Wednesday, October 24, 2012

BİLİM VE FELSEFE BAĞLAMINDA PSİKOLOJİ


 Nurten GÖKALP

Psikoloji bir bilim olarak, insanın çevresi ile olan ilişkisindeki aktivitelerinin bilimsel bir incelemesi olarak tanımlanabilir. Bu oidukça geniş tanım bazı yaklaşımlarca daraltılabilirse de temete insanı ve insanın aktivitelerini koyan psikolojinin eleştirel bir gözle değerlendirilip diğer bilimlerle olan ilişkisini ortaya koyabilmek ve onlar arasındaki yerini tayin edebilmek onu felsefe ile ilişkilendirmek demektir. Bu ise psikoloji felsefesi yapmaktır. Yani bir bilim olarak psikolojiyi felsefî bir gözle değerlendirmektir.
Niçin psikoloji felsefesi? diye sorutabilecek bir soruya verilebilecek cevap ise felsefî psikoloji ile psikoloji felsefesi arasında bir ayırımı gerektirir. Felsefî psikoloji davranış ve zihin hakkında yalnızca felsefenin yardımı ile elde edilen bilgiyi kendine konu edinip zihnin sırlannı deneysel psikolojinin dışındaki bir bakışla incelemek ister. Dolayısıyla geçmişi felsefenin tarihi kadar eskidir.
Psikoloji felsefesi ise deneysel bir bilim dalı olarak psikoloji hakkında felsefi bir araştırmadır. Psikoloji felsefesi ile uğraşanlara göre, felsefenin mantık, semantik, epistemoloji, ontoloji, etik ve estetiği ihtiva etmelidir. Psikoloji felsefesinin geçmişi ise psikolojinin bir bilim olarak ortaya çıktığı 19.yüzyılla sınırlıdır. Psikolojinin deneysel bir bilim olmadan çok önce felsefenin içinde değerlendirilmesi sonucunda onun felsefe ile olan ilişkisi günümüze kadar çeşitli şekillerde devam etmiştir.
Gerek etimolojik olarak inceleme sonucu “ruhbilim” olarak değerlendirilmesi ve gerekse Antik çağdan 19.yüzyıla kadar filozofların psikoloji ile ilgili görüşlerini felsefi bir yorumla ortaya koymaları onun felsefe ile olan bağının ne kadar güçlü ve gelişiminin ne kadar içice olduğunun bir başka göstergesidir. Düşünce tarihi içinde özellikle beden-zihin ilişkisinde açığa çıkan ve vurgulanan psikoloji hem bu problemin çözümüne getirilen öneriler hem de mevcut felsefî görüşler ışığında değerlendirildiğinde değişik yaklaşımlar ve bunlara bağlı psikoloji tanımları ile karşılaşılmaktadır.
“Psikoloji zihin fonksiyonlarının araştırılmasıdır.” diyenler için zihin bir unsur veya şey olup fonksiyonları ve aktiviteleri vardır. Böyle bir ifade psiko-fîzik dualizmin bazı uyarlamalarını da kabul eder. Psiko-biyolojik bir zeminde ise zihin beyin fonksiyonlarının bir toplamı olarak kabul edildiğinden bu Rez bu ifade “beyin fonksiyonlarının toplamının fonksiyonlarının araştırılması” biçimine dönüşmüş olur:
Zihnin varlığını kabul etmeyen ya da en azından bilimsel olarak konulanamayacağına inanan radikal davranışçılar için bu ifade “ açıkça gözlenebilen davranışın araştırılması” biçimine dönüştürülür. Böylece psikoloji yaygın tanımı itibariyle bir “davranış bilimi” olarak anılır. Böyle bir tanım psikolojiyi: fizyoloji, fizik ve biyolojinin etkin metodlanm insan davranışlarına uygulayan ampirik bir bilîm olarak ortaya koyar. Ancak burada ortaya çıkan problem davranışın mahiyetidir. Şayet davranış gözlenebilen her türlü beden değişikliği ya da hareketi olarak daraltılırsa, duygu ve düşünce gibi insana özgü özellikler bir tarafa bırakılarak sadece bir organizma olarak insan davranıştan incelenecektir. Bu davranışçılar için psikolojiyi felsefeden tamamen ayırdığından bir kazanç olarak görülmekte ise de duygu ve düşünceleri olan insanın bu boyutunu göz ardı ettiği için bir kayıp olmakta ve insan ile hayvan arasındaki çizgiyi ortadan kaldırmaktadır. Şayet davranış, insanın duygu ve düşüncelerini içine alacak kadar genişletilirse bu kez de davranışın etkisinin kaybolması tehlikesi ortaya çıkmak ve ayrıldığı felsefe ile tekrar işbirliği gündeme gelmektedir.
O halde, bugün bir bilim dalı olarak psikoloji incelenirken üzerinde düşünülmesi gereken en önemli noktalardan biri psikolojinin sahasının ne olduğudur. Bîr diğer nokta ise doğa bilimlerinin metodlarını insan davranışlarına uygulamaya çalışan psikolojinin karşılaştığı sorunlardır.
Bilim gözlenen unsurlarla, olaylar arasında fonksiyonel bir ilişki kurarak anlamaya ve açıklamaya çalışır. Bilimsel yasa da iki ya da daha çok değişken arasında değişmeyen bir ilişkinin ifade edilmesidir. Aynı şekilde ampirik, sistematik ve deneysel olan psikoloji de psişik olayları fonksiyonel bir ilişki çerçevesinde açıklamaya çalışır. Bilimsel psikoloji içindeki değişik yaklaşımlar psişik olguları (olaylan) kendi yaklaşım metodlan ile sınırlanmış olarak açıklamaya çalışırlar:
İdealist felsefelerin sonucu olarak ortaya çıkan mentalist yaklaşım mental olayları içgözlem (introspection) metodu ile açıklamaya çalışır. Burada birinci şahıs tecrübesindeki algılama, hatırlama, hayal etme ve düşünme gibi, tecrübe eden süjenin farklı fonksiyonlarının verileri psikolojinin objektif verileri olarak kullanılır. Mentalizme ve metoduna karşı bir reaksiyon olan davranışçı yaklaşım felsefedeki pozitivizmin bir yansıması olup organizmanın davranışını objektif bir biçimde araştırmak ister. Psikolojideki biyolojik yaklaşım ise hem mentaä hem de davranışçı işlemleri nöro-biyolojik metodlar ve terimlerle açıklamaya çalışmaktadır.
Diğer bilimlerde de olduğu gibi psikolojinin de temel amacı çalıştığı olguları tasvir etmek, açıklamak ve önceden tahmin etmektir. Bilimsel psikolojiyi savunanlar için psikolojide tasvirler objektif, açıklamalar geçerli ve tahminler doğru ve isabetlidir, Bilime karşı olanlar bilimde objektivitenin olamayacağı! iddia ederler. Bir kısmı da bilim adamlarının olguları dış dünyadan toplamak yerine kendi oluşturdukları laboratuar ortamından topiadjklan için hatah olduğunu savunurlar.
Oysa bilimi savunanlar, bilimsel araştırmanın analizinin bu iddiaları çürüttüğünü belirtirler. Onlara göre şayet bilim adamının bir hatası varsa bu düzeltilebilir, kurulan fonksiyonel ilişkiler yeniden keşfedilebiîir zira, bilimsel bilgi mükemmel olmasa da mükemmeleştirilebilir bir bilgidir. Ayrıca bilim adamlarının verilerini topladıkları laboratuar şartlarında doğal çevre yeniden oluşturulmaz yalnızca bir parça değiştirilir bu sebeple hata yoktur demektedirler.
Bundan başka, davranışı önceden tahmin etmeye çalışan bilimsel psikolojinin bu özelliği ve dolayısıyla biliselligi hakkında da şüpheler mevcuttur. Bu şüphelere göre psikoloji davranışı Önceden tam olarak tahmin edemez ve bu sebeple de tam bir bilim değildir. Onlar, psikolojinin davranışı önceden tahmin etmedeki başarısını diğer bilimlerin başarısı ile kıyaslar ve psikolojinin başansıni düşük bulurlar. Buna karşılık, psikolojinin bir bütün olduğunu iddia edenier ise onun başarısının diğer bilimlerinkinden mesela bir meteorolojinin tahminlerinin başarısından daha düşük olmadğıni iddia ederler. Onlara göre, her ikisinin de doğru tahminleri yanlış tahminlerinden daha fazla ve isabetli tahminlerinin başarısı sayıca birbirlerine yakın olmasına rağmen psikologlar suçlanırken meteorologlar suçlanmamaktadır.
Bir bilim olarak psikoloji psişik olaylar arasında fonksiyonel ilişkiler- kurar. Bu ilişkilerin kurulmasında teoriye ihtiyaç olduğunu iddia edenler, bilimselleşme ve radikal davranışçıların felsefeden uzaklaşmak için kullandıklan anti-teori eğilimi sonucu teoriden uzaklaşan psikolojinin bir takım yetersizlikler içine düştüğünü belirtirler. Teori bilimsel olarak ne doğru ne de yanlıştır. Ancak psikolojide teori kullanılmasını savunanlara göre. bilimin metodolojisi temel olarak teorideki iddialara dayanmalıdır. Çünkü teoriler davranış ve mental olaySarîa ilgili tasvir, açıklama ve tahminlerin geliştirilmesine yardımcı olur, psikolojinin araştırma sahasını genişletir.
Oysa bugün psikolojideki teori azlığı bu olanağı ortadan kaldırmakladır. Öte yandan, psikolojinin bilimselliğini eleştirenlerin bir kısmı da onun ferdi inkar ettiğini belirtirler. Psikoloji ferdi değil, psikolojik yasaları konu edindiğinden, ferdin psikolojisi yoktur denmektedir. Ancak her fert diğerleri ile ortak özelliklere sahip olsa da kendine has özellikler de taşımaktadır. Bu eleştiri, bugün kısmen ortadan kaldırılmış ve çağdaş psikoloji davranişlarındaki bireysel farklılıkları göz önüne almaya başlamıştır.
Çağdaş psikoloji dört temel özelliğe sahiptir. O. ampirik, deneysel, davranıştaki bireysel farklılıkları idrak eden ve irrasyonel davranışları doğal biçimde açıklamaya çalışandır. Bu özelliklere sahip psikolojinin bir bilim olarak karşı karşıya kaldığı problemlerden birisi de tüm bilimlerde olduğu gibi uzmanlaşma sonucu bütünlüğün kaybedilmesi tehlikesidir. Algı, şahsiyet, hafıza gibi alt dallara sahip psikolojideki bu yapay bölünümü ortadan kaldırıp bir bütünlüğe sahip olması sağlanmalıdır. Ayrıca, yine yapay bir çaba ile ayrılmaya çalışılsa bile duyusal, duygusal, davranışsal ve bilişsel yönleriyle bir bütün olan insanın bu özelliklerinin birbirinden bağımsız düşünülemeyeceği de göz önüne alınırsa bu bütünlüğün ve birliğin sağlanması kaçınılmaz otamaktadır.
Bundan başka bilimin katı kurallarının psikolojiye uygulanması çabası hem psikolojinin sahasını daraltmakta hem de fakirleşmesine sebep olmaktadır. O halde yapılması gereken şey zihnin yapısı ile ilgili düşünceler ve bilimsel araştırma zeminindeki genel prensipler yoluyla psikolojinin sahasına giren felsefenin onunla işbirliğini arttırması sonucunda ortaya çıkan bu ve benzeri aksaklıkların ortadan kaldırılmasında daha etkin bir rol oynamasını sağlamaktır.
Sonuç olarak, sevsin ya da sevmesin, hoşlansın ya da hoşlanmasın her psikolog, pek çok felsefî düşünceye sahip olmak ve hatta kullanmak; yalnızca bir bilim adamı ya da uygulamacı değil, aynı zamanda amatör bir felsefeci de olmak zorundadır.

Tuesday, October 23, 2012

Sevme Sanatı


(...)Büyük çoğunluk sevme sorununu, sevmek’ten kişinin kendi sevme yetisinden çok, sevilme sorunu olarak görür. Bu yüzden onlar için önemli olan nasıl sevilebilecekleri, nasıl sevimli olabilecekleridir. Bu amaca ulaşmak için çeşitli yollara başvururlar. Özellikle erkeklerin yeğlediği yollardan biri, başarılı olmak, yaşadığı toplum içinde büyük ölçüde güç ve para elde etmektir. Kadınların seçtiği bir yol da, vücuduna, giyimine bakarak alımlı olmaya çalışmaktır. Kadınlarla erkeklerde ortak olan bir başka göze girme yolu, hoş davranışlar edinmek, ilgi çekici bir biçimde konuşabilmek, yardımsever, alçak gönüllü olmak ve kimseyi incitmemektir. İnsanın sevimli olmak için yaptıklarının çoğu başarılı olmak, “dost edinmek ve başkalarını etkilemek” için yaptıkları ile aynıdır. Aslına bakarsak bizim ekinimizdeki birçok insanın sevimli olmaktan anladığı, herkesin hoşuna gitmekle albenisi olmak arasında bir şeydir.
Sevgi konusununda öğrenilebilecek bir şey olmadığı sanısını doğuran ikinci önerme de sevginin bir yeti sorunu değil, bir nesne sorunu sanılmasıdır. İnsanlar sevme’nin kolay olduğunu, asıl güçlüğün sevecek – ya da sevilecek – nesneyi bulmak olduğunu sanırlar. Bu tutumun, çağdaş toplumun gelişme tarihinde yatan birçok nedeni vardır. (...)
(...) Ekinimizde tümüyle satınalma açlığı üzerine, alanın da, verenin de isteyerek girdiği bir alışveriş anlayışı üzerine kurulmuştur. Çağımızın insanı vitrinlere bakmakla, peşin olsun, taksitle olsun alabileceği her şeyi satın almakla mutlu olabilmektedir. Çağımızdaki insanlar öbür insanlara da aynı açıdan bakarlar. Erkek için çekici bir kız – kadın için de çekici bir erkek – peşinden koşulacak ganimetlerdir. “Çekicilik” çoğu zaman, kişilik pazarında çok tutulan, çok aranan özelliklerden yapılmış bir pakettir. Kişiyi çekici yapan şeyler, gerek vücut, gerek kafa bakımından zamanın modasına bağlıdır. (...) Alışveriş üstüne dönen, maddesel değerlerin en üstün değerler olduğu bir ekinde insanlar arası ilişkilerin de mal mülk ve iş pazarında geçerli olan yöntemlere göre yönetilmesine şaşmamak gerekir.

(...)Cinsel kutuplaşma insanı özel bir birleşmeye sürükler. Erkek ve dişi öğelerin kutuplaşması tek tek erkek ve kadında da görülür. Nasıl fizyolojik bakımdan erkekte de, kadında da karşı cinsin hormonları varsa, davranış bilimleri açısından da kadın ve erkek iki cinslidir. İçlerine alma ve nüfuz etme, madde ve ruh özellikleri taşırlar. Erkek – ve kadın da- kendi içinde bütünlüğe, ancak içindeki dişi ve erkek kutupları bağlaştırarak varabilir. Her türlü yaratıcılığın temeli bu kutuplaşmada yatar.
(...) Kadınla erkek arasındaki sevgide kadın da, erkek de yeniden doğar.
(...)Sevgide iki varlığın bir olması, gene de iki ayrı varlık olarak kalabilmeleri ikilemi gerçekleşir.
(...) O denli üstüne düşmesi çocuğunu çok sevdiğinden değil, onu sevememesini gizlemek istemesindendir.
(...) Bu açıdan bakılırsa insanın kattığı anlam dışında yaşamın hiç bir anlamı yoktur; insan başkalarına yardım etmediği sürece yapayalnızdır.
(...)Başka birisine kendime yetemediğim için bağlanıyorsam, karşımdaki kadın ya da erkek benim için bir cankurtaran olabilir belki ama aramızdaki bağ sevgi bağı olamaz. Çelişik gibi görünse de yalnız kalabilme yeteneği sevebilme yeteneğinin tek koşuludur.
Sevgi bir etkinliktir; edilgen bir olay değildir; bir şeyin içinde olmaktır, bir şeye kapılmak değildir. Sevginin etkin özelliği, en genel biçimde şöyle tanımlanabilir; Sevgi vermektir, almak değildir.
(...) Sevgiden vazgeçilemeyeceğine göre, sevgi konusundaki başarısızlığı yenmenin bir tek yolu kalıyor: Önce başarısızlığın nedenlerini incelemek; sonra da sevginin ne olduğunu anlamaya çalışmak.
(...) sevgi, sevdiğimiz şeyin yaşaması, gelişmesi için duyduğumuz etkin ilgidir.
(...) Olgun sevgi, “Seni sevdiğim için sana gereksinmem var” der.
Sevgi yalnız belli bir insana bağlılık değildir; bir tutumdur; kişinin yalnız bir sevgi nesnesine değil, bütünüyle dünyaya bağlılığını gösteren bir kişilik yapısıdır. Kişi yalnız bir tek insanı seviyor, başka her şeye karşı ilgisiz kalıyorsa, sevgisi sevgi değil, birlikte -yaşamaya bağlılık ya da yaygınlaştırılmış bir bencilliktir.
(...) Başka birisine “Seni seviyorum” diyebilirsem, “sende herkesi seviyorum, seninle bütün evreni seviyorum, sende kendimi seviyorum” diyebilmem gerekir.
(...) Birisini sevmek yalnız güçlü bir duyguya kapılmak değildir; bir karardır, bir yargıdır, bir söz vermedir. Sevgi yalnızca duygudan oluşsaydı birbirine ölünceye dek sevmek için söz vermek gerekmezdi. Duygular gelip geçicidir. Eyleme yargı ve karar karışmamışsa o duygunun ölünceye dek süreceğini nasıl bilebiliriz?
Sevgi; iki insanın birbirlerine varlıklarının özünden bağlanması, dolayısıyla herbirinin de kendisini varlığının özünden tanıması durumunda doğabilir ancak. İnsan gerçekliği de, canlılığı da, sevgisinin temeli de işte bu “özden tanıma” yaşantısında yatar. Böyle yaşanan sevgi sürekli bir meydan okumadır; bir dinlenme yeri değil, tersine, birlikte oluşma, büyüme ve çalışmadır; uyum ya da çatışma, neşe ya da üzüntü olup olmaması bile önemsizdir artık; temel gerçek şudur: İki insan birbirlerini varlıklarının özünden tanırlar, kendilerinden kaçmak şöyle dursun, kendilerini buldukları için bir olurlar. Sevginin varolduğuna bir tek kanıt vardır ancak; bağlılığın derinliği, seven kimselerin canlılığı ve güçlülüğü; Budur sevginin bulunduğunu gösteren meyve.
Erich Fromm

Monday, October 22, 2012

Analitik Psikoloji Temel İlke ve Kavramlar


Eşzamanlılık –Jung’un Gerçekliğe Yanıtı
Arketipler
Anne Arketipi
Mana
Gölge
Persona
Anima ve animus
Diğer arketipler
İnsan aklının dinamikleri
Benlik
Eşzamanlılık
 CARL GUSTAV JUNG
Psikanaliz alanındaki çalışmalarıyla bir asra damgasını vuran Freud terapinin amacının bilinçaltını bilinçli hale getirmek söylemişti. Ve bir teorisyen olarak bunu çalışmalarının baş hedefi yaptı. Fakat aynı zamanda bilinçaltını pek de hoş bir şey olarak algılamamamıza yol açtı; burası yanan arzuların , kötü huylar ve cinsel tutkuların derin çukuru, korkulu deneyimlerin gömüldüğü bir yerdi. Bu haliyle bilinç yüzeyine çıkarmak isteyeceğimiz bir şey değildi.
Onun genç çalışma arkadaşlarından Carl Gustav Jung ise içimizdeki bu uzayı araştırmayı hayatının ve çalışmalarının amacı yapacaktı. Jung Freudyen teoriyle güçlenmiş temelinin yanında mitoloji, din ve felsefe alanlarında derin bir bilgiye sahipti. Özellikle Siyonizm, Kimya, Kabala ve Hinduizm ve Budizm’deki benzerleri  gibi karmaşık mistik geleneklerin sembollemeleri konusunda oldukça bilgiliydi.
Jung ayrıca rüyalar ve zaman zaman görüntülerle ileriyi algılama kapasitesine sahipti. 1913 sonbaharında dev bir selin Avrupanın  büyük bir bölümünü içine alarak doğduğu yer olan İsviçre’nin dağlarında durduğu hayalini gördü. Yüzlerce insan sularda boğuluyor ve medeniyet yıkılıyordu. Ardından sular kana dönüşüyordu. Bu görüntüyü daha sonraki haftalarda sonsuz kışın, kandan nehirlerin rüyaları takip etti. Jung bunun bir psikoza dönüştüğünden endişe etmeye başlamıştı.
Aynı yılın Ağustos’unda 1. Dünya Savaşı başladı. Jung bir bağlantı olduğunu hissetti; bir birey olarak kendisi ve genel anlamda insanlık arasında açıklanamayan bir tür bağlantı vardı. Jung o tarihten 1928’e kadar, daha sonraki tüm teorilerinin temelini oluşturacak ve bir bakıma acı veren bir benliğini arama sürecine girecekti.
Jung tüm rüyalarını, fantazilerini, hayallerini dikkatlice kaydetmiş; ayrıca onları çizerek, resmederek ve heykellerini yaparak göz önüne sermiştir. Deneyimlerinin kendilerini kişileştirme eğiliminde olduklarını gören Jung, bu keşfinin sonunda yaşlı bir bilgin ve onun yanındaki küçük bir kızla karşılaşmıştır. Yaşlı bilgin bir dizi rüyadan sonra bir tür ruhsal rehber haline dönüşmüş; küçük kız ise dişi ruh “anima”yı temsil ederek onun biliçaltının derinlikleriyle iletişime geçmesinde temel araç olmuştur.
Jung’un anlatımıyla bilinçaltının kapısında derimsi kahverengi bir cüce bekliyordu. Bu, Jung’un egosunun  ilkel yoldaşı “gölge” idi. Jung rüyasında kendisinin ve cücenin “Siegfried” adını verdiği sarışın güzel bir genç kızı öldürdüğünü gördü. Jung’a göre bu, bir süre sonra tüm Avrupada derin bir üzüntü yaratacak zafer ve kahramanlık düşkünlüğünün tehlikelerine işaret eden bir uyarıydı –aynı zamanda da kendisinin Sigmund Freud’u kahramanlaştırma eğiliminin tehlikeleri hakkında bir uyarı!
Jung ölüler ile ilgili de pek çok rüya gördü; ölüler, ölülerin toprakları ve ölülerin yükselişi hakkında. Bunlar tamamıyla  bilinçaltını temsil ediyordu –Bu Freud’un üstünde fazlaca durduğu nispeten “küçük” kişisel bilinçaltı değil, tüm insanlığın kollektif bilinçaltıydı ve tüm ölüleri, kişisel hayaletlerimiz de dahil, kapsayabilirdi. Eğer mitolojiyi, geçmişi yeniden anımsayabilirsek, bu hayaletleri de anlayabilecek, ölülerden huzursuz olmayacak ve zihinsel hastalıklarımızı iyileştirebilecektik.
Jung’u eleştirenler basitçe Jung’un kendisinin de tüm bunlar olurken hasta olduğunu iddia etmişlerdir. Fakat Jung’a göre ormanı anlamak istiyorsanız, yalnızca kıyıda bir ileri bir geri gezinmekle yetinemezsiniz. Ona yaklaşmalı ve içine girmelisiniz, ne kadar tuhaf ve ürkütücü görünürse görünsün…

Eşzamanlılık –Jung’un Gerçekliğe Yanıtı

Bilim Çağının prensi olarak bilinen ünlü düşünür Carl Gustav Jung, çalışmalarıyla entellektüel dünyanın devi haline gelmiştir. Jung, analitik psikanalizin kurucusu olarak kabul edilmektedir. Freud’un yakın bir çalışma arkadaşı olan Jung 1914’te ondan bağımsız olarak kendi analitik psikoloji ekolünü oluşturmuştur. Jung’un kurum testleri, ESP, öngörü, nedensel astrolojik kesişimlerin bağladığı “anlamlı rastlantılar” üzerindeki çalışmalarından elde ettiği bilgiden aldığı ilham, ümit verici ama tamamlanmamış istatistiki verilerden güç alan ipuçlarıyla birleşince bu, bir kollektif bilinçaltı teorisinin gelişmesini sağlamakla kalmamış aynı zamanda kültürel araştırmalar, özellikle mitoloji ve din üzerine yapılan çalışmalar üzerinde önemli etkiler doğurmuştur.
Jung her ne kadar bilimselliğin gücüne inanıyor ve gerçeği bulma yolunda uygulamacı methodları herkes kadar kullanıyorduysa da, bilimsel anlayışın doğal ve sosyal dünyaların insan-dışılaştırılmasına yol açtığını söylemiştir. “Doğal fenomenleri daha önceden olduğu gibi bilinçsizce kabulleniş kayboldu”. Sorunun temeli ontolojik iddiaların standart karmaşık kümesinde yatar. Jung, ısrarla zihnin öğelerinin en az dış dünyada gördüklerimiz kadar gerçek olduğunu vurgulamıştır; kastettiği şey açıkça ortadadır ve kimse reddedemez. 
1951’de İsviçre’deki Eranos Konferansında verdiği bir derste, Jung klasik eşzamanlılık olarak gördüğü olaylara örnekler vermiş ve bunları zihinsel olayların hem rüyalarda hem de uyanıklık halinde kollektif bilinçaltını sembolik ve fiziksel varlık eş düzlemlerinde etkilemekle kalmayıp ondan etkilendiklerine ve çoğu zaman zaman, uzay ve istatistiki olasılık kavramlarını aştıklarına bir kanıt olarak göstermiştir.

TEORİ

Jung’un teorisi, insan zihnini 3 bölüme ayırır. Bunlardan ilki Jung’un bilinçli akıl olarak tanımladığı ego’dur. Bununla yakından bağlantılı ikinci bölüm ise kişisel bilinçaltıdır ve o an için bilinç düzeyinde olmayan ama bilinç düzeyine çıkabilecek herşeyi içerir. Kişisel bilinçaltı pek çok kişinin algıladığı bilinçaltı şekline benzer; akla kolayca getirilebilecek olan anıları ve bastırılmış olan diğerlerini kapsar. Ama içgüdüler, Freud teorisinin aksine, bunun dışındadır.
Jung’un insan zihni hakkındaki teorisine eklediği üçüncü bölüm aynı zamanda teorisini diğerlerinden çarpıcı bir biçimde ayırır; kollektif bilinçaltı. Bunu ruhsal kalıtım olarak da adlandırabiliriz. Burası bir tür olarak edindiğimiz tüm deneyimlerin depolandığı yerdir; hepimiz bu bilgiyle doğarız. Yine de hiçbir zaman doğrudan bunun bilincinde olamayız. Burası tüm deneyimlerimizi ve davranışlarımızı etkiler, en çok da duygusal olanları. Fakat biz bunu ancak dolaylı olarak, etkilerini görerek anlayabiliriz.
Kollektif bilinçaltının etkilerini diğerlerinden çok daha açık bir şekilde gösteren bazı deneyimler vardır: İlk görüşte aşk, deja vu (o anı daha önce yaşamışsınız hissi) ve birtakım sembolleri ve bazı mitlerin anlamını hemen farketme gibi deneyimlerin tümü dış gerçekliğimizin kollektif bilinçaltıyla ani kesişimi olarak düşünülebilir. Daha geniş anlamda düşündüğümüzde, tüm dünyadaki ve tüm zamanlardaki sanatçı ve müzisyenlerin paylaştığı yaratıcı deneyimler, tüm dinlerdeki mistiklerin ruhsal deneyimleri ya da rüyalardaki, fantazilerdeki, mitolojilerdeki, peri masallarındaki ve edebiyattaki parallellikler kollektif bilinçaltına birer örnektir.
Buna güzel ve son zamanlarda oldukça tartışılan bir örnek de ölüme yaklaşma deneyimleridir. Ölüme oldukça yaklaştıktan sonra hayata döndürülen pek çok farklı kültürel altyapıya sahip bir çok insan birbirine oldukça benzeyen deneyimlerden söz etmiştir; bedenlerini terk ettiklerinden, bedenlerini ve onları çevreleyen olayları net olarak gördüklerinden, ucunda parlak bir ışık olan uzun bir tünele itildiklerinden ve kaybettikleri yakınlarının ya da dinsel figürlerin onları beklediğinden ve bu mutlu anı yaşarken bedenlerine geri dönmekten duydukları düş kırıklığından bahsetmişlerdir. -Belki de hepimiz ölümü bu biçimde deneyimlemek üzere yapıldık-
Arketipler
Kollektif bilinçaltını oluşturan öğelere arketipler –modeller- adı verilir. Jung onları dominantlar, mitolojik ya da ilkel figürler olarak da adlandırmıştır. Bir arketip, bir şeyi belirli bir yolla deneyimlemeye yönelik öğretilmemiş bir eğilimdir.  Arketipin kendine has bir biçimi yoktur, ama gördüğümüz ya da yaptığımız şeyler üzerinde “düzenleyici bir ilke” rolünü üstlenir. İşleyişi Freud’un teorisindeki içgüdülerin işleyişiyle aynıdır: Bir bebek başlangıçta sadece yiyecek bir şeyler ister, istediğinin ne olduğunu bilmez. Yine de içinde belli şeylerle tatmin edilip bazılarıyla edilemeyecek belli belirsiz bir arzu vardır. Büyüyen çocuk ise tecrübeyle birlikte açken çok daha belirgin bir şey istemeye başlar; bir şişe, bir kurabiye, ya da mantarlı pizza gibi..
Bir arketip uzaydaki bir kara deliğe benzer; orada olduğunu yalnızca içine çektiği madde ve ışık sayesinde anlayabilirsiniz.
Anne Arketipi
Atalarımızın hepsininin anneleri vardı. İçinde ya bir anne ya da anne yerine geçen bir figürün yer aldığı bir ortamda yetiştik. Güçsüz bebeklerken bizi besleyen kişi ile bağımız olmaksızın yaşayamazdık. Bu da bizim bu evrimsel ortamı yansıtacak şekilde “tasarlandığımız” sonucunu doğuruyor: bir anne istemeye, onu aramaya, tanımaya, onunla ilgilenmeye hazır olarak dünyaya geldik.
Bu yüzden anne arketipi belli bir tür ilişkiyi, “annelik” ilişkisini tanımamızı sağlayan doğuştan gelen bir yeteneğimiz. Jung , bu konunun biraz soyut olduğunu ve bu arketipi dünyada, belirli bir kişi üzerinde –çoğunlukla kendi annelerimiz- yansıtma eğiliminde olduğumuzu söyler. Çevrede bu arketipi yansıtacak belli bir kişi bulunmadığında bile, bu arketipi kişiselleştirerek bir mitolojik “roman” karakteri haline dönüştürmeye çalışırız. Bu karakter, arketipi sembolize etmektedir.
Anne arketipi ilkel ana ya da mitolojideki toprak ana ile sembolize edilir; batı inanışlarında Havva ve Meryemle, ve kilise, ulus, veya bir orman ya da okyanus gibi daha kişisel sembollerle. Jung’a göre, zihnindeki anne arketipinin ihtiyaçları gerçek annesi tarafından karşılanamayan bir kişi ileriki yaşamında kilisede huzur aramaya veya kendini anavatanıyla özdeşleştirmeye, Meryem ana figürünü imgelemeye ya da denizde yaşamı seçmeye eğilim duyacaktır.
Mana
Öncelikle şu anlaşılmalıdır ki, bu arketipler, Freud’un içgüdüleri gibi biyolojik değillerdir. Daha çok ruhsal isteklerdir. Örneğin, eğer rüyanızda uzun cisimler gördüyseniz, Freud bunların phallus’u ve nihayetinde seksi sembolize ettiği yorumunu yapabilir. Fakat Jung’un çok daha farklı bir bakış açısı vardır. Ona göre açıkça  bir penis gördüğümüz rüyalar bile doyurulmamış bir seks ihtiyacından daha farklı şeylere işaret ediyor olabilir.
İlkel topluluklardaki phallic sembolerin doğrudan seksle ilgili olup olmadıkları şüphelidir. Bunlar genellikle mana’yı, yani ruhsal gücü sembolize ederler. Bu semboller özel zamanlarda canlandırılarak toprağı bereketlendirmek, mahsulleri ya da balıkları artırmak veya birini iyileştirmek için çağrılmaktadırlar. Penis ve güç, semen ve tohum, gübre ve bereket arasındaki bağlantı bir çok kültür tarafından anlaşılmıştır.
Gölge
Seks ve yaşam içgüdüleri Jung’un sisteminde de genel olarak temsil edilmektedir. Onlar Jung’un gölge adını verdiği arketipin bir parçasıdır. İhtiyaçlarımızın hayatta kalma ve üreme içgüdüleriyle sınırlı olduğu, kendimizin bilincinde olmadığımız  ilkel insandan, “hayvan” geçmişimizden gelen bir parça.
Gölge, egonun karanlık yüzüdür; potansiyel kötülüğümüz genelde burada saklanmaktadır. Gerçekte gölgenin bir etiği yoktur; iyi ya da kötü değildir, tıpkı hayvanlardaki gibi. Bir hayvan yavrularını şefkatle sevme ve avlarını yiyecek için vahşice öldürme yeteneklerine sahiptir. Ama ikisini de yapmayı seçmez. Ne isterse onu yapar. O “masumdur.” Fakat bizim insani bakış açımızdan, hayvanların dünyası vahşi ve acımasız görünür, bu yüzden de gölge, kişiliğimizin itiraf edemediğimiz yanlarının saklandığı bir çöp kutusu haline gelir.
Gölgenin sembolleri, yılan, ejderha, canavarlar ve şeytanlardır. Gölge çoğu zaman bir mağaranın ya da su dolu bir havuzun; kollektif bilincin girişinde bizi bekler. Bir daha rüyanızda şeytanla mücadele ettiğinizi gördüğünüzde fark edeceksinizdir ki mücadele ettiğiniz yalnızca kendinizdir.
Persona
Persona sosyal görüntümüzü temsil eder. Persona sözcüğü person –kişi ve personality –kişilik sözcükleriyle bağlantılıdır ve Latincede maske anlamına gelen mask sözcüğünden gelmektedir. Persona kendinizi dış dünyaya göstermeden önce taktığınız maskedir. Her ne kadar bir arketip gibi başlasa da, onun farkına vardıktan sonra kollektif bilinçaltından en uzak olan yanımız olduğunu görürüz.
Bu en iyi haliyle, toplumun bizden istediği rolleri yerine getirirken hepimizin vermek istediği “iyi imaj”dır. Fakat bu aynı zamanda insanların düşüncelerini ve davranışlarını yönlendirmek için kullandığımız “yanlış imaj” da olabilir. En kötüsü de bunu asıl doğamız zannedebilmemizdir. Bazen nasıl görünmek istiyorsak öyle olduğumuza inanırız.
Anima ve animus
Hayatta oynamak zorunda olduğumuz dişi ya da erkil rol kişiliğimizin –persona’nın bir parçasını oluşturur. Pek çok insan için bu rol fiziksel cinsiyetleriyle belirlenmektedir. Fakat Jung da Freud, Adler ve diğerleri gibi, biseksüel bir doğaya sahip olduğumuzu hissetmiştir. Yaşamımıza bir fetus olarak başladığımızda, farklılaşmamış cinsel organlara sahiptik; bunlar ancak zamanla ve çeşitli hormonların etkisiyle dişi ya da erkek halini almıştır. Aynı şekilde bir bebek olarak sosyal yaşamımıza başladığımızda, sosyal açıdan ne erkek ne de dişiydik. Fakat neredeyse eşzamanlı olarak  -pembe ve mavi kurdelalar gibi şeylerle – bizi yavaş yavaş erkeğe ya da kadına dönüştüren toplumun etkisine girmişizdir.
Tüm toplumlarda erkek ve kadın rollerinden beklentiler farklıdır; bu genellikle üremedeki farklı rollerimizi temel alır, fakat çoğu zaman tamamen geleneksel bir çok detayı da içerir. Günümüz toplumunda, hala bu geleneksel beklentilerin izlerini taşırız. Kadınların hala daha şefkatli ve daha az agresif olmaları, erkeklerin ise hala güçlü ve duygusal açıdan dayanıklı olmaları beklenir. Jung’a göre bu beklentiler bizim potansiyelimizin ancak yarısını geliştirebildiğimizi gösterir.
Anima, erkeklerin kollektif bilinçaltındaki dişi yanı, animus ise kadınların kollektif bilinçaltındaki erkil yanı temsil etmektedir. İkisi birlikte “syzygy” olarak adlandırılır. Anima anlık ve sezgisel davranan genç bir kız, ya da bir cadı veya toprak ana olarak kişileştirilebilir. Genellikle derin duygusallık ve hayatın gücüyle bağdaştırılır. Animus yaşlı, bilge bir adam, bir sihirbaz, ya da çoğu zaman birden çok erkek olarak kişileştirilebilir ve bu figür genelde mantıklı, gerçekçi ve hatta tartışmacıdır.
Anima ya da animus genel anlamda kollektif bilinçaltıyla iletişim kurmamızı sağlayan arketiptir. Aynı zamanda aşk yaşamımızın büyük bir bölümünden de sorumludur. Biz, bir  antik Yunan efsanesinde söylenildiği gibi, karşı cinste diğer yarımızı, Tanrıların bizden aldığı diğer yarıyı, ararız. İlk görüşte aşık olduğumuzda bu, zihnimizdeki anima ya da animus arketipine oldukça uyan biriyle karşılaştık demektir.
Diğer arketipler
Jung, arketiplerin basitçe listeleyip ezberleyebileceğimiz belli gruplara ayrılmadığını ve sabit bir sayılarının olmadığını söylemiştir. Bunlar içiçedir ve gerektiğinde birbirleri içinde kolaylıkla eriyebilirler ve mantıkları geleneksel türde değildir. Yine de Jung diğer belirgin arketiplere şu örnekleri vermiştir:
Annenin yanında başka aile arketipleri de vardır. Baba, genellikle bir rehber ya da bir otorite figürü olarak sembolize edilir. Ayrıca, aile arketipi de vardır. Bu, kan bağını ve bilinçli nedenlerden daha derinlere inen bağları temsil etmektedir.
Ve çocuk; mitoloji ve sanatta çocuklarla, özellikle bebekler ve diğer küçük yaratıklarla temsil edilmiştir. Çocuk, geleceği, oluşu, yeniden doğuşu ve kurtuluşu sembolize eder. Batılılar kış dönümündeki Noelde İsanın doğuşunu kutlarken, bu dönem, güneşin kendilerine yeniden dönüşünü kutlayan kuzeydeki ilkel kültürler için de geleceği ve yeniden doğuşu temsil eder. Çocuk arketipi çoğu zaman diğer arketiplerle karışarak çocuk-tanrıya ya da çocuk- kahramana dönüşür
Çoğu arketip öykü karakteridir. Kahraman bunların başlıcalarındandır. O mana –güç  kişiliğidir ve kötü ejderhaları yenen kişidir. O, temelde –bizim öykünün kahramanı olarak sembolleştirdiğimiz- egoyu simgeler ve zamanının çoğunda ejederhalar ve canavarlar kılığına bürünen gölgelerle savaşır. Ne yazık ki kahraman, bir pozisyon olarak seçilebilmek için fazlaca saftır. Sonuçta o, kollektif bilince giden yollara dikkat vermez.
Kahraman, sık sık bakireyi kurtarmak için yola çıkar. O, saflığı, masumiyeti ve tecrübesizliği temsil etmektedir. Kahramana yolunda yaşlı, bilge adam rehberlik eder. O animusun bir biçimidir ve kahramana kollektif bilincin doğasını gösterir. Karanlık baba arketipi ise gölgeyi, gücün karanlık yüzünün hakimini simgeler. Ayrıca bir hayvan arketipi de vardır; insanlığın hayvan dünyasıyla ilişkilerini temsil etmektedir. Kahramanın sadık atı buna bir örnek olabilir, yılanlar da çoğu zaman hayvan arketipinin sembolü olmuşlardır ve oldukça zeki oldukları düşünülür. Sonuçta hayvanlar doğalarına bizden çok daha yakınlardır.
Hakkında konuşulması daha güç bazı arketipler de vardır. İlk adam bunlardan biridir ve batı dininde Adem’le sembolize edilir. Bir diğeri Tanrı arketipidir; evreni anlamaya, olanlara bir anlam vermeye, herşeyi bir amacı ve bir yönü varmış gibi görmeye olan ihtiyacımızı gösterir.
Hermafrodit, hem dişi hem erkek, karşıtlıkların birleşimini temsil eder. Tüm arketiplerin en önemlisi ise benliktir. Benlik kişiliğin nihayi birliğidir ve çember, haç ve Jung’un da pek çok kez resimlediği mandala figürleriyle sembollenmiştir. Mandala, meditasyonda, dikkati merkezde yoğunlaştırmak için kullanılan bir çizimdir; bu bir geometrik figür gibi olabileceği gibi renkli camdan bir pencere de olabilir. Benliği en iyi temsil eden kişiliklendirmeler mükemmelliğe ulaştıklarına inanılan İsa ve Buda gibi figürler olmasına rağmen, Jung mükemmelliğe gerçek anlamda ancak ölüm anında ulaşılabileceğini düşünmektedir.

İnsan aklının dinamikleri

Zihnin bileşenlerinden onların işleme ilkelerine gelelim. Jung, bize 3 temel ilke sunmuştur. Bunlardan ilki Karşıtlıklar İlkesi’dir. Her istek hemen bir karşıtına da işaret eder. Örneğin, eğer içimde iyi bir düşünce varsa, derinlerde başka bir yerde karşıt bir kötü düşünce bulunmaktadır. Aslında temel nokta şudur: İyilik anlayışına sahip olabilmem için, bir kötülük anlayışım da olması gerekir, tıpkı yükselişlerin düşüşler olmadan, siyahın beyaz olmadan varolamayacağı gibi.
Jung’a göre, zihnin gücünü (ya da libidosunu) yaratan karşıtlıklardır. Bu bir pilin artı ve eksi uçlarına ya da bir atomun bölünüşüne benzer. Enerjiyi yaratan zıtlıklardır; güçlü bir zıtlık güçlü enerji, zayıf bir zıtlık zayıf enerji ortaya çıkarır.
İkinci ilke, Eşitlik İlkesidir. Zıtlıktan doğan enerji her iki tarafa da eşit bir şekilde dağıtılır. Buna örnek olarak 10-11 yaşlarında başımdan geçen bir olayı anlatayım. O yıllarda zaman zaman yaralanmış, kötü durumdaki orman hayvanlarını iyileştirmeye çalışıyordum. Fakat korkarım bunu yaparken sık sık onlara daha çok zarar vermiştim. Bir keresinde yavru bir kuşu iyileştirmeye çalışıyordum. Fakat onu kaldırırken bir an onu elimle ne kadar kolayca ezebileceğim düşüncesi aklımdan geçti ve sarsıldım. Bu düşünceden hiç hoşlanmamıştım, ama düşünce yadsınamaz biçimde oradaydı. Yani o yavru kuşu elime aldığımda, ona yardım etmeye yönelik bir enerjim vardı, ama aynı zamanda içimde onu ezmek için de eşit miktarda bir enerji vardı. Ben kuşa yardım etmeye çalıştım ve enerji birtakım davranışlara dönüşerek yardım eylemini oluşturdu. Peki ya diğer enerji? Ona ne oldu?
Bu, gerçekleştirmediğiniz isteğe karşı tutumunuza bağlıdır. Eğer bu isteği kabullenir, onunla yüzleşir ve bunun bilincinde davranırsanız, bu enerji zihninizin genel anlamda gelişmesini sağlar; diğer bir deyişle büyürsünüz. Ama bunun yerine, bu kötü isteği hiç bir zaman duymamış gibi davranırsanız, onu inkar eder ve bastırırsanız, enerji bir “kompleks” in oluşumunda kullanılacaktır. Kompleks, bir konu etrafında kümelenen bastırılmış düşünceler ve duygular paternidir. Eğer bir an için de olsa kuşu ezme fikrinin aklınızdan geçtiğini inkar ederseniz, bu düşünceyi gölgenin (karanlık yanınızın) önerdiği bir biçime sokabilirsiniz. Eğer biri duygusal yanını inkar ediyorsa, duygusallığı anima –dişi yan- arketipi içinde kendine bir yer bulabilir.
Sorun işte buradadır: Eğer tüm yaşamınız boyunca yalnızca iyiymişsiniz gibi davranırsanız –sanki yalan söylemeye, aldatmaya, çalmaya ve öldürmeye kapasiteniz yetmiyormuş gibi -, her iyilik yapışınızda diğer yanınız gölgenin etrafında bir kompleks içine girer. Bu kompleks kendine göre bir yaşam yaratmaya başlayacak ve sizi ele geçirecektir. Bir anda kendinizi küçük yavru kuşların üzerinde zıpladığınız karabasanlar görürken bulabilirsiniz.  Eğer uzun sürerse, kompleks sizi yenebilmekte ve size sahip olabilmektedir; bu çift kişilik gelişimine kadar varabilir.
Son ilke, Entropi İlkesidir. Bu, karşıtlıkların bir araya gelme eğilimidir, böylece enerji azalabilir. Jung bu fikri fizikten almıştır; entropi tüm fiziksel sistemlerin bir sona doğru işlemeye olan eğilimine verilen addır, Böylece tüm enerji düzgün biçimde dağılabilecektir. Örneğin odanın bir köşesinde bir ısıtıcınız varsa, sonunda tüm oda ısınacaktır.
İnsanlar gençken karşıtlıklar uç noktadadır, bu yüzden oldukça çok enerjiye sahibizdir. Yaşlandıkça, pek çoğumuz farklı yönlerimizle daha iyi başa çıkarız. Daha az saf idealistizdir, ve hepimizin iyi ve kötünün bir karışımı olduğumuzu fark ederiz. Karşı cins bize daha az tehlikeli görünür ve giderek androjenleşiriz. Yaşlılıkta kadın ve erkek fiziksel olarak bile daha çok birbirine benzer. Karşıtlıklarımızın üzerinde düşünebilme ve benliğimizin her iki yanını da görme sürecine, “geçiş” -transcendence- adı verilir.
Benlik
Jung’a göre, yaşamın amacı benliği tanımaktır. Benlik, tüm karşıtlıkların ötesine geçişi ve kişiliğinizin her yönünün eşit olarak sergilenmesini temsil eder. Artık ne kadın veya erkek ne ego veya gölge, ne iyi veya kötü ne bilinçli veya bilinçsizsinizdir, tüm bunları birlikte yaşarsınız. Hem bir birey, hem de yaratılışın bütünlüğüsünüzdür, ve ikisi de değil.
Bunu zihniniz için yeni bir merkez, daha dengeli bir pozisyon olarak düşünebilirsiniz. Gençken, egoya yoğunlaşır ve kişiliğin önemsiz detayları hakkında hayıflanırız. İleriki yaşlarda ise, biraz daha derine odaklanır ve herkese, tüm hayata, hatta evrene daha fazla yakınlaşırız. Benliğini tanıyan bir kişi daha az bencil olacaktır.
Eşzamanlılık
Kişilik teorisyenleri uzun yıllar psikolojik süreçlerin mekanizma şeklinde mi yoksa teleoloji yoluyla mı işlediğini tartışmışlardır. Mekanizma düşüncesine göre, süreçler neden-sonuç ilişkisiyle işler. Birşey bir diğerine yolaçar ve diğeri başkasını doğurur, ve bu böyle gider, böylece şu anı geçmiş belirlemiş olur. Teoloji düşüncesinde ise gelecekteki bir durum hakkındaki fikirlerimizle yönlendiriliriz, amaçlar, anlamlar, değerler gibi şeylerle. Mekanizma determinizm ve doğa bilimleriyle ilişkilidir. Teoloji ise özgür irade ile bağlantılıdır.
Psikoloji tarihinde, Freudyenler ve davranış bilimciler daha çok mekanizmacı olarak, neo-Freudyenler, hümanistler ve varoluşçular ise teleolojist olarak görülür. Jung, bunların her ikisinin de rolü olduğuna inanır ve ayrıca üçüncü bir altenatif daha ekler; eşzamanlılık.
Eşzamanlılık birbirine neden-sonuç ilişkisiyle ya da teleolojik olarak bağlı olmayan, yine de aralarında anlamlı bir bağ olan iki olayın gerçekleşmesini anlatır. Jung, birbiriyle ilgisiz gibi görünen olayların aslında bilmediğimiz bir bütünün parçaları olduğu için eşzamanlı meydana geldiğini söylemiş ve haberci rüyaları buna örnek göstermiştir.  İnsanlar zaman zaman rüyalarında birşeyler görürler, örneğin sevdikleri biriyle ilgili bir olayı ve ertesi gün gördüklerinin gerçekleşmiş olduğunu görürler. Bazen bir arkadaşımızı aramak için telefonu kaldırırız ve arkadaşımızın zaten hatta olduğunu görürüz. Çoğu psikolog bunları rastlantı olarak adlandıracak ya da gerçekleşme ihtimallerinin düşündüğümüzden çok daha fazla olduğunu göstermeye çalışacaktır. Jung ise bunların, bizim insanlarla ve genel anlamda doğayla kollektif bilinç yoluyla nasıl bağlandığımızı gösteren işaretler olduğunu söyler.
Jung kendi dini inançları hakkında pek ipucu vermemiştir. Yine de eşzamanlılıkla ilgili bu olağandışı düşünce Hintlilerin gerçekliğe bakış açısıyla kolaylıkla açıklanabilmektedir. Hint düşüncesine göre, kişisel egolarımız okyanustaki birer ada gibidir: Oradan kendi dünyamıza ve birbirimize bakarız ve birbirimizden ayrı varlıklar olduğumuzu düşünürüz. Göremediğimiz şey ise, birbirimize suların dibindeki okyanus katı ile bağlı olduğumuz gerçeğidir.
Hint inanışlarında dış dünyaya maya –ilüzyon- adı verilir ve Tanrının rüyası ya da Tanrının dansı olarak düşünülür. Onu yaratan Tanrıdır, fakat kendi başına bir gerçekliği yoktur. Kişisel egolarımız jivatman, yani kişisel ruhlarımız olarak tanımlanır. Fakat onlar da ilüzyonun bir parçasıdır. Gerçekte tek ve bir olan Tanrı Atman’ın birer uzantısıyızdır; o kimliğini unutarak tamamen ayrı ve bağımsız olmuş, biz olmuştur. Fakat hiçbir zaman tamamıyla ayrı değilizdir. Öldüğümüzde uyanır ve başlangıçta kim olduğumuzu fark ederiz: tanrı.
Hayal kurduğumuzda ya da meditasyon yaptığımızda kişisel bilincimizin derinliklerine iner, gerçek benliğimize, kollektif bilince gittikçe daha çok yakınlaşırız. Bu ruh hali içindeyken, diğer egolarla –diğerleriyle iletişime de özellikle açığızdır.  Eşzamanlılık Jung’un teorisini nadir teorilerden biri haline getirmiştir; eşzamanlılık sadece parapsikolojik fenomenlerin üstünde değildir, aynı zamanda onları açıklamaya çalışmaktadır.
Kaynak: Dr. C. George Boeree


Sigmund Freud: “Yaratıcı yazar, bir çocuğun oyun oynarken yaptığını yapar”

Sigmund Freud, zamanının önemli bir bölümünü rüyanın psikolojisini keşfetmeye ayırmıştı, ancak 1908′de, fantaziyle yaratıcılığın kesiştiği noktaya odaklanan Freud,  “Yaratıcı Yazarlık ve Hayal Kurma” isimli bir makale yazdı.

Onun teorileri bazı çelişkiler barındırsa da, psikolojinin modern anlayışı içinde önemli bir yer tutmaya devam ediyor.
Tahmin edileceği gibi, Freud önce öznelerinin çocukluklarındaki izlerini araştırarak işe başladı ve yaratıcı yazarlıkta duygusal yatırımın önemini vurguladı:
“Çocukluk dönemindeki hayal kurma eyleminin ilk izlerine bakmamız gerekmez mi? Çocuğun en sevdiği ve en dikkatli yaptığı iş oyun oynamaktır. Bizler her çocuğun oyun oynarken yaratıcı bir yazar gibi davrandığını, kendi dünyasını yarattığını, dolayısıyla da kendisini mutlu eden şeyleri yeniden düzenlediğini söyleyemez miyiz?
Bir çocuğun kendi kurduğu dünyayı ciddiye almadığını düşünmek yanlış olur. Bunun aksine, her çocuk kendi oynadığı oyunu ciddiye alır ve işin içine duygularını da katar. Oyunun zıddı ciddi olan değil, gerçek olandır.
Her çocuk, oyun dünyasına kattığı duygularını gerçeklikten iyi bir şekilde ayırır ve hayal ettiği nesneler ve olaylar ile gerçek dünyanın somut ve görülebilir şeyleri arasında bağlantı kurmayı sever. İşte bu bağlantılar çocuk oyununu fantaziden ayırır.
Yaratıcı yazar da, bir çocuğun oyun oynarken yaptığını yapar.  Ciddiye aldığı bir fantazi dünyası yaratır ve onu gerçeklikten keskin bir şekilde ayırarak duygularını katar.”
Freud daha sonra, Henry Miller’ın ondan 30 yıl sonra yaptığı ünlü yaratıcılık rutinindeki gibi yaratıcı sürecin zaman çizelgesine odaklanır:
“Fantazinin zamanla ilişkisi çok önemlidir. Fantazinin bizim algılayış gücümüzün belirlediği 3 zaman dilimi arasında dolaştığını söyleyebiliriz. Zihin, ait olduğu öznenin temel arzularını harekete geçiren bazı güncel izlenimlerle, durumlarla ilişki içindedir. Öznenin temel arzularını harekete geçiren bir durum oluştuğunda zihin, bellekte yer alan bu arzunun tatmin edildiği daha önceki tecrübelere geri döner ve o anki arzuyu tatmin edecek gelecekle alakalı bir durum yaratır.
Zihnin yarattığı şey kaynağını, uyaran durumdan ve bellekten alan bir hayal ya da fantazidir.
Böylece geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek; içlerinden geçen arzu sayesinde bir arada yer alır.”
Freud, yaratıcı yazarlıkla oyunun paralelliğini sentezler:
“Hayal kurma gibi bir parça yaratıcı yazarlık, çocuklukta oynanan oyunun devamıdır ve onun yerini alır. ”
Freud bizim hayallerimizin gizli doğasını araştırmaya devam eder ve hayallerimizi başkalarıyla paylaşmamızı engelleyen bir utangaçlığın olduğunu iddia eder.  Ayrıca Freud yaratıcı yazarın fantezilerini açıklarken alınan zevki nasıl aştığını da açıklar:
“Yazarın bunu nasıl başardığı onun en kutsal sırrıdır;  temel sanat poetikası, her bir egosuyla diğerleri arasında yükselen engeller ile bağlantı kuran bizlerin iğrenme hissini aşma tekniğini bulmamıza bağlıdır. Bu teknikle kullanılabilecek metotlardan ikisini tahmin edebiliriz.
Yazar, kendi egoistik hayallerinin karakterini değiştirerek ya da gizleyerek yumuşatır ve bizi fantazilerinin sunumuyla zevkin tamamen usule uygun halini -bu estetiktir- göstererek ayartır.  Biz daha derinlerdeki ruhsal kaynaklardan elde edilen daha büyük hazları olanaklı kılan bu duruma teşvik payı ya da ön haz ismini veririz.
Bence, yaratıcı bir yazarın bize sunduğu tüm estetik hazlar bu tür bir ön hazın özelliğidir ve bizim yaratıcı bir çalışmadaki gerçek beğenimiz zihnimizdeki gerilimlerin özgürleşmesiyle ortaya çıkar. Hatta bu etkinin az olmaması yazarın bize kendimizi suçlamadan ya da utanma hissetmeden kendi hayallerimizi beğenme imkanı vermesinden kaynaklanır denilebilir.

Hasan Saraç, Sigmund Freud’un yaşamı ve yapıtları üzerine yazdı


Sigmund Freud: Psikoloji biliminin kurucusu, kokainman bir dahi…
“Bizler üç farklı yönden acı çekme tehdidi altındayız; çürümeye ve yok olmaya mahkûm bedenimizden; acımasız ve yıkıcı güçleriyle dış dünyadan; ve son olarak da diğer insanlarla olan ilişkilerimizden. Bu sonuncu kaynaktan gelen acı, muhtemelen diğerlerinden çok daha ıstıraplıdır.”
6 Mayıs 1856 günü, şimdiki Çek Cumhuriyeti’nin, o yıllarda ise Avusturya – Macaristan İmparatorluğu’nun sınırları içinde yer alan Freiberg adındaki küçük kentin iki katlı bir evinde bir erkek çocuğu dünyaya gelir. Kırk bir yaşındaki yün tüccarı Jacob Freud ve yirmi bir yaşındaki ikinci karısı Amalia ilk çocuklarına Sigismund Schlomo adını koyarlar.
“İnsanlar düşündüklerinden daha ahlaklı ve hayal edebileceklerinden daha ahlaksızdır.”
İşleri ters giden Jacob, ailesini yanına alıp Viyana’ya taşındığında Sigismund henüz beş yaşındadır. Okuldaki derslerinde çok başarılı bir öğrenci, annesinin sevgili oğlu olan Sigismund liseyi birincilikle bitirdikten sonra on yedi yaşında Viyana Üniversitesi Tıp Fakültesinde yüksek öğrenim görmeye başlar.
Anadili Almanca olan Sigismund, Yahudi bir aileden gelmesi nedeniyle İbranice, okulda öğrendiği için Latince, Shakespeare okumayı sevdiği için İngilizce, lisan öğrenmeye meraklı ve yatkın olduğu için de Fransızca, İtalyanca ve İspanyolca bilmektedir.
“Hiç kimse inançlı olmaya zorlanamadığı gibi, hiç kimse de inançsızlığa zorlanamaz.”
Dinlere karşı özel bir yakınlığı olmayan genç Yahudi, yirmi iki yaşında geldiğinde adını Sigmund olarak değiştirecek, nöroloji ve psikoloji ihtisası yapmaya başlayacaktır. Sigmund 1885 yılında Paris’e gider ve orada ruh hastası olarak tanımlanan kişileri hipnozla tedavi etmenin inceliklerini öğrenir. Bir yıl sonra geri geldiğinde hastanedeki görevinden ayrılıp özel hastaları ile ilgilenmeye başlar. Aynı günlerde iki yıllık nişanlısı ve daha sonra kendisine altı çocuk armağan edecek olan hayat arkadaşı Martha Bernays ile evlenir.
Genç psikolog, insan üzerindeki etkilerini araştırması için bir ilaç firmasının gönderdiği yabancı bir maddeyi, yani kokaini, bizzat kendisi denemeye, ardından sürekli kullanmaya, hatta hastalarına kullandırmaya başlar. Bir yandan da sürekli Churchill tarzı büyük purolar içmeye başlayan Freud o yıllarda yazdığı ilginç makalelerle bilimsel çevrelerin dikkatini çekmeyi başarmıştır. İlk önemli eseri Die Traumdeutung – Düşlerin Yorumu 1899 yılında yayınlanır. İlk beş yılında yalnızca üç yüz adet satabilen bu çalışma daha sonraları alanında bir klasik olarak kabul görecektir.
“En derin anlam taşıyan rüyalar, çoğu kez en çılgın görünenlerdir.”
Freud’a göre rüyalar kabul etmek istemediğimiz isteklerimizin bilinçaltı yansımalarıdır. Bir başka deyişle rüyalar korkularımızın, yüzeye çıkmamış duygularımızın, sansürsüz arzularımızın uyku sırasında kendilerini dışa vurmasıdır.
Freud araştırmalarına, düşüncelerine saygı duyanları etrafında toplamaya başlar. Bu harekete Viyana’da yaşayan meslektaşları kadar Zürih’ten gelen Jung da ilgi duyacaktır. İlk yıllarda çok güçlü bir beraberlik yaşansa da zaman içinde psikoloji biliminin önde gelen isimlerinden Jung ve Adler, Freud’un öğretilerinden uzaklaşıp kendi yollarını çizerler.
Yirminci yüzyıla girilirken Freud, Drei Abhandlungen zur Sexualtheorie – Cinsiyet Üzerine, Der Witz und seine Beziehung zur Umbewuβten – Espriler ve Bilinçdışı ile İlişkiler adlı eserleri ile alanındaki öncü konumunu güçlendirmeye devam eder. Freud’e göre ilkel insan aslında bizim çağdaşımız sayılır. Hâlâ kendi putlarımızı, totemlerimizi yarattığımıza inanan Freud’un, farklı biçimlere bürünse de içimizde yaşatmaya devam ettiğimiz TABU kavramını da irdelediği Totem ve Tabu adlı ünlü eseri 1913 yılında yayınlanır.
“Psikiyatri, insanlara kanepelerde uzanıp yatarken kendi ayakları üzerinde durabilmelerini öğretme sanatıdır.”
Freud’un bilinçaltı çatışmalarının psikodinamik yapısını ve doğasını incelediği makaleler Neue Folge der Vorlesungen zur Einführung in die Psychanalyse – Psikanaliz Üzerine adlı eserinde okurlarıyla buluşur. Bu kez, teorilerini en güçlü şekilde ortaya koyduğu Jenseits des Lustprinzips – Haz İlkesinin Ötesinde ve Das Ich und Das Es – Ben ve İD adlı eserleri ile Freud, psikoloji biliminin temel taşlarından birkaçını yerine oturtmuştur.
“Zihin bir aysberg gibidir, kitlesinin sadece yedide biri suyun üstündedir.”
Freud insanların duygu, düşünce ve davranışlarını etkileyen üç farklı unsurun ID, EGO ve SÜPEREGO olduğunu ortaya atar. Freud’a göre İD temel içgüdüleri organize eder. Amacı acıdan korunmak, kişiyi tutkuları doğrultusunda, haz duyacak şekilde yönlendirmektir. İD değer yargılarını umursamaz; ne iyiyi, ne kötüyü, ne de ahlakı…
EGO ise İD’in isteklerini yerine getirirken fiziki koşulları, hayatın gerçeklerini ve kişinin uzun vadeli çıkarlarını gözetmeye çalışır. Freud’a göre EGO, İD ile gerçek hayat arasındaki arabulucudur.
SÜPEREGO ise mükemmeliyetçidir. Kişiyi uygunsuz davranışları nedeniyle cezalandıran bir vicdandır o. EGO sürekli olarak SÜPEREGO ile İD arasında denge bulmak için savaşır.
“Şairler ve filozoflar BİLİNÇALTINI benden çok önce keşfetmişlerdi. Ben yalnızca bilinçaltının analizini mümkün kılan bilimsel metodu keşfettim.”
Yirminci yüzyılın başlarında kokain bağımlılığını sonlandırarak nefsine hakimiyetini bir kez daha ispat eden Freud, aynı yıllarda hipnozla tedavi yöntemlerini de terk edip çalışmalarını tümüyle psikanaliz üzerinde yoğunlaştırır. Birinci Dünya Savaşı’nın toplumlar üzerindeki etkisini birinci elden yaşayan ünlü psikolog, okumalarını ve düşüncelerini derinleştirdikçe olaylara daha felsefi bir açıdan bakmaya başlar. Ülkeler arasındaki gerginlikler yeniden tırmanmaya başladığında toplumsal olayların, uygarlığın gelişiminin ve sorunlarının açıklanmasında psikanalizin önemine vurgu yapan Freud, Das Unbehagen in der Kultur – Uygarlığın Huzursuzluğu (1930) adlı eseriyle felsefi kimliğini pekiştirir.
“Bir gün dönüp geriye baktığınızda, mücadelelerle geçen yılların en güzel dönemler olduğunu fark edersiniz.”
Psikolog olduğu kadar filozof, filozof olduğu kadar da edebi bir şahsiyet olan Freud’un kütüphanesi Shakepeare, Goethe, Milton, Zola, Twain gibi ünlü düşünürlerin, yazarların, şairlerin, araştırmacıların eserleriyle doluydu. Edebiyata ilgisi ve bu alandaki yeteneği kendisine 1930 yılında Goethe Edebiyat Ödülü’nü kazandırır. 2011 yılında hayata gözlerini yuman ünlü çağdaş düşünür, psikolog James Hillman onun için ‘O bir Goethe Edebiyat Ödülü sahibiydi, Nobel Tıp Ödülü’nü kazanmamıştı’ diyecektir.
Birinci Dünya Savaşı’nın bitiminde Sovyetler Birliği Stalin’in, İtalya ise Mussolini’nin kontrolü altındadır. 1933 yılında Hitler’in Almanya’nın başına geçmesiyle totaliter rejimlerin vahşi çığlıkları Avrupa’yı sarsmaya başlar. Freud bunun ilk sonuçlarını kitapları yakılmaya başlandığında görür. “Nasıl bir gelişme ama! Orta Çağ’da olsak beni yakarlardı, şimdi ise kitaplarımı yakmakla yetiniyorlar” derken henüz faşizmin gerçek yüzünü kavrayamadığının farkında değildir. Soydaşlarının önce Almanya’da ardından Avusturya’da başına gelenleri görse de ağır hareket eder. Tehlikeyi sezen Salvador Dali, Stefan Zweig, Virginia Woolf, H.G.Wells gibi sanatçılar, yazarlar kendisine davetiye çıkarırlar.
En nihayetinde Freud yapılan çağrılara kulak verecek ve aile fertleriyle birlikte 1938 yılında Londra’ya kaçacak, geride bıraktığı kız kardeşleri ise yeterince tedbirli olmamanın bedelini gaz odalarında canlarıyla ödeyecektir.
Hazırladığı son eseri Der Mann Moses und die monotheistische Religion – Hz. Musa ve Tektanrıcılık, 1939 yılında yayınlanır. Sürekli puro içmenin sebep olduğu ağız kanseri giderek etkisini göstermektedir. Kanserin yol açtığı şiddetli ağrılara daha fazla dayanamayan Freud, kendisi gibi bir Psikolog olan büyük kızı Anna’nın karşı çıkmasına rağmen, morfin kullanarak 23 Eylül 1939 günü kendi iradesiyle hayatına son verir.
“Bir taş yerine bir hakaret savuran ilk insan medeniyetin kurucusuydu.”
Günümüzde televizyon seyredenler, sokaklarda gezinenler, alışveriş merkezlerinde vitrinlere bakanlar; ayakkabılardan giysilere, kozmetik ürünlerden içki reklamlarına kadar her ortamda erotizmin, tutkunun, şehvetin ıslak, yarı çıplak, sarmaş dolaş görüntüleriyle karşılaşıyorlar.  Özetle, aradan yüz yıl geçse de Freud’un iddiaları reklam dünyasının yaratıcılığında somutlaşan rüyalar gibi yeniden vücut bulmuştur.
Freud bir takım tabulara karşı çıkmaya kararlıydı. O nedenle derinlere indi. Çalışmalarını ve teorilerini dinamik bir eksende sürdürdü. Yaratıcılık ve hayal gücüne inanırdı. Bazıları bir dahi, bazıları bir şarlatan der Freud için. Tek bilinen gerçek ondokuzuncu yüzyılın sonlarında Viyana’da başlayan bu hareketin günümüzde her yöne doğru gelişmeye devam ettiğidir.
Öne sürdüğü özgün kavramlardan bazıları anlamını yitirmiş olsa da güçlü ruhu, olağanüstü zekâsı ve çarpıcı fikirleriyle Freud hala bizimle yaşamaya devam ediyor.
“Freud, Aydınlanmacı felsefenin son temsilcilerinden biriydi. İnsanın sahip olduğu ve onu kafa karışıklığı ve çöküşten kurtarabilecek tek kudretin akıl olduğuna samimiyetle inanıyordu.”  - Albert Einstein