Friday, March 21, 2014

Erdoğan, tedavisi ilaçla mümkün olmayan bir hastalığa yakalandı!



Cüneyt Özdemir-Radikal
21-03-2014  07:49:57

Başbakan Erdoğan’ın TRT’nin bir değil iki değil üç değil dört değil tam 5 kanalında birden ortak yayımlanan söyleşisini izlerken zaman zaman duyduklarımdan yüzüm kızarıyor. Özellikle Berkin Elvan hakkında Başbakan’ın ağzından çıkan sözler, 15 yaşında ekmek almaya giderken başından vurulup öldürülen bir çocuk hakkında söyledikleri, yaptığı yakıştırmalar, söyleyende olmasa bile duyanda bir utanma hissi uyandırıyor. Mezarına konulan misketlerden, elinde sapanla gözüktüğü bir fotoğraf karesinden, en önemlisi devlet eliyle öldürülmüş bir çocuktan bir terörist yaratma çabasını dinlerken bir çaresizlik hissi oluşuyor. Ortada delil olmadığı için yarım kalan cümleleri, ‘şey’le biten kelimeleri, ucu açık tanımlamalarıyla 15 yaşında bir çocuğun ölü bedeni üzerinden siyaset üretmeye çalışan biriyle karşı karşıyayız. Başbakan, Berkin Elvan’ın ölü bedenini terörist ilan ederken yine bir ölü gencin bedeni üzerinden meşruiyet zemini oluşturmaya çalışıyor. Burakcan Karamanoğlu’nun ölü bedenini sahiplenirken, babasının sözlerine sarılırken, Berkin Elvan’ı mezarında bile rahat bırakmaya niyeti yok. Demir bilyeler, acılı anasının ağzından çıkan sözler hepsi hepsi Başbakan için kendi meşruiyet kalesinin savunulması için harcanabilir, düşmanlaştırılabilir.
Söyleşiyi izlerken bir süre sonra duyduklarım ağır geliyor, televizyonun sesini kısıyorum. Ekranda Başbakan’ın sessiz görüntüsüne bakıp ruh halini anlamaya çalışıyorum. Ekranda kızgın, kaşlarını çatmış, öfkeyle, hırsla konuşan biri var. Bir an bu kişilik bana çok tanıdık geliyor. Bir yerden tanıyorum ben bu ruh halini. Nerden nerden nerden…
Dayanamayıp tanıdığım Türkiye’nin en ünlü psikiyatristlerinden olan bir dostumu arıyorum. Rastlantı bu ya onun da önünde televizyon açık. Bir türlü adını koyamadığım o tanıdık ruh halini soruyorum.
Başlıyor anlatmaya:
"Bizim psikiyatri içerisinde temel bir kitabımız vardır. DSM5 adındaki bu kitapta her şeyi standardize etmeye çalışırız. Bu kitabın içinde belirli kişilik tipleri vardır. Bunlardan bir tanesi ilginçtir. Bazı insanlarda kendilerine verdikleri anlam ve önemin, hayatlarındaki başka amaçların anlam ve öneminin öncesine geçtiğini görürüz. Bu insanlar kendilerini öyle bir yerde değerlendirmeye başlarlar ki yaşamlarında savundukları bütün siyasi konular aslında kendilerinin özsavunmasına dönüşebilir. Bunun sonuçlarının nereye gittiğini göremeyebilirler. Bu insanlar yaptıkları şeylerde aslında kendilerinin fikrinin diğerleri tarafından ne kadar onaylandığına takılır ve diğerlerini ne hissettiğini görmezden gelmeye başlarlar. Bu insanlar kendilerini her konuda haklı görüp, bu haklılığı her ne pahasına olursa olsun savunurlar. Bunu yaparken diğerlerini düşman olarak görebilirler.
İşte biz bu insanlara Narsis, bu duruma da narsisizm diyoruz.
Narsisizm zaman içerisinde yaşadıkları ile yoğrularak aile ilişkileri, kendisine düşen roller ile çocukluktan itibaren gelişen bir özelliktir. Narsisizmin arkasında aslında bir eziklik gizlidir. Narsisizm dışarıdan ilk bakıldığında ‘kendine güven’ gibi gözükse de aslında alttaki ezikliği kapama direncidir. Müthiş bir istek ve öfke ile bunu kapatmaya çalışır. Kendini sürekli olarak diğerlerinden üstün görür.
Tehlikelidir. Sadece siyasette değil medya ve spor dünyasında da onlarca örneği var. Kimi kulüp yöneticilerinin, starların veya ünlü işadamlarının da durumu aynıdır. Sana bir tiyo daha vereyim: Yine sanıldığının aksine narsistler narsistlerle anlaşamazlar. Yani bir narsistler kulübü yoktur…
Narsisizmde onaylanmamak öfke demektir. Öfke bazen bütün bunların dışında bir başka reaksiyon olarak da ortaya çıkar. İnsanların yaşadıkları kaygıyı savuşturabilmek için birkaç tane yöntem vardır. Mesela birinde tamamen geri çekilir depresyona girer ikincisinde ise tamamen agresyon olarak yansıtır. Agresyon öfke demektir. Narsistlerde her şeyi kendisine bağlama isteği vardır, hiç kimseye hiçbir şeyin kontrolünü bırakmak istemezler."
Arkadaşımı dinlerken bir yandan da şu son zamanlarda dinlediğimiz onca demeci, azarı ve tapeyi gözden geçiriyorum. Yapılan yazlığın tuvaletinden kaçak villaların kuyusunun kapağına kadar hepimizin duyduğu çeşitli detaylar. Ya da Türkiye’de satışa çıkacak bütün kupon arsalardan haberdar olmak isteyen veya ekranda gördüğü bir alt yazıyı beğenmediği için telefon ile televizyon yöneticisi azarlayan o ses kulaklarımda çınlıyor.
Telefonda kısa bir sessizlik oluyor. Ekranda sesini duyamasam da konuşan kişinin kıpkırmızı yüzü, öfkesini fazlası ile gösteriyor. "Son bir şey, narsisizmin tedavisi var mıdır" diye soruyorum. Gülüyor.
"Elbette var" diyor.
"Narsisistik kişinin tedavisi herhangi bir ilaçla değil kişinin tamamen kendisi ile yüzleşmeye başlamasıyla başlayan terapatik bir süreçtir. İlacı yoktur. Tedavisi ise zordur" diyor.
Telefonu kapatıp, uzaktan kumandaya uzanıp, zaplıyorum Survivor’a…
Dipnot: Ece Su Yılmaz’ın ölümü ile ilgili İDO’dan bir açıklama aldım. Bana kaptanların ve İDO çalışanlarının gönderdikleri açıklamalar ile çelişen yanlar var. Araştırmam bitince hepsini yayımlayacağım.

Monday, March 10, 2014

Tımarhane, akademi ve ölüm – Güven Gürkan Öztan

timarhane-akademi-ve-olum
Türkiye’nin kocaman bir açık hava hapishanesi olduğunu ensemizde hissettiğimiz zamanlar ömrümüz boyunca birkaç kez yoklar ruhumuzun kırık kanatlarını. Özgürlüklerin, devlet iktidarı ve onunla bütünleşik ya da görünürde ona rakip iktidar odaklarınca ayaklar altına alınmasının rutinleştiği memlekette, hakları ve hürriyetleri temel alan her haykırış, her isyan adeta bir ihanet gibi algılanır. Duvarları ülke sınırları ile çakışan mahpushanenin gardiyanı da işkencecisi de pek çoktur. Durumdan vazife çıkarmayı alışkanlık haline getirmiş kimi makam sahipleri, bazen koltuklarını korumak çoğu zaman da daha yüksek mevkilere ulaşmak uğruna özgürlük, adalet ve hak talep eden politik özneler ile savaşmayı yığınlara bir erdem olarak sunarlar. Muktedirin yasasını kalkan yaparak evrensel hukuku, muhterislerin ikbalini memleket menfaati şeklinde lanse ederek halkın ortak çıkarlarını yok etmeye eğilimlidirler. Mağduru değil katili koruyan, iktidar sahiplerinin bekası için gerçekliği eğip büken, yalanlar üzerine politik düzen inşa eden gardiyanlar, son zamanda duvarlarına kaybettiğimiz yoldaşların kahrıyla çentik attığımız cezaevini hızlı bir biçimde ve devasa bir boyutta tımarhaneye dönüştürüyorlar. İsyan eden ve direnen öznelere adeta akıl hastası muamelesi yapan muktedirler ve uşakları, yalanları hakikat gibi sunma, hakikati ise komplo teorileriyle tahrif ederek “milli irade” düşmanlığına indirgeme stratejisini profesyonel bir işe çevirdiler. Hiç çekinmeden, arsızca ve hayâsızca cezalandırma ve yıldırma taktikleri uygulayarak isyankâr ruhumuza deli gömleği giydirme telaşındalar. Bu esnada propagandif yönü kuvvetli bir retorik ve gündeme dair sürekli bir alt üst oluş hali ile gerçekliği adeta yarmaktalar. Öyle ki gerçek algısı olgusalın açıklayıcılığına dayanmaktan çoktan uzaklaştı; söyleyene bağlılığa indirgendi.

Yarılmış gerçekler

Çok değil şu son bir haftada olanları gözlemlemek dahi “yarılmış gerçekler” dünyasında yaşadığımızın kanıtı. Haziran direnişleri sırasında Ankara’daki eylemler esnasında vurularak öldürülen Ethem’in katilini korumak için MOBESE kameraları ile dahi oynayan devlet aklı, Ethem’in babasına “kamu malına zarar vermek” iddiasıyla 12 yıla kadar hapis istemiyle dava açtı. Suçu Çorum’un bir ilçesinde tepki için trafonun altında ateş yakmak ve diş polikliniğinin kapısına “Maddi Tıp Şeytandır” yazmak… Ethem’in katili polis memuru ise “meşru savunma sınırının kastı olmadan aşılması” suçundan 1 yıl 4 aydan 5 yıla kadar hapis istemiyle yargılanıyor. Tutuksuz yargılanan polis memuru çoktan Şanlıurfa’ya atandı. Sungurlu Asliye Ceza Mahkemesi ise Ethem’in babasının yüksek güvenlikli bir akıl hastanesine yatırılmasına karar verdi. O baba ki öğretmenlik yaptığı yıllarda politik nedenlerle sürgün edilmiş sonra doğada tek başına yaşamayı tercih etmişti. Doğanın iktidarın korkunç yüzünden çok daha şefkatli olduğunu keşfetmişti belki de. Şimdi devlet, evlat acısını içinde alev alev taşıyan bir babayı tımarhaneye tıkarken oğlunun katili neredeyse ödüllendirecek! Bu manzara karşısında devletin koruduğu “normal” bir gardiyan olmaktansa, vicdan sahibi bizler “deli bir firari” olarak yaftalanmayı tercih ederiz.
Ethem’in, Ali İsmail’in, Abdullah’ın ve Haziran direnişinde kaybettiğimiz tüm dostlarımızın acısı yüreğimizdeyken, Berkin’in uyanmasını umutla beklerken, Roboski’de devletin üzerine bomba yağdırdığı çocukların anneleri yaslı ve kederliyken, Miran Encü’nün mezarındaki toprak tazeyken bir başka annenin ölüm haberi ile dağlandı yüreğimiz. Gözaltında işkence ve hakarete maruz kalan gencecik bir adam, Onur Yaser Can, bundan 4 yıl evvel yeniden karakola çağrılınca hayatına son vermişti. Karakola gitmek yerine ölümü seçen bir gencin o devlet dersinde neler yaşadığını varın siz hayal edin! Bu ülkenin “yarılmış adaleti” tıpkı birçok başka davada olduğu gibi Onur’un davasında da rutinini bozmadı; devlet bürokrasisi işkencecileri korumak ve kollamak için tüm yolları denedi. İstanbul valiliği, suçlanan polisler hakkında soruşturma izni dahi vermedi. İşkence suçuna yönelik takipsizlik kararına aile itiraz edince mahkeme dava açılmasını kabul etti ancak polislere işkenceden değil sadece delil karartmadan ceza verdi. Dava boyunca yaşananlara ve evlat acısına dayanamayan Onur’un annesi de geçtiğimiz günlerde intihar etti. Cezaevini sahipleri için tımarhaneye çeviren; düşünenleri “akıl hastası”, biat edenleri “kullanışlı normal” sayan gardiyanlar bir can daha aldı aramızdan.

Gün olur devran döner

Kaybettiklerimiz için gözyaşı dökerken, öfkemizi isyanımıza bayrak yaparken gardiyanların marifetiyle yeni bir vukuat daha gerçekleşti. Yıllardır akademia’ya deli gömleği giydirmeye uğraşanlar, kamusal sorumluluk ile bilimsel faaliyeti bağdaştırmaya çalışan akademisyenlere hayatı ve üniversiteyi dar edenler yine boş durmadı ve Marmara Üniversitesi’ndeki öğretim elemanlarına ceza yağdırdı. 2013 Haziran’ında KESK’in iş bırakma kararına uyarak Gezi Parkı protestolarına destek veren Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’ndeki cesur meslektaşlarımız için dekanlık tarafından soruşturma başlatılmıştı. Geçen yaz BirGün’de bu konuyu ele alan yazımın hemen sonrasında bizzat adı geçen fakültenin dekanı şahsıma mail atarak beni “darbe taşeronu” ilan etmişti. Hatta hızını alamamış ve “…şu anda bu ülkede yaptığınız, taşeron olarak size verilen ‘darbe yapma’ görevinin ifasından başka bir şey değildir. Siz bu işi size ihale edenler kimse onları açıklayın, dürüst iseniz eğer” demişti. O gün de bugün de bana bir iş “ihale” eden kimse olmadı, asıl ihalelerin ve onların üzerinde oluşan yolsuzlukların kimler arasında cereyan ettiği ise bugünlerde bir bir ortaya çıkıyor. Aynı mailde dekan kendisinin bir yönetici olarak “görevini” yaptığını ve hukuki prosedürü izlediklerini yazmayı da ihmal etmemişti. O “normal” prosedür sonuçlandı ve iki arkadaşımız için okuldan atılma kararı çıktı. İletişim Fakültesi Dekanlığı çok kısa bir süre önce de Gezi olaylarına katılan 8 asistana 2 yıl kıdem durdurma cezası gelmişti. Neticede Dr. Figen Algül ve Araştırma Görevlisi Can Özbaşaran’a, evrensel hukuk ve akademik özgürlük ilkeleri hiçe sayılarak görevden çekilmiş sayılma cezası verildi. Verilen ceza, disiplin yönetmeliğinin “Cumhuriyetin niteliklerinden herhangi birini değiştirmeye veya ortadan kaldırmaya yönelik ideolojik siyasi, yıkıcı, bölücü amaçlı eylemlerde bulunmak veya boykot, işgal, engelleme, işi yavaşlatma ve grev gibi eylemlere katılma”yı düzenleyen 11. maddesinin B-1 bendine dayandırıldı. Haziran direnişlerini hükümete darbe girişimi olarak değerlendiren muktedirlerin perspektifinden bakıldığında onların sahte gerçekliğinin gramerine ne kadar da uygun bir dayanak! Yıllardır hiçbir yerden emir ya da talimat almadan özgürlük ve demokrasi mücadelesi veren bu ülkenin hür bireyleri olarak gardiyanlardan ve onların gösterdiği sopadan korkmadığımızı bir kez daha haykırıyoruz. Akademia’nın onuruna sahip çıkan herkesi, bu kıyım operasyonunun karşısında arkadaşlarımızın yanında olmaya davet ediyoruz.
Hakikati biat kültürünün içinde şekillendiren, bulduğunu sandığı “gerçekliği” tek bir lidere ya da müesses siyasetin güç merkezlerine endeksleyen ve böylece de bunu herkese dayatmanın “normal” ve “gerekli” olduğunu farz edenlerin gardiyan kılındığı bir ülkede, özgürlüğün ve gerçekliğin ancak eşit ve hür biçimde birlikte inşa edilebileceğine inan bizler bugün eskisinden çok daha fazla birbirimize sahip çıkmalıyız. Gerçekleri eğip büken, yalan rejimini normalleştiren iktidar ağları yalnızca bugüne değil geçmişe ve geleceğe de hükmetme telaşında. Vasatın itaat olduğu bu rejimde başkaldırmak deli cesaretidir. Deli cesareti ile bu korkunç devranın dönmesi için mücadele eden tüm dostların azmine hürmet ve hayranlıkla…
9 Mart 2014
Kaynak: birgun.net

Monday, March 3, 2014

Milli irade milletin değil, Başbakan’ın iradesi


3 Mart 2014 GUSTAVE Le Bon tartışmalı bir sosyolog.
Le Bon’un seçkinlerin toplum mühendisliğini savunduğunu, hatta ırkçı olduğunu öne sürenler var. Haksız da sayılmazlar.
Le Bon bilerek ya da bilmeyerek faşist liderlere esin kaynağı olmuş bir sosyal bilimci.
Ama tüm bunlar onun, liderlerinin büyüsüne kapılmış kitlelere dair gözlemlerini haksız çıkarmaz.
Aksine, içeriden bir göz olarak aydınlatıcı bile olabilir.

*
Le Bon’a göre mesela, milletlerin kaderi kitlelerin ruhunda hazırlanıyor.
Ve etkili liderler de kitlelerin ruhunu içgüdüsel olarak bilen psikologlar arasından çıkıyor.
Kitlelerin ruhunu iyi tanıdıkları için onlara kolaylıkla hâkim oluyorlar.
*
Faal bir kitle içinde bir süre bulunan birey o kitleden yayılan telkinler ve enerjiyle, aynen bir hipnozcunun kucağında uyuyan biri gibi tesir altına giriyor.
İradesini kaybediyor, hisleri ve fikirleri liderin gösterdiği tarafa yöneliyor.
Le Bon yaşasaydı, Başbakan’ın kürsülerden atıfta bulunduğu “milli irade”nin aslında milletin iradesi değil, kendi iradesi olduğunu söylerdi.
120 yıl önce karaladığı şu satırları getirip bugüne koyun, sırıtmıyor:
“Kitle psikolojisiyle bütünleşmiş insan bağımsızlığını yitirmeden önce fikirleri, duyguları cimriyi cömerde, münkiri mümine, korkağı kahramana çevirecek kadar değişime uğrar.”Bir tür sosyal halüsinasyondan söz ediyor.
*
Ona göre insanlar üzerinde büyük etkileri olan kişiler hakiki kahramanlar değil, efsaneleşmiş kahramanlar.Şu aralar birçokları Başbakan’ın olan bitene rağmen şiddet ve celal çizgisinden taviz vermeyişine akıl sır erdiremiyor ya?
Le Bon bunun da cevabını vermiş:
“Kitleler şişirilmiş ve aşırı duygulardan etkilenip heyecanlandıkları, ancak bu şekilde harekete geçirildikleri için, onları tahrik etmek ve onlar üzerinde etkisini artırmak isteyen konuşmacı şiddetli ve ateşli ifadelere başvurmak zorunda.”Başbakan tam da bunu yapıyor.
Abartılı ifadeler kullanıyor, yalan doğru fark etmez, kitleyi etkileyen sözler üzerinde ısrarla durup tekrarlıyor, kitlelerdeki abartı zekâya değil, hislere aitmiş gibi yapıyor.
*
Yargı yürütmenin eline geçiyor, internete sansür geliyor, demokrasinin fişini çeken yasa çıkarılıyor ve büyük bir kitle alkışlıyor ya?
Yeni değil. Sezar kendini hayat boyu diktatör seçtirdiğinde de millet ayakta alkışlamıştı.
Le Bon “Kitleler kuvvete saygı duyarlar” diyor ve ekliyor: “Kitlelerin yönelimleri ve sevgileri her zaman iyi yöneticilere değil, kendilerini baskı altında tutan zorbalara da olmuştur. Zayıf bir hükümete karşı ayaklanmaya hazır olan kitle, kuvvetli bir hükümet karşısında esir gibi eğilir.”Birbiriyle çelişen, mantık yoksunu açıklamalara kalabalıkların nasıl kandığı akıl almıyor ya?...
Le Bon’a göre, kitleler mantıkla tesir altına alınamıyor. Sade, zihinlerine hayaller halinde yerleştirilen fikirler onları etkiliyor. Bunlar arasında mantıksal bağ yok. Kitlelerde özeleştiri yeteneği olmadığından, çelişkilerin farkına varamıyorlar.
*
Ve fikirlerin kitlelerin ruhuna yerleşmesi nasıl vakit alıyorsa, o ruhtan çıkmaları da bir anda olmuyor.
İşte bu yüzden yolsuzluk ve rüşvet skandalı patlak verdiği günün ertesinde kitleler peşinden gittikleri “ideal”den bir anda vazgeçemiyor. Kalp ve beyin arası mesafenin kat edilmesi zaman alıyor.
Biz saf saf “Peki ya gerçekler?” deyip duruyoruz.
Oysa kitleler gerçeklerle ilgilenmiyor.
Onları cezbeden sahteyi ilahlaştırarak hoşlarına gitmeyen açık gerçeklere yüz çevirmeyi daha uygun buluyorlar.
*
Kitle halindeki bireyler iradelerini kaybettiklerinden içgüdüsel olarak iradesi sağlam olana dönüyorlar.
“Kitlenin ruhuna daima hâkim olan hürriyet ihtiyacı değil, esirlik ihtiyacı. İtaate susadıkları için liderleri olduğunu söyleyen kimsenin ardından gidiyorlar.”Le Bon öyle diyor.
Ve ne yazık ki ülkemizden tanıdık bir manzarayı tarif ediyor.