Saturday, May 14, 2016

Modern Insan, Ekran Psikozunun Kurbanı Mı?

Araştırmalar yeni doğan ördek yavrularının, hareket eden ve ses çıkaran herhangi bir cismi anneleri sandıklarını gösteriyor. Ördek yavruları bu cismi taklit ederek peşine takılıyorlarmış. İnsan için böylesine bir yanılsama söz konusu olabilir mi? İnsan ekrandaki bir dizinin gerçekliğini ya da “bir bilenin” söylemini kendi gerçekliği ile karıştırabilir mi? İnsan dünyaya ekrandaki (sadece televizyon ekranı değil, her türlü baskın söylemi ekran olarak okuyabilirsiniz) bir karakterin gözüyle bakma yanılsamasına düşebilir mi? İnsan ile ilgili edindiğimiz bilgiler bunların olası olduğunu ve insanların öznel gerçekliğinin, monolog tarzındaki baskın söyle karşısında sapabileceğini gösteriyor. Çünkü yaşama tek bilinç ile başlarız, o bilinci de henüz kendiliğimizi oluşturamamış olduğumuz için kendi bilincimiz olarak göremeyiz. Kendimizin bilinci kavramını geliştirmemiz ve öteki bilinçlerin varlığını fark etmemiz ve kabullenmemiz için süre geçmesi gerekir. Freud ve Lacan, bu kavramları geliştirsek de, tek ve hakim bilinç algısından kurtulmamızın zor olduğunu belirtiyorlar. Çünkü insan kendisini, kendisine yabancı ve bütünlük içindeki bir görüntünün içinde bularak gerçekliğini kurar. Özellikle de Hieronymus Bosch’un tanımı ile kendisini parçalanmış biçimde algılayan bir canlıdan söz ediyorsak: ‘Burada boynu olmayan birçok yüz, omza sahip olmayan ve havada gezinen kollar ve bir yüzde yer bulmaya çabalayan yalnız gözler bulunmaktadır’ (Bowie, 29). Varlık, kendisini böyle parçalanmış biçimde algılayarak toplumsal yaşamın içine girdiği için, sürekli olarak kendisine musallat olmuş eksiklik ve başarısızlık hisleri içinde yaşar ve kendisini mükemmel olarak kurduğu bir noktaya ulaşmayı amaçlar (Sartre, 151). Özne haline gelmeye çabalayan bu parçalanmış canlı, Hegel’in bütünlük (Gestalt) olarak tanımladığı kavramın peşinden koşacaktır. Ancak bu mükemmellik noktasına her ulaşma girişimi bir başarısızlık ve hayal kırıklığı ile sonuçlanacaktır. Çünkü çocuk, kendisinin ayna görüntüsü ya da yaşıtının görüntüsü ile kendisini özdeşleştirirken, bir yandan da bu imgelerin yansıyan imge oldukları ve aslında kendisi olmadığı gerçeğiyle sürekli yüzleşir. Kendi dışında kendisi olarak gördüğü bir bütünlük vardır ancak kendisi bir türlü tamamen o bütünlük haline gelemez, o yansıyan imge sürekli olarak elinden kaçar. Bütünlük kavramı, algısal alanın görsel organizasyonu yoluyla oluşan ve öznenin ötekinin imgesini kullanarak oluşturduğu bir narsisistik yansımadır. Bu yansıma, yaşam boyu süren bir yanılsama olarak, kendimizi temelde bu narsisistik yansıma olarak görme tutkunluğuna dönüşür. Bu nedenlerle varlık, bütünlük aşkı içinde yaşar. Bu aşk bir vaattir, aşkın özneyi, arzuladığı bütünlüğe ulaştıracağı bir vaat olduğunu söyleyebiliriz. Yani bütünlük aşkı içindeki özne, başkasını değil, idealindeki bütünlüğe ulaşmış kendiliğini sevebilir. Bu aşk insanda bütünleşmiş Ötekini taklit etme ve onun gibi konuşup düşünme zaafı oluşturur. 
Toplumsal bir varlık olan insan için sağlıklı olan gerçeklik, insanın toplumsal simgesellik içindeki gerçekliğidir. Freud’a göre, toplumsal yasa ve arzuların simgesel dünyasına girişimizi gerçeklik ilkesi sağlar. Gerçeklik ilkesinin özne tarafından benimsenmesini sağlayan şey ise, Öteki ile kurulan aşk ilişkisidir (Samuels, 60). Freud aşkı, ego libidosundan nesne libidosuna geçiş olarak tanımlar, aşık olan özne kişiliğinden ve bilincinden, Ötkenin arzusunun doğrultusunda vazgeçmek durumundadır, çünkü kendi arzuladığı ideal bütünlüğü ilk olarak Ötekinde görmüştür ve bu temel saplantıdan hiç kurtulamayacaktır. Lacan özneye bütünleşmiş nesne inancını ilk olarak aşılayan şeyin, eksiksiz bir vücut olarak, Ötekinin imgesi olduğunu belirtir (Samuels, 62). Bütünlük aşkının yerini günümüzde giderek varolma aşkı almaktadır. Çünkü biyolojik gerçeğimiz, dil ortaya çıktığında yok olur. Biyolojik gerçek dilden öncedir, bu nedenle biyolojik varoluşumuz dilin simgesel evrenine taşınamaz. Dil gerçeği yok edince gerçekliği kurar. Yani özne dilin simgesel gerçekliğine bir hiç olarak girer. Heidegger’in belirttiği gibi insan hiç olarak kalamayacağı için, bir biçimde varoluş kazanmak durumdadır. Toplumsal insan, kendisini hiçlikten kurtaracak varoluşa, toplumsal gerçeklik içinde bir yer bulma çabasıyla ulaşabilir. Yani birey adam olmalıdır. Lacan, adam olma tutkusu, öznenin tüm arzularına hükmeden en üst düzey tutkudur der (Bowie 35). Çocuk büyüdükçe bütünleşmiş bir vücuda sahip olduğunu anlar, ancak giderek toplum tarafından ya da Öteki tarafından saygın bir insan olarak bilinip tanınma gereksinimi, bütünleşmiş bir vücuda sahip olma saplantısının yerini alan yeni bir saplantıya dönüşür. Birey, kendisini “Ben” olarak tanımlarken, bu benin başkaları tarafından saygın bir kabullenilişe ulaşmasını arzular. Kabullenilme, daha küçük yaşlarda bütünlüğe sahip olma sayesinde olurken, birey büyüdükçe kabullenilmesinin, saygın bir toplumsal konuma ulaşması ile olanaklı olduğunu anlar. Saygın ve güçlü bir toplumun saygın ve güçlü bir bireyi olma aşkı içindeki özne, ekranda sunulan çeşit çeşit mükemmel varoluş biçimleri tarafından, aynen küçükken ideal bir bütünlük karşısında büyülendiği gibi büyülenir. Büyülenme düzeyi, toplumsal konumundan, yani varoluşundan hoşnut olmama ile paralellik gösterir. Ekranlarda, varoluşundan hoşnut olmayan bireyleri büyüleyecek çeşit çeşit kahramanlar ve senaryolar bol miktarda topluma sunulmaktadır. Öznenin bu ekran gerçekliği karşısında kendi gerçekliğini koruma gücü kısıtlıdır, ekran gerçekliği özneyi bir girdap gibi içine çeker. Ekranda ideal bir bütünlük ve güce ulaşmış gibi duran kahramanlar karşısında öznenin kendi gerçekliğine sarılma gücü çok zayıf kalır. Kendi varoluşunu istediği biçimde gerçekleştiremeyen özne, ekrandaki bu güçlü ve özenilecek varoluşa sahip karaktere aşık olur. Artık öznenin Ötekisi ekrandaki o karakter olmuştur. Lacan, Öteki ile girilen ilişkide, Ötekinin söyleminin öznenin bilinçdışını biçimlendirdiğini söyler. Özne artık arzularını farkında olmadan Ötekinin arzuları doğrultusunda biçimlendirecektir. Artık ortada konuşan, ancak ne dediğinin farkında olmayan bir özne bulunmaktadır.Ekranda görünen baskın söylem sahibi, bütünleşmiş insan imgelerinin, monolog tarzında bir söylemi özneye ilettiği bir ortam, insanı içine hapsedecek bir tuzak olma potansiyeli taşır. Hepimiz ekran karşısında bize ulaşan Ötekinin söylemini kendi söylemimiz gibi benimseyerek, düşünmeden bu söylemi içselleştirme riski ile karşı karşıyayız. Özne, ekran gerçekliğinin tek yönlü olarak biçimlendirdiği beyni yıkanmış bir varlık olmaktan, kendisi ile diyalektik bir ilişkiye girerek kurtulabilir. Kendisini kendisinin önüne koyarak tartabilmeli, bilgisini yeniden gözden geçirmelidir. Bu büyülenmenin panzehiri, kendinden emin olmamak, kendinden şüphe duyma ve kendini değişen koşullara göre yeniden sorgulayarak yeniden kurmaktır. Aksi halde özne, Ötekinin söylemini düşünmeden yineleyen bir makineye dönüşür. Felsefe eğitimi bu açıdan insanları ekran karşısında büyülenerek düşünmeyi unutmuş otomatik makineler olmaktan kurtarabilir. Öznenin kendisini Ötekinin söyleminin esiri olmaktan kurtarabilmesi, ancak karşılıklı etkileşimin eşit bir zeminde olanaklı hale gelmesi ile gerçekleşebilir. Ötekinin özneye bu olanağı tanımadığı durumlarda, öznenin bilinçdışı, Ötekinin söyleminin kopyası olmak durumunda kalır. Monolog, baskın bir iletişim biçimi ise, bağımsız ve özgür bir bireyden söz etme olanağı yoktur. Ekran karşısındaki birey, bu monolog ortamında, ekrandan komut alarak yaşayan bir robota dönüşür.Bowie, Malcolm. Lacan. Cambridge, Massachussets, London: Harvard University Press, 1991.Sartre, Jean-Paul. Varlık Ve Hiçlik. (Çev. Turhan Ilgaz ve Gaye Çankaya Eksen). İstanbul: İthaki     Samuels Robert. Between Philosophy & Psychoanalysis. New York and London: Routledge, Mutluhan İzmirKaynak