Cüneyt KÖSE
Yaşamda bir türlü
dolduramadığımız ‘boşluk’lardan, tamamlayamadığımız ‘eksik’lerden söz ederken,
‘boşluk’/’eksik’ fikrini kafamızda şekillendiren şey nedir? Tam da bu
‘başarısızlık’ deneyimimiz değil midir? Hangi tür başarısızlıktan söz ediyoruz? Arzularımızla taleplerimiz/isteklerimiz
arasındaki mesafe: Arzu kendini tam anlamıyla doyuracak nesne-dilden yoksundur.
Arzunun dile getirilişi talepler/istekler olarak ortaya çıkar ve tikel-somut
nesnede içerik kazanır. Talepler tikel nesnede doyuma ulaşır, ama arzu hala
tatminsiz boşluğumuz olarak kalır. Hatta ikisi arasında paradoksal bir
karşıtlık da tanımlayabiliriz: Talepler doyuruldukça arzularımızın boşluğu daha
da büyür. Yani her ‘başarısızlık’ deneyimi, içine düştüğümüz, düştükçe
büyüttüğümüz boşluğun deneyimlenmesidir.
Arzularımızla
taleplerimiz (dil) arasındaki bu boşluğu kapatmak için devreye fantezilerimiz
girer. Biz bu sayede aklı başında tutarlı bir hayat yaşarız. Daha doğrusu
arzuların karanlık dehlizlerinden, kaotik ve ölümcül boşluğundan kendimizi
sıyırırız. Bizzat bu ‘sıyırma’ deneyimi sayesinde kendimizi de meydana getirmiş
oluruz. Boşluk karşısında kendimizi ‘ontolojik’leştiririz; ‘varlık’ haline
getiririz. Bu açıdan bakarsak,insanların özgürlüğü değil, özgürlükten varlığın
düzenine kaçtığını söylemek mümkündür. Fantazilerimiz de ‘varlık’la ‘boşluk’
arasındaki çatlakları kapatan bir harçtır. Ve bu fanteziler hakkında ‘iyi-kötü’
(etik), ‘güzel-çirkin’ (estetik), ‘doğru-yanlış’ (epistemolojik) yargılarda
bulunulabilir. Çünkü bunlar bir tür ‘yüceltme’ de olabilir, ‘sapkınlık’ da…
Belki Freudçu bir yol izleyerek (kestirme yol zaten açılmışken aynı yere çıkan
yeni yollar açmaya ne gerek var, değil mi?), fanteziyi ‘id’in kontrası olarak
düşünebiliriz. ‘İd’ hayvani içgüdülerden ‘ölüm dürtüsü’ne dek uzanan skala
içinde düşünülebilir. Sosyalleşme olgusu ‘id’i baskılar; fanteziyi bastırılan
‘id’in geri dönüşü olarak yeniden tanımlamış olalım. Ama bu nasıl olur?
‘Hayvani içgüdü’ olarak ‘id’ saf hayatta kalma güdüsüdür. Yaşama iki elle
sarılmamızı sağlayan libido… Ne var ki, ‘ölüm dürtüsü’ buna karşıt bir deneyim
demektir: Ölüm dürtüsünü düz bir şekilde ‘ölüm korkusu’ anlamına getiremeyiz.
Bilakis, Kirkegaardçı anlamda o ‘ölümsüzlük korkusu’dur. İnsanın yüce bir anlam
uğruna hayatını feda edebileceğini anlatır. Bunu Hegelci ‘Tin/öz mantığı’
açısından ele alırsak: Sosyalleşmenin ilk aşamasında insan, hayvani
içgüdülerini bastırır ve bu bastırma sonucu ‘bilinçdışı / bilinç’ bölünmesi
oluşur. Bu ilksel bastırma aşamasında bastırılan şey sapkın fanteziler olarak geri
döner ve bilinçdışına dahil olur. Temelde ‘fantezi’yi bu ‘sapkın düşünce’ye
indirgeyebiliriz. Aynı şeyi Aziz Agustinci bir dille de anlatabiliriz:
‘Günahlar yasağın ihlali değil, onun ürettiği fazlalıklardır’, geri dönüşüdür…
İşte bu sapkın
fantezilerimiz bizim ‘süperego’muzdur da. Yasanın ve toplumun beğenisine
sunduğumuz yüzümüz ise ‘ego’ ya da ‘benlik’ dediğimiz şeydir. İkinci aşama ise,
bu sapkın fantezilerin ‘yüceltme’ yoluyla katedilmesidir. Fantazilerle
‘yüceltme’ yoluyla başa çıkamadığımızda onunla özdeşlemiş oluruz. Bu da sapkın
fantezilerimizi hayata geçirmek demektir ki, bu ‘iyi’ bir şey değildir…:)
Lacancı tabirle ‘Yüceltme’ sıradan tikel bir nesneyi ‘yüce nesne’ (evrensel)
statüsüne taşımak demektir. Bunu yazının başındaki ‘boşluk’la ilişkilendirecek
olursak, ‘yüce nesne’ (yüceltme), sıradan tikel bir nesnenin/anlamın gelip bu
‘boşluk’u tam tamına doldurması demektir. Bu boşluk ne kadar büyükse ‘yüceltme’
de (ve hala fanteziye dahiliz) o derece gerçeklikten uzak, soyut, tözsel bir
şekle bürünür; Bunun en tipik örneği tabi ki, ‘Tanrı’dır. Öyle devasa bir
boşluk ki, onu ancak kadir-i mutlak bir ‘Tanrı’ doldurabilir. (burada,
sırasıyla Yunanlıların, Yahudilerin, Hristiyanların ve İslamın Tanrısı
arasındaki önemli farkları saklı tutuyoruz)… Ama en genel anlamda Tanrının
tikel ifadesi ‘peygamberler’ ve ‘kitapları’dır. Tabi ki, aşk da bir
yüceltmedir; ve yine tikel ifadesini sıradan bir insan olan ‘sevgili’de bulur;
ya da sıradan bir cinselliği (cinsellik kendi içinde zaten iğrençtir) aşka
dönüştürürüz (her deneyimin bir öznesi vardır; özne bu deneyim demektir).
Marksizmi de bir tür yüceltme olarak okuyabiliriz (dışlananların perspektifinin
yüceltimesi); o da tikel ifadesini ‘Lenin’de bulur. Bir çok ‘yüceltme’ biçimi
sayılabilir. Yüceltme tikeli evrenselleştirme deneyimidir. Ve hepsi ‘aşk’la
dolayımlanmıştır. Aşk, evrensel ile tikelin büyülü örtüşmesinin deneyimidir;
sıradan, hatta iğrenç bir cinsellik deneyimini bile ‘yüce’ bir deneyime
dönüştürür, falan filan…
Fantaziyi
özneleşme (öznel dolayım) yoluyla sapkınlıktan yüceltmeye giden bir süreç
olarak tanımlasak bile, bu sapkınlık boyutunun tamamen dışsallaştırılarak
aşılması anlamına gelmez; bunu Hegelci diyalektik mantık içinde düşünmek
gerekir. Burada ‘aşma’ ya da Lacancı tabirle ‘katetme’ ‘içererek
aşma/katetme’dir. Sosyalleşmenin ilk adımında id dışsallaştırılarak aşılır,
yani 'içsel'i bir sosyal töz (ahlaki ve hukuki yasaklar ya da ödip) olarak
dışsallaştırır. Bu türden dışsallaştırma ötekileştirmedir de. Yani ‘ben ve
öteki’nin yüzeysel bölünmesidir. Oysa ‘içererek aşma’ ya da (Derridacı tabirle)
‘içsel dışsallaştırma’da ötekileştirilen içselleştirilerek/içerilerek aşılmış
olur. Yani bölünme iki ayrı varlık arasındaki yüzeysel-sahte bölünme olmaktan
çıkar, varlığın kendi içindeki ‘derin’ bölünme deneyimine dönüşür (bir anlamda
buna 'öz-bilinç/özbenlik' denebilir: dışsallaştırdığı kedini tekrar içine alma anlamındaki
totolojik hareket ya da Niçe'nin diyeceği gibi 'bengi-dönüş'). Böylece ‘varlık’
boşluğu/eksiği tam da bağrına taşımış olur. Yani ‘Varlık’ eksiklikle malul hale
gelir, sorunsallaşır. Böylece Hegel’in ‘Töz aynı zamanda öznedir’ sözüne
açıklık kazandırmış olduk.
Demek ki,
yüceltmeyi de aşamalandırmak gerekiyor: Tanrı hala içselin yalın bir
tözleştirilmesi, ötekileştirilmisidir. Hegelci son aşama onu içselleştirip
aşmaktan geçiyor ki, bu da Marksist yüceltmenin alanına giriyor: Tanrısal,
önceden belirlenmiş kaderimiz, benim Tanrıyı dışsal bir töz haline getirmemin
sonucunda geçerli bir gerçeklik boyutu kazanır. Yani tanrının kadiri mutlak dışsal
ve belirleyen olduğuna inanırsam ‘kader’ dediğim şey bu inanma edimim sayesinde
beni belirler (dışsal düşünce); böylece nesneleşmiş olurum. Oysa dışsal Tanrıya
atfettiğim yaratıcı gücün benim varlığımı bölen içsel-yaratıcı bir deneyim
olduğunu kavrarsam (kavramı da bizzat deneyim olarak alıyoruz) kaderin benim
varlığımı belirleme biçimini belirlemiş olurum (belirleyici düşünce). Yani
öznel dolayım yoluyla nesnel kaderimi belirlemiş olurum… Bu aşamaları ayıran
şey ise travmatik deneyimleridir. Aynı toplum biçimlerini ayıranın devrimci
deneyimler olması gibi…
Bu açıdan
baktığımda bugünün postmodern dünyasını pornografikleşme olarak
tanımlayabileceğimizi düşünüyorum. İd’in üzerindeki egosal baskı kalkmış ve
sapkın fanteziler boşanıp gerçekliğimiz haline gelmiş… Freudyen bir dille, id
ile süperegoyu ayıran ve bizim normalliğimiz olan ego ortadan kalkmış ya da
kalkmak üzeredir. İd bastırılmış fantastik-kurgusal boyutunu kaybetmiş, iğrenç
bir pornografiye dönüşmüştür ki, yalın cinsellik bile yanında masum kalır.
Kısacası dilimiz bile pornografiktir.
Bunu yanlış hatırlamıyorsam Felsefe Ekibine yazmıştım..Ama artık giremiyorum bu siteye..kapatıldı mı bilginiz var mı..paylaşım için teşekkürler
ReplyDeleteMaalesef.. Tesekkurler
Delete