerini
belirlediğini savunmuşlardır. Bu görüşe göre, güvenli bağlananlar
başkalarına yaklaşmaktan ve başkalarının kendilerine yaklaşmasına izin
vermekten rahatsız olmazlar ve terk edilme korkusu duymazlar. Bu tür
bağlananlar, genellikle kendileri ve başkaları hakkında olumlu bir
bakış açısına sahiptirler ve bir eşle duygusal bir yakınlık kurmada ve
karşılıklı dayanışmada rahattırlar. Kaçınan bağlananlar, başkalarına
fazla yakın olmaktan rahatsız olurlar çok fazla samimiyete ve yakınlığa
izin vermezler. Başkalarına bağlanmak ve güvenmek onlar için güçtür.
Kaygılı bağlananlar ise, aşık oldukları kişilerin kendilerini yeterince
sevmediğini düşünürler ve eşleriyle mümkün olduğu kadar sıkı bir
yakınlık kurmak isterler. Bu tür bağlananlar, sürekli olarak aşık
oldukları kişiyi kaybetme korkusu yaşarlar. Aşk, biliş, duygu ve
davranışları içeren karmaşık ve dinamik bir sistemdir. Ayrıca aşk, tek
boyutlu bir olgu, bir tutum ya da basit bir fizyolojik uyarılma
değildir. Bağlanma gibi, aşk da biyolojik temellere ve işlevlere
sahiptir. Romantik aşk kişinin bağlanma geçmişine göre farklı şekiller
alır.
Günümüzde Bowlby’nin öne sürmüş olduğu
erken dönem duygu düzenleme stratejilerinin benlik ve başkaları
modelleriyle kaynaşarak içselleştirildiği varsayımı, görgül çalışmalar
yoluyla desteklenmektedir. Ayrıca, bağlanma biçimine özgü bireysel
farklılıklara bağlı olarak kişilerin farklı duygu düzenleme
stratejileri uyguladıkları da ortaya konulmuştur. Güvenli bağlanan
bireylerde olumsuz duyguların farkına varma, sorunlarını kabul etme,
problem odaklı baş etme ve sosyal destek alma gibi güven temelli
stratejiler gözlenirken, kayıtsız bağlananlarda kendini başkalarından
ayırma yoluyla olumsuz duyguyu bastıran ve yok eden aşırı düzenleyici
stratejiler gözlenmektedir. Saplantılı bağlanan bireylerde ise iç
aktivasyonu arttıran (hyperactivating) stratejiler, korkulu
bağlananlarda ise başkalarından kaçınma ve olumsuz duyguyla başa
çıkamama gözlenmiştir.
Aşk Stilleri Kuramı
Lee aşkı renklere benzetmiş, aşkın
birden çok boyutu olabileceğini ve bu bağlamda çok boyutlu aşk
biçimleri şeklinde sınıflandırılmasını önermiştir.
Gökkuşağındaki bütün renkler kırmızı,
sarı ve mavi olmak üzere üç ana renkten kaynağını almaktadır. Bunun gibi
Lee’nin aşk çeşitleri de eros [tutkulu aşk], ludus [oyun gibi aşk] ve
storge [arkadaşça aşk] olmak üzere üç ana aşk çeşidinden oluşur. Diğer
aşk çeşitleri, bu üç ana aşkın bileşimiyle oluşur. Lee, aşkın bu üç ana
çeşidine aşkın birincil renkleri adını vermiştir.
Lee, tutkulu aşkı kırmızıya, oyun gibi
aşkı sarıya ve arkadaşça aşkı ise maviye benzetir. Lee’ye göre aşkı
renklerle açıklamanın iki yararı vardır. İlk olarak, insanlar nasıl
farklı renkleri tercih edebiliyorlarsa, benzer biçimde farklı aşk
türlerini tercih edebileceklerinin farkına varırlar. ikinci olarak,
geçmişte yaşanılan aşk deneyimleri daha farklı değerlendirilebilirler.
Mania (bağımlı aşk), pragma (mantıklı aşk) ve agape (özgeci aşk) ise
aşkın ikincil renklerini oluşturur. Bu ikincil stiller, birincil
stillerin parçalarının bileşimi olarak ifade edilebilir. Örneğin
mantıklı aşk (pragma), arkadaşça aşk ve oyun gibi aşkın bileşimidir;
ancak, nitelik olarak bu ikisinden de çok farklıdır. Aynı şekilde
bağımlı aşk (mania) tutkulu aşk ve oyun gibi aşkın bileşimidir, ancak
çok farklı özelliklere sahiptir. Son olarak, özgeci aşkın (agape)
tutkulu aşk ve arkadaşça aşkın bileşimi olduğu söylenebilir. Bu altı aşk
stili mantıksal olarak birbiriyle ilişkilidir ve her bir stil, diğer
stillerden farklı özelliklere sahiptir. Lee’nin sınıflandırmasında,
birincil ve ikincil olmak üzere toplam altı farklı aşk biçimi vardır.
Bu sınıflandırmada yer alan aşk
türlerinden tutkulu aşk, fiziksel çekiciliğe dayalı aşk türüdür. Tutkulu
aşıklar, tercih ettikleri fiziksel özellikleri de açıkça
tanımlayabilirler (örneğin sarışın, zayıf, renkli gözlü birini
istiyorum, gibi). Tutkulu aşk genellikle çok güçlü bir fiziksel çekimle
başlar ve cinsel yakınlık çok önemlidir. Bu aşk türünde, bireyler aşk
için risk almaya hazırdırlar. Oyun gibi aşk, bağlayıcılığı düşük,
eğlencesi ön planda, kısa süreli ve çok eşliliğe açık aşk türüdür. Aşkı
oyun olarak görenler, aynı anda birden fazla kişiyle beraber olmaktan
hoşlanırlar. Bu tür aşkta bireylerin tercih ettikleri ideal özellikler
yoktur ve bu bireyler, yaşamlarını tek bir kişiyle geçirmeyi istemezler.
Arkadaşça aşk, benzerlik ve birbirini gözetmeye dayanan, zamanla
gelişen aşk türüdür. Arkadaşça aşıklar için birlikte oldukları kişi ile
çeşitli etkinlikleri ve ilgileri paylaşmak çok önemlidir. Onlar fiziksel
etkileşime çok önem vermezler ve birlikte olacakları kişide bulunmasını
istedikleri belirli fiziksel özellikler yoktur.
Mantıklı aşk, devam edileceğine ve
olumlu gelecek sağlayabileceğine inanılan ilişkilerdeki eşlere duyulan
aşk türüdür. Mantıklı aşıklar sosyal ve kişilik özellikleri temel
alarak, birlikte oldukları kişide uyum ararlar. Onlar için birlikte
oldukları kişinin özellikleri (inanç, aile ve gelecek beklentisi gibi)
çok önemlidir.
Bağımlı aşk, kıskanç, güvensiz, biraz da
patolojik bir aşk türüdür. Bağımlı aşıklar birbirlerine güvenmezler ve
birlikte oldukları kişiyi kaybetme korkusu yaşarlar. Bağımlı aşıkların
ilişkileri sorunlu olsa bile, genelde ilişkiyi bitiremezler. Böyle bir
aşk türünde ilişkiyi bitirenler genellikle karşı taraf olur. Ayrıca,
ayrılığın olumsuz etkilerini uzun süre üstlerinden atamazlar ve
ilişkilerinde ve ilişkileri bittikten sonra acı çekmekten hoşlanırlar.
Özgeci aşk, karşısındakini kusurlarına karşın karşısındakini seven, onun
iyiliğini kendi iyiliğinden daha fazla düşünen bireylerin yaşadığı
aşktır. Özgeci aşıklar aşkı vermeye inanırlar, çünkü herkes bunu hak
eder. Onlar aşkı hissetmeyi görev gibi algılarlar; ancak, aşktan ya da
karşılarındaki kişiden hiçbir beklentileri yoktur. Özgeci aşıklar
genellikle bağışlayıcı ve destekleyicidirler.
Lee’ye göre, bireyler dünyaya gözlerini
açtıklarından itibaren çeşitli objelerle karşılaşırlar. Bu objelere
dokunduklarında bazılarının sert bazılarının ise yumuşak olduğunu
hissederler. Bu objelerin bazılarının yeşil, bazılarının da mavi
olduğunu görürler. Görülen bu renklerin farklılığını açıklamak, rengi
tanımlamaktan daha zordur. Bunun gibi aşk çeşitlerinin farklılığını
açıklamak aşkı tanımlamaktan daha zordur. Lee, bu zorluğa dikkat çekerek
herkes için geçerli olan evrensel bir aşk çeşidinin de bulunmadığını
vurgulamıştır. Örneğin, “mavi renkli giysiler herkese yakışır” gibi bir
genellemede bulunmak doğru olmadığı gibi, “herkese uyan tek bir evrensel
aşk çeşidi vardır” gibi bir genellemede bulunmak da yanlış olur.
Kişilerarası İlişki Modelleri
Levinger ve Snoek’un İlişki Düzeyleri Modeli
Levinger ve Snoek’un modelinde, dört
ilişki düzeyinden söz edilir. İlk düzey olan sıfır ilişki (zero contact)
düzeyinde, birbirinin varlığından habersiz iki kişiden söz
edilmektedir. Fark etme (awareness) olarak adlandırılan ikinci düzeyde,
kişilerde kişilerarası ilişki yoktur. Yalnızca kişilerden biri,
diğerinin dış görünümünün farkına varmıştır. Yüzeysel ilişki düzeyinde
ise, kişilerarasında ilişki vardır. Dördüncü düzeyde, karşılıklı
ilişkiler yer almaktadır. Bu düzeydeki ilişkiler, kişilerin
etkileşimlerinin yoğunluğu boyutunda değişmektedir. Bu kurama göre
ilişkiler bu dört düzey arasında ileriye ve geriye doğru değişiklik
gösterebilir. Bu kuramda ilişki ön planda ele alınmış ve birbirinden
farklı türde ilişki ve ilişki düzeylerinden söz edilmiştir.
Hinde’nin Kişilerarası İlişki Modeli
Bu görüşe göre ilişkiler davranışlar
dizisi olmayıp, etkileşimler dizisidir. Başka bir ifadeyle, bu görüşün
odak noktası bireyler değil, bireylerin birbirleri üzerindeki
etkileridir. Bu yüzden ilişkiler, onları meydana getiren kişilerin
etkileşimlerinden doğarlar. Ancak, yalnızca o kişilerin davranış ve
kişilik özellikleriyle açıklanamayacak özelliklere de sahiptirler.
Ayrıca her ilişki bir ilişkiler ağı içerisinde yer alır ve bir yandan
başka ilişkilerden etkilenirken, öte yandan da onları da etkiler. Bu
modele göre, ilişkiler değişik boyutlarda tanımlanabilir. Bu boyutlar,
etkileşimlerin içeriği, çeşitliliği, niteliği, farklı etkileşimlerin
göreceli sıklık ve örüntülerinden doğan nitelikleri, ilişkideki
kişilerin davranışlarındaki karşılıklı birbirini tamamlayıcılık,
benzerlik, kendilerini ve ilişkide bulundukları kişileri algılayış ve bu
algıların ideal kişi ve ilişki kavramlarına benzerliği, kişilerin
ilişkinin devam ve gelişmesine bağlılıkları olarak belirlenmiştir.
İlişkiler, bu boyutlara göre şekil almaktadır. Bu boyutlardan en az bir
tanesi bir ilişkide olabileceği gibi, bunlardan birkaçı da ilişkide yer
alabilir.
Üçgen Aşk Kuramı
Sternberg’e göre aşk, yakınlık, tutku ve
bağlılık öğeleri olan bir kavramdır. Bu üç öğe, bir üçgenin üç
açısındaki her bir noktaya denk gelmektedir. Bundan dolayı, Sterberg’in
kuramı “Üçgen Aşk Kuramı” olarak adlandırılmıştır.
Üçgen aşk kuramında yakınlık,
kişilerarasındaki yakınlığı, karşılıklı anlayışı, iletişimi ve duygusal
açıdan sevgiliye bağlı olma duygularını içerir. Bunlara ek olarak,
verilen ve alınan duygusal desteğe de işaret eder. Bu duygular, eşler
arasında sıcak bir aşk ilişkisi yaşanmasına da yol açan duygulardır.
Sevgili aşık olduğu kişiye yüksek bir değer yükler ve onun mutluluğunu
artırmak için davranışlarda bulunur. Bir ilişkide tutku, romantizm,
fiziksel çekicilik, cinsellik ve beğenme gibi dürtülere önderlik eder.
Cinsel arzular birçok ilişkinin tutku yönünü oluşturur. Aşkın tutku
öğesi, sevgiliyle birleşmek için şiddetli özlem durumunu içerir. Tutku
benlik saygısı, büyümek, egemenlik, kontrol, çekicilik, cinsellik gibi
gereksinimlerin ve isteklerin geniş oranda ifadesidir. Ayrıca kişinin
kendine güveni, başkaları üzerinde etki sahibi olması, kendini
gerçekleştirmesi gibi konularda da tutkuların yaşanmasının önemli bir
yeri vardır. Bağlanmanın anlamı, bireyin birini sevdiğine karar
vermesiyken, uzun dönemde kendini aşka adamasıdır. Aşıklar birlikte iyi
bir ilişki sürdürebilirler, ancak bu durum her zaman böyle olmayabilir.
Birey sevdiğine karşı gerçek aşk duyguları beslemese de, ona bağlı
olduğunu hissedebilir ya da birey sevdiğine bağlı olmasa da, ona gerçek
aşk besleyebilir.
Yakınlık, tutku ve bağlanma öğelerinin
farklı bileşimleri, üçgen aşk kuramı çerçevesinde tanımlanan sekiz aşk
türünü ortaya çıkartır. Bunlar;
1. Beğenme/Hoşlanma (Yakınlık):
Bu aşk türü, bir kişinin bir diğer kişiye kendini yakın hissetmesi, ona
karşı bir sıcaklık beslemesi; ancak, o kişiye karşı belli bir tutku ya
da uzun süreli bir bağlanma hissetmemesi olarak açıklanabilir.
2. Çılgınca aşk (Tutku):
Bu tür aşk, “bir görüşte aşk” sınıfına girer. Kişinin gerçekte aşık
olduğu kişiye değil de, kafasında hayal ettiği kişiye karşı aşkının bir
saplantı haline dönüşmesidir. Kişinin aşk nesnesinden fiziksel ve
zihinsel olarak uyarılması durumu söz konusudur. Çılgınca sevme
davranışı, seven kişi tarafından çok kolay bir şekilde ortaya konulur.
Doğru koşullar altında bu tip aşk hemen ortaya çıkar ve kişi, zihinsel
ve fiziksel olarak aşk nesnesinden çok çabuk uyarılma özellikleri
gösterir.
3. Boş aşk (Bağlanma):
Bir kişinin bir başka kişiyi sevdiğine karar vermesi ve bu aşkı devam
ettirmesi; ancak, ilişkinin yakınlık ve tutku barındırmaması sonucu boş
aşk ortaya çıkar. Uzun yıllar süren, ancak doğal duygusal içeriklerin
ve fiziksel çekimin zaman içinde yok olduğu ilişkiler bu tür aşka
girer. Kültürden kültüre değişmekle birlikte, bu tür aşklar uzun
ilişkilerin sonunda ya da başında olabilir.
4. Romantik aşk (Yakınlık+Tutku):
Romantik aşk, beğenmenin yanı sıra, kişilerin birbirlerine karşı
fiziksel ve zihinsel açıdan çekici gelmesi durumunda oluşur. Bu aşkın
olması için, fiziksel ve duygusal olarak eşlerin birbirine karşı ilgi
duyması gerekir. Bağlanma bu aşk türünde gerekli değildir. Bu tür aşkta
gelecekte birlikte olmama durumu söz konusu olabilir.
5. Arkadaşça aşk (Yakınlık+Bağlanma):
Bu tür aşk, uzun süren bir arkadaşlık ilişkisine benzer. Tutku unsuru
ilişkide söz konusu değildir. Bir çok romantik aşk ilişkisi arkadaşça
aşk ilişkisine dönüşebilir ve tutku ortadan kalkınca yerini yakınlık
alır. Tutku, uzun zaman sonra ilişkide derinden hissedilen bağlılığa
dönüşebilir. insanların arkadaşlığa dönüşen ilişkiler yaşama
düşüncesine alışmaları kişiden kişiye değişir. Kimi insan bunu asla
kabullenmezken, kimi insan da yaşamında romantizm olmadan yaşayamaz.
Yeniden romantizm bulmak için yeni aşk aramaya çıkanlar olabilir; ancak
bilinmesi gerekir ki, yeni ilişkiler de dönüp dolaşıp arkadaşça bir
durum alacaktır.
6. Aptalca aşk (Tutku+Bağlanma):
Bu tür aşk Hollywood tarzı bir aşktır, filmlerde olduğu gibi insanlar
tanışıp, ardından kısa bir süre içinde evlenirler. Zaman içinde gelişen
yakınlık unsuru göz ardı edilip, yalnızca tutkuya dayanarak bir
bağlanma yaratılır. Aptalca aşk, stresin oluşmasına uygun bir ortam
yaratır. Çünkü tutku ortadan kaybolduğunda ya da azaldığında geriye
yalnızca bağlanma kalır. Ancak, bağlanma da zaman içinde gelişir ve
derinlik kazanır. Bu tür aşkta, bireyler tutkuyu ilişkinin temeline
yerleştirirler; ancak, tutku azaldığında hayal kırıklığına uğrarlar.
7. Mükemmel aşk (Yakınlık+Tutku+Bağlanma):
Özellikle romantik ilişkilerde her insanın istediği aşk türüdür. Bu
tür bir aşkı yaşamak zordur; ancak, bu tür bir aşkı elde tutmak, onu
yaşamaktan daha da zordur.
8. Aşksızlık:
Bu tür aşkta üç unsurun hiçbiri bulunmamaktadır. Bu tür ilişki, bilinen
ve yaşanılan kişilerarası ilişkilere iyi birer örnektir. Bu tür
ilişkiler nedensel etkileşimleri içerir ve hatta bu tür ilişkide
arkadaşlık bile söz konusu değildir. Bu ilişkiler zorunlu ilişkilerdir.
Evrimsel Kökenli Biyolojik Aşk Kuramı
Evrimsel bakış açısıyla aşk insanların
başarılı üremelerini sağlayan bir uyum mekanizmasıdır. Bu uyum, iki
insanı onların bakımına gereksinimi olan bir bebeğin ana-babası olmaları
için birbirine bağlamaktadır. Aşka ilişkin evrimsel yaklaşım, aşkın
doğal olarak oluşan bir eylemler sınıflamasını temsil ettiğini savunur.
Tüm aşk eylemleri, temelde bu sıralamayı izler. Üreme açısından değerli
bir eşi kendine çekmek için karşı cinsin üyeleri tarafından arzulanan
bazı kaynakları göstermek gereklidir. Dolayısıyla, aşk eylemlerinin ilk
amacı kaynak sergilemedir. Aşk eylemleri, geçmişte var olduğu için ve
üremeyi başarabilen bireylerde üreme işlevine yardım ettiği için bugün
de vardır. Aşk eylemleri temel amacı türü devam ettirmek olan bugüne
ilişkin amaçlara hizmet eder. Bu yakın amaçlar, kaynak sergileme,
sadakat ve koruma, bağlılık ve evlilik, cinsel yakınlık, üreme, kaynak
paylaşımı ve ana-babalık yatırımıdır. Bu amaçlar kendileri de başarılı
şekilde üretken olabilecek çocuklar üretebilmek için başarılması
gereken görevlerdir. Bu görevler tipik olarak zaman içinde oluşum
sıralarına göre dizilmişlerdir. Bunların sıralaması; bir eşi kendine
çekmek, o eşi elde tutmak, o eşle üremek ve son olarak da dünyaya gelen
çocuklara ana-baba yatırımları yapmak şeklindedir.
İstenilen bir eşi kendine çekmek için
temel kaynakları göstermek önemlidir. Kaynak sergileme türünden aşk
eylemlerine örnek olarak, kadının erkeğe yemek hazırlaması ve erkeğin
kadına bir çiçek alması gibi davranışlar gösterilebilir. Bu kaynak
gösterilerinde cinsiyetler arasında farklılıklar vardır. Bunun nedeni,
cinsiyetlerin eşit kaynaklara sahip olmaması ve belli kaynakların belli
bir cinsiyet için kıt olmasıdır. Örneğin, kadınlar erkeklerin
doğurganlığı fazla olan kadınlara yatırım yapacağını düşünerek
doğurganlık kaynağını sergilerler. Genç kadınlar daha doğurgan
olduğundan genç görünmeye çalışırlar. Erkekler ise, zenginliklerini
sergileyerek, eşe ve ondan meydana gelecek çocuklara yapabilecekleri
yatırımları gösterir. Erkekler kadınların doğurganlık gücünü, kadınlarda
erkeklerin bu kaynaklara yatırım yapma isteğini değerlendirir.
Kadınların üretkenlik değerleri fiziksel çekicilik, sağlık, yaş gibi
ipuçlarıyla; erkeklerin çekicilikleri ise para, statü ve bunları
kazanmak için gerekli hırs, çalışkanlık gibi kişilik özellikleriyle
ilgili ipuçlarıyla değerlendirilir.
Sadakat ve koruma amacına ulaşmayı
sağlayan aşk eylemlerinin de evrimsel bir biyolojik temeli vardır.
Sadakat ve koruma amaçlarından ilki, eşlere bağlılığı garanti etmektir.
Bu sınıftaki aşk eylemlerine örnek olarak, kadının diğer erkeklerle
çıkmayı bırakması, erkeğin başka bir kadınla yaşayabileceği cinsel
fırsata karşı direnmesi ya da kadın başka erkeklerle konuştuğunda
erkeğin kıskanması gibi davranışlar gösterilebilir. Hem kadın hem de
erkek korunması gereken bir yatırım yapmış olduğu için bu sadakat ve
koruma her iki cinsiyette de görülür. Evrimsel yaklaşıma göre aşk,
bağlanma, evlilik ve eş seçimi süreçlerinin merkezindedir. Aşk
eylemlerinin amaçlarından birisi de evliliktir. Bu sınıftaki aşk
eylemlerine örnek olarak, kişilerin birlikte gelecek planları yapmaları,
evlilik kararı vermeleri ya da evlenmeleri gösterilebilir. Evlilik,
kaynakların bağlanmasını garantiler ve çocuk doğurup büyütmek için bir
bağ oluşturur. Evlilik sırasında olduğu gibi evlilik öncesinde de aşk
eylemlerinin dördüncü amacı cinsel yakınlıktır. Cinsel yakınlık duygusal
yakınlığı da içerebilir ve en azından ilişkinin ileri dönemlerinde
heteroseksüel aşkın önemli bir parçasıdır. Cinsel yakınlık, kadınlardan
çok erkekleri meşgul eder. Çünkü kadınların erkeğe cinsel ulaşım
açısından sınırlılıkları yoktur. Erkek ise bu açıdan daha sınırlıdır. Bu
yüzden, kendini cinsel ilişkiye hazırlamak adına cinsel yakınlıkla daha
fazla ilgilenir.
Üreme aşkın beşinci amacıdır ve o
olmaksızın ilk dört işlev yerine gelmiş sayılmaz. Bu türdeki temel aşk
eylemi örnekleri, bir kadının hamile kalması ya da çocuk sahibi
olmasıdır. Ancak üremeyi çevreleyen aşk eylemleri gebe kalma ya da
doğumla sınırlı değildir. Gebe kalmayla doğum arasındaki dokuz ay
boyunca her iki cinsiyetin de sergilediği aşk eylemleri gelen bebeğin
yaşamı için önemlidir. Cinsel yakınlık ve üreme bir kadının üretici
değerinin göstergesi olarak görülebilirken, erkeğin de kaynaklarını
(maddi destek, koruma) paylaşması üreticiliğinin yerine getirilmesi
olarak görülmektedir. Erkeğin para, yiyecek, barınak gibi kaynakları
paylaşması, kadının güvenliğini ve çocuklara yapılacak yatırımın
nesnesini sağlama amacına hizmet eder. Erkeğin kaynak paylaşımı eşi ve
çocuklarının yaşamı ve üreme başarısı için önemlidir. Bu kaynakları
sağlamakta başarısız olan erkeklerin aileleri hastalığa, kötü
beslenmeye ve başkalarının saldıranlığına maruz kalmaya daha yatkındır.
Aşk eylemlerinin yedinci amacı ana-babalık yatırımıdır. Çocuklar
dünyaya geldikten sonra beslenmeleri, korunmaları, eğitilmeleri ve
sevilmeleri gereklidir. Sevgi türleri arasında en derin ve yoğun
olanları, bir eş ve ana-baba olarak yaşananlardır. Evrimsel yaklaşıma
göre, ana-babaların çocuklarına duyduğu sevgi çok önemlidir. Bu kurama
göre, aşık olan iki birey tarafından dünyaya getirilen çocuklar bir eş
bulup, kendileri de üreyebilecek olgunluğa gelemezlerse, aşkın ilk altı
görevi evrimsel olarak başarıyla tamamlanmış sayılmamaktadır.
Özetle, aşk eylemleri yedi amaca
yöneliktir. Aşkla ilgili bu evrimsel yaklaşım, aşk eylemlerinin bu yedi
amaca hizmet etmek için geliştiğini savunur. Bu evrimsel yaklaşımda
aşkın, amaçlı davranışlar ya da aşk eylemleriyle ortaya koyulduğu öne
sürülmektedir. Bu davranışlar, eş seçimi, kaynak paylaşımı, gebelik gibi
bugüne ait amaçlara hizmet eder. Bu amaçların başarılmasının üreme
başarısıyla ilişkili olduğu varsayılır. Bu yaklaşıma göre aşkın
anlaşılabilmesi için, belli aşk eylemlerinin, bu eylemlerin neye hizmet
ettiğinin ve bunların doğal ve cinsel seçimle ilişkisinin ele alınması
gerekir. Bu yaklaşımda aşkın ortaya konmasında cinsiyetler arası
farklılığın önemli yeri vardır. Bunun sebebi üreme başarısında
cinsiyetler arası biyolojik sınırlılık farklılıklarıdır. Bu yaklaşım
kültürel bakış açısıyla çelişkili görülmektedir. Ancak Buss’a göre, bu
bir yanlış anlamadan kaynaklanmaktadır.
Romantik Aşk Kuramları
Branden’e göre romantik aşk, iki birey
arasında cinsel, duygusal ve ruhsal bir tutkunun gerçekleşmesinden
dolayı her iki tarafın da birbirlerini ödüllendirdiği bir aşk türüdür.
Burada geçen ruhsal tutku, değer benzerliği olarak ele alınmaktadır.
Romantik aşk kuramları incelendiğinde tutkulu aşk ve romantik yakınlık
olmak üzere iki kuram dikkati çekmektedir.
Tutkulu Aşk Kuramları Stendhall’ın Tutkulu Aşk Kuramı
Stendhall, tutkulu aşkı yedi süreçte ele
alarak açıklamalarda bulunmuştur. Bu süreçlerden ilki beğenme
sürecidir. Beğenme sürecinde aşıklar, sevgilileriyle etkileşime girer.
Birey, sevdiğini fiziksel olarak çekici bulmaya başlar. ikinci süreç ise
beklenti sürecidir. Sevenler, sevdikleriyle geçirecekleri mutlu
anlarını düşünürler. Bu bağlamda bireyler hayal kurarlar. Ümit süreci
üçüncü süreci oluşturmaktadır. Taraflar aşık olup olmayacaklarına
ilişkin yeterli ümidin olup olmadığını göz önünde bulundururlar. Bu
süreçten sonra aşk doğmaktadır. Tutkulu aşkın doğmasıyla birlikte
görülen bir diğer süreç de romantik çekicilik sürecidir. Beşinci süreç,
billurlaşma sürecidir. Bu süreçte aşık, sevgilisiyle birlikte yeni
güzellikleri keşfeder. Birey, sevdiğiyle yaşamın daha da güzel olduğunu
anlar. Stendhall’ın bu dönemi billurlaşma olarak ele almasının nedeni,
tuz kristallerinin zamanla billurlaşması gibi keşfedilen güzelliklerin
de zamanla gerçekleşmesidir. Billurlaşma döneminde birey sevdiğinin
biricik ve tek olduğunu düşünür ve aşık olmanın, mutluluk verici
olduğunun farkına varır. Bu sürecin sonunda, güçlü bir istek olan tutku
ortaya çıkar. Birey, sevdiği tarafından geri çevrilme korkusu yaşamaya
başlayarak yeni bir sürece girmektedir. Belirsizlik ve uzaklık, ayrılma
sürecini başlatmaktadır. Birey sevgisinden şüphe duyarak, sevgisinin
karşılıklı olup olmadığını düşünmeye başlar. Son olarak ikinci
billurlaşma dönemi devreye girer. Bu dönemde bireyler, bu aşkın sürüp
sürmeyeceğini gerçekçi bir şekilde düşünmeye başlarlar. Sonuçta doğan
aşk ya ölecektir ya da çabalarla yaşamaya devam edecektir.
Hatfield, Berscheid ve Walster’ın Tutkulu ve Arkadaşça Aşk Kuramı
Hatfield ve Walster’e göre tutkulu aşk
diğerleriyle bir bütün olmak için duyulan yoğun istektir. Karşılıklı
olduğunda, bütünleşme arzusu ve haz ile ilişkilidir. Tutkulu aşkta
bireyin sevgiliye ulaşması bireyde, mutluluk duygusuna, heyecana,
fiziksel uyarılmaya ve bireyin cinsel olarak doyum yaşamasına neden
olmaktadır. Karşılık görmediğinde ise, boşluk, kaygı, endişe, kıskançlık
duygusu, kuşku, acı, düş kırıklığına ve umutsuzluk duygularına yol
açar. Hatfield ve Walster’e göre tutkulu aşkın en önemli özelliği, çok
yoğun bir şekilde yaşanmasıdır. Tutkulu aşk psikolojik olarak derin
uyarılma durumudur. Arkadaşça aşkın tutkulu aşktan belki de en önemli
farkı, yakınlık kavramı konusundadır. Tutkulu aşkta bireyler yakınlık
özlemi içindeyken, arkadaşça aşkta kişiler yakınlığı çoktan elde
etmişlerdir. Hatfield’e göre, yakınlık insanların diğeri ile içten
olmaya çalışma sürecidir; onların benzerliklerini, farklılıklarını,
düşünce, duygu ve davranış biçimlerini keşfetmeleridir. Tutkulu aşk haz
ve gizemle beslenirken, arkadaşça aşk yalnızca keyifle beslenir. Böylesi
bir aşk, en azından bir süre, insanın bütün varlığını egemenliği altına
alır ve günlük yaşamın diğer alanlarına çok az bir enerji kalır.
Walster’in romantik aşk kuramı,
insanların kendi duygularını yorumlamakta sosyal ya da fiziksel
çevrenin koşullarından yararlandıkları savına dayanmaktadır. Walster’in
görüşüne göre açık olma olayı, duyguları adlandırma ve sosyal
öğrenmeyle açıklanabilir. Toplumsal yaşantı boyunca bireyler, yazılı
kaynaklardan, televizyonlardan aşık olmanın nasıl bir duygu olduğunun ve
kimlere aşık olunabileceğini öğrenirler. Walster aşk ilişkisinin
başlangıcına, sadece birey açısından bakmakta ve kendini anlamaya
çalışan bir insan modeli öngörmektedir.
Berscheid ve Walster’in aşk kuramı,
Schachter’in insanların kendi duygularını yorumlamakta sosyal ve
fiziksel çevrenin koşullarından yararlandıkları görüşüne dayanmaktadır.
Berscheid ve Walster diğer herhangi bir heyecansal duygu seti gibi
romantik aşkında Schachter’in iki etmen kuramıyla açıklanabileceğini
öne sürmüşlerdir. Schachter, herhangi bir heyecansal yaşantının yoğun
fizyolojik uyarılma ve uygun bilişsel adlandırmadan oluştuğunu
savunmuştur. Yaptığı deneysel çalışmada adrenalin iğnesinin yol açtığı
çarpıntı, terleme gibi genel fizyolojik uyarılmanın farklı durumlardaki
deneklerce mutluluk ya da kızgınlık olarak yorumlanabildiğini ve buna
uygun davranışlara yol açabildiğini göstermiştir. O halde aşk, yoğun
fizyolojik uyarılma ve bu aşk olmalı, benim için yaratılmış gibi
adlandırmalardan oluşmalıdır. Bu kurama göre, kişi toplumsal yaşamı
boyunca aşık olmanın nasıl bir duygu olduğunu öğrenir. Olumlu duygusal
yaşantılar yoluyla uyarılma yaşadığında da çevresinde aşık olunabilecek
model tanımına uygun birisi varsa kişi duygularını aşk olarak yorumlar.
Bu görüşü destekleyen ilginç deneyler yapılmıştır. Bunlardan birisinde,
tehlikeli ve sallanan bir köprü üzerinde bir kıza rastlayan erkek
deneklerin, sağlam bir köprü üzerinde aynı kızla karşılaşan erkeklerden
daha çekici buldukları görülmüştür. Walster’e göre, korkudan kalbi
çarpan erkekler, bu çarpıntının kızdan kaynaklandığını düşünerek onu
daha çekici bulmuşlardır.
Berscheid ve Walster’in kuramı hoş
olmayan heyecansal yaşantıların bile uyarıcı olacağını ve eğer aşık
olmanın bir parçası olarak uygun biçimde adlandırılırlarsa, romantik aşk
yaşantısını güçlendireceklerini de öne sürmektedir. Bu görüşü
destekleyen ciddi kanıtlar yoktur. Ancak Driscoll ve arkadaşları,
yaptıkları çalışmada anababaları ilişkilerine oldukça çok karışan
çiftlerin birbirlerini, anababaları ilişkilerine çok az karışanlardan
daha fazla sevdiklerini bulmuşlar ve bu bulgunun Berscheid ve Walster’in
kuramıyla tutarlı olduğunu belirtmişlerdir.
Romantik Yakınlık Kuramı
Moss ve Schwebel’e göre yakınlık,
bireylerin sosyal gelişimlerini, kendilerini ayarlama düzeylerini ve
fiziksel sağlıklarını etkilemektedir. Özellikle yakınlık, gelişim
dönemlerinin başarıyla atlatılmasında, arkadaşlıkların
pekiştirilmesinde, mutlu bir evliliğin oluşmasında ve psikoterapilerde
sağaltım başarının gerçekleşmesinde tamamlayıcı role sahiptir. Bunların
yanında yakınlığın fiziksel hastalıkların ve zihinsel bozukluklar
oluşmasında da engelleyici olduğu da ortaya konulmuştur. Moss ve
Schwebel romantik yakınlığı beş etkenle açıklamışlardır. Bu etkenlerin
tamamı bir ilişkide bulunursa, o ilişkinin ideal ilişki olduğu
söylenebilir. Ancak, her zaman bu etkenlerin hepsi aynı ilişkide yer
almamaktadır. Bunlar, bağlılık, duygusal yakınlık, bilişsel yakınlık,
fiziksel yakınlık ve karşılıklılıktır.
Aşk kavramının yakınlık gibi pek çok
kuramsal ve işlevsel tanımlamaları yapılmıştır. Birçok tanımlama,
bireylerin aşklarını yakınlığın bu beş etkenini göz önünde bulundurarak
değerlendirdiklerini ortaya koymuştur. Sternberg, aşkın yakınlık, tutku
ve bağlılık olmak üzere üç öğesi olduğunu belirtmiştir. Yakınlığı, yakın
dostluk ve bağlılık; tutkuyu, aşk ilişkilerinde cinsel duyguları
harekete geçiren bir etken ve bağlılığı birinin diğerini sevdiğinin ve
aşklarını sürdürmelerinin kararı olarak tanımlamıştır. Moss ve
Schwebel’e göre, Sternberg’in üçgen aşk kuramındaki aşkın üç öğesi ile
yakınlığın beş etkeni aslında uyuşmaktadır. Bilişsel ve duygusal
yakınlık Sternberg’in yakınlığına; fiziksel yakınlık tutkuya; bağlılık
ve karşılıklılık bağlılığa denk gelmektedir. Diğer farklılık, aşkın
yakınlık kadar karşılıklılık üzerinde vurgu yapmamasıdır. Aşkta
bireyler karşılıksız olarak aşk yaşayabilirlerken, karşılıksız yakınlık
gerçekleşmemektedir.
Nöropsikolojik Açıklamalar: Aşkın Beyin Kimyası
Aşk, karmaşık insan duygularından
biridir ve tek bir kuram ya da modelle açıklanamaz. Aşkın,
hastalıklardan koruma ve iyileştirici özelliği de vardır.
Araştırmacılar, beyin içindeki bazı biyokimyasalların, aşkla ilgili
olduğunu bulmuşlardır. Bu bakış açısına göre, aşık olma süreci genetik,
hormonlar ve psikolojik deneyimlerle oluşmaktadır. Bu etkenlerin
bileşimi, uygun eşi bulduran içsel bir rehberdir. Bu içsel yol
göstericiler “aşk haritası” olarak adlandırılır. Değişik kimyasal
uyaranlar, başkalarına karşı insanda romantik etkiler yaratabilmektedir.
Hormonal açıdan bakıldığında romantik
aşkın sinyalleri, yanakların kızarması, kalp atışının hızlanması ve
ellerin terlemesi şeklinde kendini belli etmektedir. Aşık olunduğunda
asıl etki, beynin hipotalamus bölgesinden salınan çeşitli kimyasalların
etkisiyle vücudun içinde meydana gelmektedir. Fischer’e göre insanlar
dopamin, oksitozin, vazopressin, testosteron ve adrenalin gibi
hormonların karmaşık kimyası nedeniyle aşık olmaktadır.
Aşık olmaya başlandığında hipotalamustan
salgılanan kimyasallar beynin hipofiz bölgesine bir mesaj iletmekte,
hipofiz ise kendi hormonlarını kan dolaşımına vermektedir. Bu aşamadan
sonra ise cinsellikle ilgili hormonlar hızlı bir şekilde kana
karışmaktadır. Adrenalin, aşığın kalp atışının hızlanmasından ve
terlemesinden sorumludur. Dopamin ise aşık birinin karşısındaki insanı
aklından çıkaramamasından ve ona büyük bir tutkuyla bağlı olmasından
sorumludur. Büyük bir tutkuyla yeni aşık olmuş kişilerin beyinlerinde
dopamin üreten hücrelerin aktivitesinde artışlar olduğu kanıtlanmıştır.
Reddedilen aşıklarda meydana gelen sıkıntıların kaynağının ise
beyinlerinde dopamin molekülünün tükenmesi olduğu düşünülmektedir. Aşkın
bağımlılık evresinde oksitozin ve vazopressin etkili olmaktadır.
Oksitozin, doğum sırasında da salgılanır ve anne ile bebeği arasındaki
bağın oluşmasında da etkilidir.
Kimyasal cinsel çekiciler ya da
feromonlar, bu süreçte etkin bir rol oynamaktadır. Androstenol denilen
erkek teninde bulunan kimyasal ve onun kokusu kadınlara çekici
gelmektedir. Ancak, bu kimyasal, kadınlar yumurtlama döneminde değilse
itici bir etki yaratmaktadır. Rafal ve arkadaşları androstenolün ilk kez
erkek domuzlarda ve insanlarda, daha sonra tüm hayvanlarda bulunduğunu
ve GABA reseptörleri gibi işlev gördüğünü belirtmişlerdir. Aynı
şekilde, copulines denilen ve kadınlarda yumurtlama döneminde
salgılanan vajinal salgı erkeklerin ilgisini çeker ve erkekte hormon
değişimine (özellikle testosteronun artmasına) neden olur. Grammer ve
Jütte yaptıkları deneyde, bir grup kadın üniversite öğrencisine iki gece
üst üste giymeleri için gecelik vermişler ve iki gecenin sonunda bunu
erkek deneklere koklatmışlardır. Bazı erkek katılımcılara ise hiç
giyilmemiş gecelikleri koklatmışlardır. Sonuçta, erkek denekler
tarafından kadınların giydiği gecelikler daha çekici bulunmuştur. Bu
bulgu copulines’in işlevlerine kanıt olarak gösterilmiştir. Feromonun
etkisine ilişkin deneysel kanıtlar da bulunmuştur. Uzun süreli
ilişkilerde eşler arasında bağlanma gerçekleşir. Bu aşamada sevgilinin
yanında olmak, beyinde endorfin salgılanmasını uyarır ve bu, güvenlik ve
sükunet duygusu verir.
Oksitosin salgısı, fiziksel yakınlaşma
olduğunda salgılanır ve cinsel doyum ve orgazmla ilişkilidir. Sinding ve
arkadaşları yeni doğan tavşanlarla yaptıkları deneyde, koku
karışımlarının duyusal, bilişsel ve davranışsal etkilerini
incelemişlerdir. Sonuçta, koku karışımlarının insanda olduğu gibi tavşan
yavrularında da algısal sisteme esneklik kattığını bulmuştur.
Nöroloji araştırmaları beyin görüntüleme
teknikleri kullanarak insan beyninin sevdiği yakınlarının acılarını da
kısmen hissettiğini belirlemiştir. Singer, aralarında romantik ilişki
bulunan 16 çiftle yaptığı araştırmada, bir odada çiftlerden kadın
olanlar bir manyetik rezonans görüntüleme makinesi içine alınmış, sonra
ya kendi eline, ya da eşinin eline bir saniye süreyle bir elektrik şoku
uygulanırken beyninin görüntüleri izlenmiştir. Bu deneyde kadınlar,
erkeği göremiyor, ancak, bir ekrandan şokun kendisine mi, yoksa eşine mi
uygulanacağını ve derecesini görebilecek şekilde odaya
yerleştirilmiştir. Kadına şiddetli bir şok uygulandığında beyninin
duygularla ilgili limbik bölgesinde acı bölgesi hareketlenmiştir. Ancak
kadın, eşine şiddetli bir şok uygulanacağını öğrenince, acı bölgesi yine
hareketlenmiştir. Bu deneyde, fiziksel olarak algılanan değil, zihinde
canlandırılan acıya ilişkin beyindeki bölgeler, hem kişisel acı
duyumunda, hem de eşe uygulanan acı sırasında harekete geçmiştir.
Sonuç olarak, beyindeki bazı
biyokimyasalların aşkla ilişkili olduğu ve beynin sevilen kişinin
acısını algılayabildiği söylenebilir. Bu bakış açısına göre, aşk
sürecinin genetik, hormonlar ve psikolojik deneyimlerle oluştuğu
söylenebilir.
Aşka Gelişimsel Bakış: Ergenlik ve Beliren Yetişkinlikte Romantik İlişkiler
Ergenler için özerk bir birey olmak
önemlidir. Özerkliğin çocuklukla birlikte başlayan, ergenlikte önem
kazanan ve yaşamın hemen hemen her döneminde tekrar tekrar ortaya çıkma
olasılığı olan bir gelişim görevi olduğu söylenebilir. Ayrıca, özerk bir
birey olmak, ergenliğin en temel gelişim görevlerinden biridir.
Ergenlik yılları boyunca tipik bir
çocukluk özelliği olan bağımlılıktan, tipik bir ergenlik özelliği olan
bağımsızlığa doğru bir hareketlilik yaşanır. Bu bağımsızlık yönelimi,
ergenin kimlik denemeleriyle ilişkilidir ve kendi cinsinden arkadaşlık
yerine, karşı cinsten arkadaşlar edinme çabasını da içermektedir.
Ergen, bu çabayla birlikte ilk flört ilişkilerini yaşamaya başlar. Çoğu
anne baba çocukları belli bir yaşa gelinceye kadar flörtü yasaklar. Çoğu
toplum, reşit olma yaşına kadar, ana-babalarının iznini almadan
ergenlerin evlenmelerine izin vermez. Bazı toplumlarda ve alt
kültürlerde ise, genç insanların flört ilişkisi yaşamasına asla izin
verilmez ve evlenmelerine ancak onlar yetişkin olduğunda izin verilir.
Kimlik oluşturma süreci, yaşamdaki pek çok alanda denemeleri ve karar
vermeleri içermektedir. Bu üç alandaki deneme ve karar verme süreçleri
ergenlikte başlamakla birlikte, beliren yetişkinlik döneminde tam olarak
belirginleşmektedir. Örneğin, ergenlikte flört ilişkileri tam bir
ilişki niteliğinde değildir ve bir iki hafta, ya da bir iki ay sürer.
Beliren yetişkinlikte aşk çok daha yakın ve ciddi anlamlar taşır.
Ergenlikte çıkma gruplarda [örneğin, danslar, toplantılar ve partiler]
gerçekleşirken, beliren yetişkinlerin çıkmaları çift olarak çıkma
şeklindedir ve daha çok fiziksel ve duygusal yakınlığı içermektedir.
Hatta beliren yetişkinlik dönemindeki çıkma, cinsel ilişkilerle de
sonuçlanmaktadır. Ergenlikte flört ilişkilerinde ergen tarafından, “ben
burada ve şimdi kimle olmaktan mutlu olurum?” sorusuna cevap aranırken,
beliren yetişkinlerde “yaşamımı nasıl bir eşle geçirmeyi düşünüyorum”
sorusuna cevap arama şeklindedir. Yani, ergenler ve beliren
yetişkinlerin bakış açıları farklıdır.
Toplumda ve ilişkiler ağı içinde beliren
yetişkinler, karşılarındaki insanda hem kendisini çeken nitelikleri,
hem de kendisine tatsız ve can sıkıcı gelen nitelikleri öğrenir. Ayrıca,
kendilerini daha yakından tanımak isteyenlerin, onları nasıl
değerlendirdiklerini de görürler. Başkalarının kendilerinde neyi çekici
bulduklarını ve neyi tatsız ve can sıkıcı bulduklarını öğrenirler.
Kimlik keşiflerine karşın, bireylerin beliren yetişkinlikte yaşadıkları
aşk ve iş denemeleri her zaman olumlu sonuçlanmamaktadır. Bireyler, aşk
konusunda bazen umutsuzluk ve reddedilme yaşamaktadırlar. Beliren
yetişkinlikte kızlar aşk ve cinsellikle ilgili konuları partnerleriyle
daha sık, daha rahat ve daha açık tartışabilmektedirler. Erkekler ise,
bu konuları daha az sıklıkla, daha az açık ve daha az rahatlıkta
konuşabilmektedirler. Araştırmalar ergenlik ve beliren yetişkinlik
dönemindeki konuşmaların, sıklıkla cinsel ilişki ve cinsel sağlık
üzerinde olduğunu göstermektedir.
Tartışma
Bu yazıda romantik ilişkiler ve aşk
konusu kavramsal, kuramsal ve görgül olarak ele alınmıştır. Bu bağlamda,
insanların yakınlık ihtiyacı ile daima “bir başkasına” ihtiyaç
duydukları ifade edilebilir. Bu bir başkası bebek için anne, çocuk için
arkadaş ya da oyuncaklar, ergen için flört edilecek birisi, beliren
yetişkin, yetişkin ve yaşlılar için ise romantik eş olabilir. Çocuğun
yakınlık kurduğu arkadaşlarının yerini, ergenlikle birlikte karşı
cinsten birileri alır. Bu, ilk romantik ilişki denemesidir ve kimlik
oluşturmanın bir parçasıdır. Romantik ilişkinin insan yaşamındaki ilk
işlevinin yakınlık ihtiyacının karşılanması, ikinci işlevinin ise kimlik
gelişimine katkı olduğu söylenebilir.
Ergenlikte başlayan romantik ilişkiler,
daha çok bir oyun niteliğinde ve kısa sürelidir. Beliren yetişkinlikle
birlikte ailesinden ayrılan bireyin romantik ilişkileri, daha uzun
süreli ve daha kalıcı niteliktedir. Bu dönemdeki romantik ilişkiler,
gelecekte birlikte yaşanılacak eşi bulma amacını da taşımaktadır.
Yetişkinlik ve yaşlılıktaki romantik ilişkiler ise daha çok evlilik dışı
olabilmektedir. Bu romantik ilişkiler, eşten sıkılma ya da eşi eskisi
gibi çekici bulmama gibi nedenlerle, bir başkasına yönelme isteğiyle
başlayabilir. Romantik ilişkilerin bu dönemdeki temel işlevi, yine
yakınlık ihtiyacının giderilmesidir. Yaşlılıkta ise, buna ek olarak
romantik ilişkileri bireyi yaşama bağlamak gibi bir işlevi daha vardır.
Yaşamın hangi döneminde olursa olsun, romantik ilişkiler birey için
istendik bir şeydir. Yine, yaşamın hangi döneminde olursa olsun,
romantik ilişkiler bittiğinde bireyler acı, üzüntü, belki depresyon,
kaygı ve benzeri olumsuz duyguları yaşamaktadırlar.
Aşk ya da romantik ilişki insanlar için
gerçekten önemlidir. Bunu bilen araştırmacılar, aşkı inceleyerek kendi
bakış açılarına göre bazı aşk kuramları ortaya atmışlardır. Bunlardan
Lee’nin tutkulu ve arkadaşça aşk biçimleri, Walster ve Walster’in
tutkulu aşk ve arkadaşça aşk sınıflandırması ile uyumlu- dur. Benzer
biçimde, Lee’nin sınıflandırması Sternberg’in yakınlık-tutku- bağlanma
öğelerinin ilişkilerde az çok oluşunu temel alarak yaptığı aşk
sınıflandırması ile örtüşmektedir. Yine Hazan ve Shaver’in kaygılı
bağlanma stili ile sahiplenici aşk; kaçınan bağlanma stili ile aşkı oyun
gibi görme aşk biçimi ilişkilidir. Ayrıca Thibaut ve Kelley’in
ilişkilerin ödül-bedel temeli üzerine kurulu olduğunu önerdikleri
kuramları, Lee’nin mantıklı aşk biçimi ile uyuşmaktadır. Berscheid ve
Walster, romantik, tutkulu aşkta, fizyolojik uyarılmaya eşlik eden
tutkulu aşkın uygunluğuna ilişkin bilişsel ipuçlarının varlığından söz
etmektedir. Walster ve Walster buradan yola çıkarak, tutkulu aşk ve
arkadaşça aşk olmak üzere iki genel aşk türü tanımlamışlardır. Stenberg
ve Grajek ise aşkı çok boyutlu ele almışlardır. Aşk çalışmalarında
kavramsal ve metodolojik bir çerçeve geliştirmek amacıyla Kelly,
Berscheid ve Walster’in bahsettiği tutkulu aşk ve özgeci aşk
kavramlarının yanı sıra pragmatik aşktan da söz edilen bir model
önermiştir.
Evrimsel kuramı test etmeye yönelik
olarak psikologlar, insanların kısa romantik ilişkilerden evliliğe kadar
farklı ilişki türleri içinde kullandıkları cinsel stratejilerle ilgili
çalışmalar gerçekleştirmişlerdir. Kişilerarası çekim ve ilişkilerle
ilgili çalışmalar yapan araştırmacılardan farklı olarak, evrimsel
kuramcılar kadın ve erkeklerin farklı seçim baskıları ile yüz yüze
olduklarını ve bu yüzden farklı cinsel stratejiler geliştirdiklerini
düşünmektedirler. Bu kurama göre, erkekler sonsuz sayıda çocuk sahibi
olabilecekleri için olabildiğince çok kadını dölleyerek üreme
başarılarını en üst düzeye çıkarabilirler. Kadınlar ise tersine, az
sayıda çocuğa sahip olabilirler, ancak hamilelikleri boyunca çocuk için
büyük bir yatırım yaparlar. Sonuç olarak kurama göre, kadınlar,
kaynaklarını onlara ve çocuklarına bağlayacak bir eş seçmek üzere daha
seçici davranmaktadırlar.
Aşk ya da romantik ilişkileri ele alan
psikoloji çalışmaları incelendiğinde, bu çalışmaların çoğunlukla gençler
üzerinde ve onların aşk yaşantılarını belirlemek amacıyla yapıldığı
söylenebilir. Aşk kavramı, 1970′lerin ortalarında sosyal psikoloji
araştırmalarında önemli bir çalışma konusu olmuş; ancak aşkın bilimsel
olmadığı yönündeki baskılar ve görgül çalışmaların romantik aşkın özünü
yakalayamamış olması nedeniyle, bu konuya ilişkin araştırmalar
azalmıştır. Ancak, aşk olgusu kavramsal olarak 1980′lerin ortalarında
yeniden önemli bir çalışma alanı haline gelmiştir. Romantik aşk ve
cinsel istek üzerine yapılan çalışmalarda son birkaç yılda değişiklikler
söz konusudur. Bu son araştırmalarda aşk ve cinsellik bir arada
çalışılmaktadır. Genel olarak, romantik ilişki ile stres, gereksinim
giderme, çatışma, ilişki doyumu, depresyon, ilişki değerlendirme gibi
konularda araştırmalar vardır. Örneğin Prager ve Buhremester yakın
ilişkide kendini açmayı ele almışlardır. Araştırmada kendini açmanın
bilme-bilinme ve duyguları ifade etme gibi gereksinim giderici bir
işlevi olduğu sonucuna varılmıştır. Romantik ilişkilerde çatışma
olgusunu araştıran Hojjat cinsiyetler arasında çatışma konusunda
anlamlı bir farklılık bulmuştur. Hojjat, romantik ilişkilerde
kadınların daha çok çatışma çıkaran, erkeklerin ise çatışmadan kaçan
konumda olduklarını bulmuştur. Bregdan ve arkadaşları, ergenliğin ilk
yıllarında karşı cins arkadaşlığını, romantik ilişkileri, özsaygıyı,
antisosyal davranışları ve akademik performansları incelenmişlerdir.
Karşı cinsiyetteki akranları arasında “popüler” olan ergenlerde,
romantik ilişki ile özsaygı arasında anlamlı ilişki bulunmuştur.
Ergenlerde romantik ilişki ile akademik performans arasında negatif
yönde anlamlı ilişkili saptanmıştır.
Büyükşahin, ailesiyle yaşayan ve
yaşamayan kız ve erkek üniversite öğrencilerinden yakın ilişkisi olan
ve olmayanların, bağlanma stillerinin duygusal ve sosyal yalnızlık
hissetmelerinin ve stres düzeylerinin, benlik saygılarının ve başa çıkma
stillerinin farklılık gösterip göstermediğini belirlemek amacıyla bir
çalışma yapmıştır. Araştırma sonuçlarına göre; yakın ilişkisi olan ve
olmayan üniversite öğrencilerinin, korkulu bağlanma stiliyle bağlı
olmalarında farklılık gösterdikleri bulunmuştur. Yakın ilişkisi olan ve
olmayan üniversite öğrencilerinin benlik saygısı ve stres belirtisi
göstermeleri yönünden fark bulunmamıştır. Ayrıca, romantik beraberliği
olmayan öğrencilerin duygusal yalnızlığı daha fazla hissettikleri
bulunmuştur. Son olarak stresle başa çıkma stilleri açısından sadece
iyimser stilde başa çıkma yönünden yakın ilişkisi olan ve olmayan
gruplar arasında anlamlı farklılıklar bulunmuştur. Gültekin
çalışmasında başarılı kimlik statüsündeki öğrencilerin, kargaşalı
kimlik statüsündeki öğrencilerden karşı cinsten bir yakın arkadaşa,
okul, aile ve cinsellik konularında kendilerini daha fazla açtıklarını
saptamıştır.
Yakınlık, uzun süreli ilişkiler için
önemli ve hemen hemen her türlü ilişkiler için geçerlidir. Öte yandan,
kararlılık ve bağlanma bütün ilişkiler için önemli olmayıp, uzun süreli
ilişkiler için önemlidir. Tutku ise, bütün ilişkiler ve uzun süreli
ilişkiler için pek önemli değildir. Yakınlık, tutku ve bağlanma, değişik
ilişkilerde düşük ya da yüksek düzeylerde bulunarak, ilişkiler
arasındaki niteliksel farklılıkların açıklanmasında kullanılabilir. Bu
üç öğenin düzeyleri, aynı ilişki içinde zamanla da değişiklik
gösterebilir. ilk tanışma devresinde tutku en yüksek düzeyde iken,
evliliğe yaklaştıkça yakınlık ve bağlanma düzeyleri yükselir. Nikâhtan
otuz yıl sonra ise tutkuda düşüş, bağlanmada ise artış gözlenir.
Aşk konusunda önemli noktalardan biri de
aşkta ve ilişkideki çıkmazlar ve kavgalardır. Bu çatışmalar
iletişimdeki farklılıklar yüzünden daha da karmaşık bir hal alabilir.
ilişkilerdeki kavga ve çıkmazlara ilişkin geleneksel inanca göre kavga,
bir ilişkide doyum yokluğu ve mutsuzluk belirtisidir. Yeni araştırmalar
bu inancın kesin olarak doğru olmadığını, bazı kavgaların ilişkileri
geliştirebildiğini öne sürmektedir. Bu araştırmalara göre, şuanda
mutsuz olduklarını belirten çiftler, üç yıl sonra ilişkilerinin çok iyi
olduğunu ve çok mutlu olduklarını ifade etmişlerdir. Duygu ve
düşünceleri dışa vurmadaki tutarlılık, küçük sorunların büyümeden
çözülmesini sağlar. Önemli olan, tartışmaların yapıcı ya da yıkıcı
olmasıdır. Romantik ilişkileri kesintiye uğratan üç temel çıkmaz vardır.
Korku/kızgınlık çıkmazında, erkekler eleştirildiğinde ya da içinden
çıkılması zor olan duygusal sorunlar yaşandığında ortaya çıkmaktadır.
Ürün/süreç çıkmazı, kadın ve erkeklerin görevlere farklı yaklaşması
sonucunda ortaya çıkar. Bu çıkmazda, kadınlar bir sorunun çözümünde
süreç odaklı, ışık tutan ve sorunu düşünen tarafken; erkekler sonuç
odaklı ve belirsiz durumlardan rahatsız olan taraftır. Üstün güç/eşit
güç çıkmazı ise, her çatışma durumunda çiftler arasında yaşanmaktadır.
Çıkmazları etkin biçimde çözmek için; etkili iletişim, duygu ve
düşüncelerin tutarlı bir şekilde ifadesi, yapıcı tartışma, birbirini
anlamaya çalışma, farklılıkların tartışılması, çözüm için birlikte
çalışma ve ödün vermede karşılıklı ver-al yaklaşımı bu önerilerden
bazılarıdır. iyi ve verimli bir ilişki için, çıkmazları çözme yollarını
bilmek gerekir. Kadınlar ve erkekler kavgada farklı roller
üstlenmelerine karşın, her iki cinsiyete de çıkmazları çözmede benzer
öneriler sunulmaktadır. Gottman’a göre sakin olmayı öğrenme, savunma ya
da saldırı şeklinde olmayan dinleme ve konuşmayı öğrenme, kendini
partnerin yerine koymak ve onun ne hissettiğini anladığını yansıtmak ve
bu üç kural için çalışmak, çabalamak ve pratik yapmak olmak üzere mutlu
bir ilişkinin dört anahtarı vardır. Bu bilgiler dikkate alınarak, her
ilişkide kavga ve çıkmazların olduğu, bu durumun normal olduğu,
bunların farklılıklardan kaynaklandığı ve her çıkmazın bir çözümünün
olabileceği söylenebilir.
Sonuç
Aşkın her toplumda, her zaman ve her
yerde bulunmaktadır. Aşk tek ve aynı olgu olmasına karşın, farklı
kuramcılar aşka ilişkin farklı kuramlar ortaya atmışlardır. Aslında bu
kuramların aynı olguyu yani “aşkı” tanımladıkları ve aşkın özünün de
-aşkın amacı ne olursa olsun- “yakınlık” olduğu söylenebilir.
Son olarak, ilk insanlarla başlayan aşkın, bu dünyadaki son insanla son bulacağını ifade etmek yanlış olmayacaktır.
KAYNAK:
No comments:
Post a Comment