Saturday, February 9, 2013

İd-Ego-Süperego



 Cüneyt KÖSE

Yaşamda bir türlü dolduramadığımız ‘boşluk’lardan, tamamlayamadığımız ‘eksik’lerden söz ederken, ‘boşluk’/’eksik’ fikrini kafamızda şekillendiren şey nedir? Tam da bu ‘başarısızlık’ deneyimimiz değil midir? Hangi tür başarısızlıktan söz ediyoruz?  Arzularımızla taleplerimiz/isteklerimiz arasındaki mesafe: Arzu kendini tam anlamıyla doyuracak nesne-dilden yoksundur. Arzunun dile getirilişi talepler/istekler olarak ortaya çıkar ve tikel-somut nesnede içerik kazanır. Talepler tikel nesnede doyuma ulaşır, ama arzu hala tatminsiz boşluğumuz olarak kalır. Hatta ikisi arasında paradoksal bir karşıtlık da tanımlayabiliriz: Talepler doyuruldukça arzularımızın boşluğu daha da büyür. Yani her ‘başarısızlık’ deneyimi, içine düştüğümüz, düştükçe büyüttüğümüz boşluğun deneyimlenmesidir.

Arzularımızla taleplerimiz (dil) arasındaki bu boşluğu kapatmak için devreye fantezilerimiz girer. Biz bu sayede aklı başında tutarlı bir hayat yaşarız. Daha doğrusu arzuların karanlık dehlizlerinden, kaotik ve ölümcül boşluğundan kendimizi sıyırırız. Bizzat bu ‘sıyırma’ deneyimi sayesinde kendimizi de meydana getirmiş oluruz. Boşluk karşısında kendimizi ‘ontolojik’leştiririz; ‘varlık’ haline getiririz. Bu açıdan bakarsak,insanların özgürlüğü değil, özgürlükten varlığın düzenine kaçtığını söylemek mümkündür. Fantazilerimiz de ‘varlık’la ‘boşluk’ arasındaki çatlakları kapatan bir harçtır. Ve bu fanteziler hakkında ‘iyi-kötü’ (etik), ‘güzel-çirkin’ (estetik), ‘doğru-yanlış’ (epistemolojik) yargılarda bulunulabilir. Çünkü bunlar bir tür ‘yüceltme’ de olabilir, ‘sapkınlık’ da… Belki Freudçu bir yol izleyerek (kestirme yol zaten açılmışken aynı yere çıkan yeni yollar açmaya ne gerek var, değil mi?), fanteziyi ‘id’in kontrası olarak düşünebiliriz. ‘İd’ hayvani içgüdülerden ‘ölüm dürtüsü’ne dek uzanan skala içinde düşünülebilir. Sosyalleşme olgusu ‘id’i baskılar; fanteziyi bastırılan ‘id’in geri dönüşü olarak yeniden tanımlamış olalım. Ama bu nasıl olur? ‘Hayvani içgüdü’ olarak ‘id’ saf hayatta kalma güdüsüdür. Yaşama iki elle sarılmamızı sağlayan libido… Ne var ki, ‘ölüm dürtüsü’ buna karşıt bir deneyim demektir: Ölüm dürtüsünü düz bir şekilde ‘ölüm korkusu’ anlamına getiremeyiz. Bilakis, Kirkegaardçı anlamda o ‘ölümsüzlük korkusu’dur. İnsanın yüce bir anlam uğruna hayatını feda edebileceğini anlatır. Bunu Hegelci ‘Tin/öz mantığı’ açısından ele alırsak: Sosyalleşmenin ilk aşamasında insan, hayvani içgüdülerini bastırır ve bu bastırma sonucu ‘bilinçdışı / bilinç’ bölünmesi oluşur. Bu ilksel bastırma aşamasında bastırılan şey sapkın fanteziler olarak geri döner ve bilinçdışına dahil olur. Temelde ‘fantezi’yi bu ‘sapkın düşünce’ye indirgeyebiliriz. Aynı şeyi Aziz Agustinci bir dille de anlatabiliriz: ‘Günahlar yasağın ihlali değil, onun ürettiği fazlalıklardır’, geri dönüşüdür…

İşte bu sapkın fantezilerimiz bizim ‘süperego’muzdur da. Yasanın ve toplumun beğenisine sunduğumuz yüzümüz ise ‘ego’ ya da ‘benlik’ dediğimiz şeydir. İkinci aşama ise, bu sapkın fantezilerin ‘yüceltme’ yoluyla katedilmesidir. Fantazilerle ‘yüceltme’ yoluyla başa çıkamadığımızda onunla özdeşlemiş oluruz. Bu da sapkın fantezilerimizi hayata geçirmek demektir ki, bu ‘iyi’ bir şey değildir…:) Lacancı tabirle ‘Yüceltme’ sıradan tikel bir nesneyi ‘yüce nesne’ (evrensel) statüsüne taşımak demektir. Bunu yazının başındaki ‘boşluk’la ilişkilendirecek olursak, ‘yüce nesne’ (yüceltme), sıradan tikel bir nesnenin/anlamın gelip bu ‘boşluk’u tam tamına doldurması demektir. Bu boşluk ne kadar büyükse ‘yüceltme’ de (ve hala fanteziye dahiliz) o derece gerçeklikten uzak, soyut, tözsel bir şekle bürünür; Bunun en tipik örneği tabi ki, ‘Tanrı’dır. Öyle devasa bir boşluk ki, onu ancak kadir-i mutlak bir ‘Tanrı’ doldurabilir. (burada, sırasıyla Yunanlıların, Yahudilerin, Hristiyanların ve İslamın Tanrısı arasındaki önemli farkları saklı tutuyoruz)… Ama en genel anlamda Tanrının tikel ifadesi ‘peygamberler’ ve ‘kitapları’dır. Tabi ki, aşk da bir yüceltmedir; ve yine tikel ifadesini sıradan bir insan olan ‘sevgili’de bulur; ya da sıradan bir cinselliği (cinsellik kendi içinde zaten iğrençtir) aşka dönüştürürüz (her deneyimin bir öznesi vardır; özne bu deneyim demektir). Marksizmi de bir tür yüceltme olarak okuyabiliriz (dışlananların perspektifinin yüceltimesi); o da tikel ifadesini ‘Lenin’de bulur. Bir çok ‘yüceltme’ biçimi sayılabilir. Yüceltme tikeli evrenselleştirme deneyimidir. Ve hepsi ‘aşk’la dolayımlanmıştır. Aşk, evrensel ile tikelin büyülü örtüşmesinin deneyimidir; sıradan, hatta iğrenç bir cinsellik deneyimini bile ‘yüce’ bir deneyime dönüştürür, falan filan…

Fantaziyi özneleşme (öznel dolayım) yoluyla sapkınlıktan yüceltmeye giden bir süreç olarak tanımlasak bile, bu sapkınlık boyutunun tamamen dışsallaştırılarak aşılması anlamına gelmez; bunu Hegelci diyalektik mantık içinde düşünmek gerekir. Burada ‘aşma’ ya da Lacancı tabirle ‘katetme’ ‘içererek aşma/katetme’dir. Sosyalleşmenin ilk adımında id dışsallaştırılarak aşılır, yani 'içsel'i bir sosyal töz (ahlaki ve hukuki yasaklar ya da ödip) olarak dışsallaştırır. Bu türden dışsallaştırma ötekileştirmedir de. Yani ‘ben ve öteki’nin yüzeysel bölünmesidir. Oysa ‘içererek aşma’ ya da (Derridacı tabirle) ‘içsel dışsallaştırma’da ötekileştirilen içselleştirilerek/içerilerek aşılmış olur. Yani bölünme iki ayrı varlık arasındaki yüzeysel-sahte bölünme olmaktan çıkar, varlığın kendi içindeki ‘derin’ bölünme deneyimine dönüşür (bir anlamda buna 'öz-bilinç/özbenlik' denebilir: dışsallaştırdığı kedini tekrar içine alma anlamındaki totolojik hareket ya da Niçe'nin diyeceği gibi 'bengi-dönüş'). Böylece ‘varlık’ boşluğu/eksiği tam da bağrına taşımış olur. Yani ‘Varlık’ eksiklikle malul hale gelir, sorunsallaşır. Böylece Hegel’in ‘Töz aynı zamanda öznedir’ sözüne açıklık kazandırmış olduk.

Demek ki, yüceltmeyi de aşamalandırmak gerekiyor: Tanrı hala içselin yalın bir tözleştirilmesi, ötekileştirilmisidir. Hegelci son aşama onu içselleştirip aşmaktan geçiyor ki, bu da Marksist yüceltmenin alanına giriyor: Tanrısal, önceden belirlenmiş kaderimiz, benim Tanrıyı dışsal bir töz haline getirmemin sonucunda geçerli bir gerçeklik boyutu kazanır. Yani tanrının kadiri mutlak dışsal ve belirleyen olduğuna inanırsam ‘kader’ dediğim şey bu inanma edimim sayesinde beni belirler (dışsal düşünce); böylece nesneleşmiş olurum. Oysa dışsal Tanrıya atfettiğim yaratıcı gücün benim varlığımı bölen içsel-yaratıcı bir deneyim olduğunu kavrarsam (kavramı da bizzat deneyim olarak alıyoruz) kaderin benim varlığımı belirleme biçimini belirlemiş olurum (belirleyici düşünce). Yani öznel dolayım yoluyla nesnel kaderimi belirlemiş olurum… Bu aşamaları ayıran şey ise travmatik deneyimleridir. Aynı toplum biçimlerini ayıranın devrimci deneyimler olması gibi…

Bu açıdan baktığımda bugünün postmodern dünyasını pornografikleşme olarak tanımlayabileceğimizi düşünüyorum. İd’in üzerindeki egosal baskı kalkmış ve sapkın fanteziler boşanıp gerçekliğimiz haline gelmiş… Freudyen bir dille, id ile süperegoyu ayıran ve bizim normalliğimiz olan ego ortadan kalkmış ya da kalkmak üzeredir. İd bastırılmış fantastik-kurgusal boyutunu kaybetmiş, iğrenç bir pornografiye dönüşmüştür ki, yalın cinsellik bile yanında masum kalır. Kısacası dilimiz bile pornografiktir.

2 comments:

  1. Bunu yanlış hatırlamıyorsam Felsefe Ekibine yazmıştım..Ama artık giremiyorum bu siteye..kapatıldı mı bilginiz var mı..paylaşım için teşekkürler

    ReplyDelete