Sunday, April 21, 2013

Adler’in Sistemi: Bireysel Psikoloji


 

ALFRED ADLER

Adler’in ve Freud’un teorik görüşleri, birbirlerinden kesin çizgilerle ayrılır. Freud’a göre davranışları geçmiş etkilerken, Adler’e göre davranışları gelecek etkilemektedir. Freud’un teorisinin temel özelliği kişiliğin ayrı parçalara bölünmesi iken, Adler, kişiliğin birliği üzerinde durur. Adler, bireysel psikoloji sistemini sosyal bir çizgi üzerinde geliştirmiştir. Yani insan davranışı biyolojik güçler tarafından değil de, sosyal güçler tarafından belirlenir. Adler’e göre kişilik sadece kişinin sosyal ilişkileri ve başkalarına karşı tutumları incelenerek anlaşılabilir. Adler’e göre sosyal ilgi, çocuklukta gelişen, doğuştan gelen bir potansiyeldir. Kişisel ve sosyal amaçları gerçekleştirmek, başkalarıyla işbirliği yapmayı, bebeklikten itibaren öğrenme yoluyla gelişmeye yönelik bir potansiyeldir. Sosyal tutum ve ilgi, öğrenme yaşantıları sayesinde gelişir. Adler’e göre çocukluğun ilk yılları kişiliğin şekillendiği yıllardır. Biyolojik etkilerden çok, sosyal etkilerin üstünde durur. Davranışın bilinçaltı belirleyicilerinden çok, bilinçli belirleyicileri üstünde durmuştur. İnsan kişiliğinin şekillenmesinde cinselliği önemli bir unsur olarak görmemiştir. Adler, Freud’dan bilincin önemi konusunda farklılaşır. Freud, davranışın bilinçdışı belirleyicileri üzerinde dururken; Adler, bilinç üzerinde durmuştur. O’na göre insanlar kendi motivasyonlarının farkında olan bilinçli varlıklardır. Adler’e göre, gelecekteki amaçları için çabalama, davranışları etkileyebilir. Freud kişiliği, id, ego, süperego olarak parçalara ayırırken, Adler kişiliğin birliğini ve tutarlılığını savunmuştur. Cinsellik egemen dürtü değildir. İnsanı üstünlüğe götüren yollardan biridir. O’na göre üstünlük, doğuştan gelen bir özelliktir. Sadece bireyin ortaya koyduğu değil, uygarlığın ortaya koyduğu tüm ilerlemelerden sorumludur. Üstünlük, insanı ve toplumu bir başarı düzeyinden, bir başka başarı düzeyine doğru taşır.
 Aşağılık Duyguları
 Adler’e göre motivasyonun asıl sebebi cinsellik değildir. O’na göre davranışın belirleyici gücü, genel bir aşağılık hissidir. İlk önce bu aşağılık hissiyle, kendinin kusurlu yönlerini ilişkilendirir. Örneğin kalıtsal bir organik zayıflığı olan çocuk, yetersiz işlevi üzerinde gereğinden fazla durarak bu kusurunu ödünlemeye çalışır. Yani zayıf bedenli bir çocuk yoğun egzersizler sonrası bir dansçı olabilmektedir. Adler daha sonra bu düşüncesini fiziksel, zihinsel ve sosyal engeli de kapsayacak şekilde genişletmiştir. Çocuğun çevresine bağımlı kalmasından kaynaklı, herkes tarafından yaşanana bir aşağılık hissi oluşur. Çocuk bunun farkındadır ve içten gelen bir dürtüyle üstünlük için çabalamaktadır. Bu, çocuğun aşağılık hissinden ve güvensizliğin üstesinden gelebilmesini sağlayacak olan durumdur. Bu itme ve çekme süreci, hayat boyu devam eder ve bireyin daha büyük başarılara ulaşmasını sağlar. Aşağılık duyguları hem toplumu hem de bireyi sürekli gelişmeye ittiği için, olumlu etkiler. Aşağılık kompleksi ise; ailede şımartılan veya reddedilen çocukta görülen aşağılık duyguları, gelecekte anormal davranışlara dönüşebilir. Tüm bunların sonucunda kişi, problemlerinin üstesinden gelemeyebilir ve başarısız olur.
 Yaşam Stili
 Adler’e göre üstünlük duygusu evrenseldir. İnsanlar üstünlüğe ulaşma çabalarını çok çeşitli yollarla gösterir. Bu doğrultu da Adler’in yaşam stili dediği tipik bir tepki verme şekli geliştirilir. Yaşam stili hayali veya gerçek aşağılık duygusunu ödünleyen davranışları kapsar. Adler’e göre birey, kendi yaşam stilini bizzat kendisi bilinçli olarak oluşturur. Bu nokta ile Freud’dan ayrılır.
Çocuğun kişiliğinin gelişiminde aile önemlidir. Örneğin, engelli bir çocuk kendini bir hata olarak görebilir; ama ebeveynlerin yardımıyla yetersizliklerini güce dönüştürebilir. Ailesi tarafından şımartılmış bir çocuk da sosyal ilgi gelişmez ve güvensiz büyür.
 Ben’in Yaratıcı Gücü
 Ben’in yaratıcı gücü görüşü, Adler’in teorisinin zirvesi olarak kabul edilir. Adler’e göre insanlar kişiliklerini ve kendilerine özel yaşam stillerini uyumlu biçimde belirleme yeteneğine sahiptirler. Belirli yetenek ve deneyimler, kalıtım ve çevre yoluyla bize gelirler; ama hayata karşı tutumlarımızın temelini oluşturan bu deneyimleri kullanmak ve yorumlamak, yolumuzdur demiştir. Ben’in yaratıcı gücü görüşü, kendi kişiliğimizi ve kaderimizin şekillenmesinde bizim bilinçli olarak yer aldığımız anlamındadır. İnsanların yazgılarının belirlenmesine doğrudan katılmaya açık olduklarını belirtmiştir.
 Doğum Sırası
 Ailede, büyük, ortanca ve küçük çocuklar farklı sosyal deneyimler yaşarlar. Bunun sonucunda farklı kişilikler sergilerler. Örneğin en büyük çocuk, ikinci çocuğun doğumuyla eski özenli büyütülme sürecini artık yaşayamaz. İlk doğan düzen sürdürme merakıyla, endişeli, meraklı, muhafazakar ve otoriter olabilir. Adler, suçluların, nörotiklerin ve sapıkların genellikle ilk doğan çocuk olduğunu söyler. İkinci çocuk, isyankar, kıskanç, hırslı olur ve ilk doğanı sürekli aşmaya çalışır. İkinci doğan çocuk daha uyumludur. En küçük çocuk şımartılacağından, çocuklukta ve yetişkinlikte davranış problemleri gösterir.
 Yorum
 İnsanın bilinçli olarak kendi üzerindeki doğrudan etkisi, Freud’a muhalif olanların kısa sürede benimsediği bir görüştür. Adler’in olumlu katkısı; biyolojik faktörlerden çok, sosyal faktörleri belirleyici olarak saptamasıdır. Bir çok psikolog, Adler’in, düşüncelerini günlük yaşamın sağduyulu örneklerine dayanan yapay teoriler olarak nitelendirmiştir. Adler sistematik ve sabit bir teorisyen değildir. Adler’in hasta gözlemleri tekrarlanamaz bulunmuştur. Bu gözlemler sistematik ve kontrollü bir şekildi de yürütülmemiştir. O, Freud ve Jung gibi hastalarının bildirdiklerinin doğruluğunu araştırmamış, verilerini analiz etme ve bunlardan sonuç çıkarma yordamını açıklamamıştır. Adler’in doğum sırasına ilişkin düşünceleri önemli ölçüde deneysel doğrulamaya uygun değildir. Adler’in çalışmaları daha çok ego psikologları üzerinde etkili olmuştur. Çünkü bilinçaltından ziyade, bilinç ve rasyonel süreçler üzerinde durmuştur.

           

Thursday, April 4, 2013

Ruhun Yalnızlığı.


 
Modern psikiyatrinin soğuk, bilimsel ve insana mesafeli, yabancılaştırıcı duruşuna karşı her zaman eleştirel bir tavır koyduğu pek çok kitabı bulunan İtalyan psikiyatr ve akademisyen Eugenio Borgna’nın ilk kez Türkçede bir kitabı yayımlanıyor: Ruhun Yalnızlığı.
Kitaplarında, hakikatin insanın içinde olduğunu söyleyen Augustinus düşüncesine dayanan Borgna, psikiyatrinin inceleme odağının hastalık değil, hasta kişinin yaşantı içerikleri olması gerektiğini vurguluyor.
“Günümüzdeki anlayışın mutluluk kaynağı olarak kabul ettiği şeyler her fırsatta, her durumda ve her yolla istenmekte ve aranmakta ve bazı ilaçlar, bazı antidepresanlar da, çoğu zaman işe yaramaz birer havai fişek olmaktan öteye gidemeyen, zafer haline getirilmiş bir mutluluğa ulaşmanın aracı ve yolu olarak kullanılmaktadır. Bunu da, mutsuzluk ve depresyona yol açan sonsuz hayal kırıklıkları ve tatminsizlikler izlemektedir; bunun nedeni de, anlamlı, derin, büyük mutlulukların olduğu gibi, uçup kaçıcı, ancak bir sabah süren, ardında sadece küller bırakan, görünüşten ibaret, küçük mutlulukların da olmasıdır” diyen Eugenio Borgna, acıdan korkan zamane anlayışına karşı, gerek ruhsal gerekse bedensel açıdan hayatımızın her döneminde iç içe olabileceğimiz, kaçmamızın mümkün olmadığı acıyı sanatla, edebiyatla, felsefeyle ve biraz da tevekkülle yeniden okumanın yolları üzerine düşünüyor.
“Acının hayatımıza girmemesi mümkün değildir: Belki, zaman zaman, fiziksel acının, beden acısının çehresini keşfetmediğimiz olur, ama hayatımızın hiç olmazsa bazı saatlerinde, sonsuz başkalaşımıyla ruh acısı bize yabancı kalmayacaktır. Elbette ki fiziksel acı olgusu hepimiz için aynıdır. Acının yoğunluğunun, süresinin değiştiği gibi acıya yönelik kişisel duyarlılık da değişir. Buna, her halükârda tecrit, insanların dünyasından kopma olan yalnızlığa ilişkin farklı bir algı da eşlik eder. Ruh acısının, onun oluşumunun ise yekpare hiçbir yanı yoktur: Her birimiz onu kendi duygulanımsal ve varoluşsal yansımalarımızla, zaman zaman karanlık ve kaskatı, zaman zaman da hayata ve umuda açık olan, kendimize has yalnızlık deneyimlerimizle yaşarız. Ama her halükârda beden acısı geçince bellekte bir iz bırakmaz; oysa ruh acısı, derin ise silinmez: Beklenmedik ve öngörülmez olayların izinden yeniden doğabilir” diyen Borgna’ya göre, “Sessizlik her söyleşinin parçası olmakla kalmaz, her hayat biçiminin de bir parçasıdır; ve her defasında onun kökenini ve anlamlarını tahlil etmek gereklidir.” http://www.ykykultur.com.tr/kitap/ruhun-yalnizligi