Sunday, February 24, 2013

İnsanın Anlam Arayışı - Viktor E. Frankl


Avusturyalı bir psikiyatr olan  Frankl bu kitabında; logoterapiyi keşfetmesine yol açan kendi deneyimlerini anlatıyor. Toplama kamplarında uzun süre kalan Frankl, varoluş sorunlarının içyüzünü ortaya çıkarmayı başarmış. Toplama kamplarında ailesini ve herşeyini kaybeden yazar yine de yaşamın sürdürmeye değer olduğunu savunuyor.

“Sevilen insanlara ilişkin sıkı sıkıya koruna imajlar, din, keskin bir mizah duygusu, hatta doğanın iyileştirici güzelliklerine (bir ağaca, günbatımına) kaçamak bakışlar yoluyla, yaşanan açlığa, korkuya ve haksızlık karşısındaki derin öfkeye katlanmak mümkün olabilmektedir.”

“Yaşamak acı çekmektir, yaşamı sürdürmek, çekilen bu acıda bir anlam bulmaktır”


Yazar onca çektiği acıya rağmen ne karamsar ne de pek çok psikiyatr gibi dine karşı.... Mutluluğun ve başarının kendiliğinden olması gerektiğini, ona aldırış etmezseniz kendiliğinden gerçekleşmesine izin verirseniz onun sizi bulacağını söylemekte.
Kuru teorilerin yerine yaşanmışılıların damıtıldığı, varoluşçu psikolojiyi incelemiş veya insanı sürükleyen hayatın gerçek anlamını arayanların çok severek okuyacağı ve kütüphanesinde bulundurması gereken bir kitap.

KİTAPTAN BAZI SEÇMELER


“Toplama kamplarında yaşayan bizler, o kamptan bu kampa koşan, ellerindeki son ekmek kırıntılarını vererek başkalarını teselli etmeye çalışan insanları anımsayabiliriz. Sayıları az olabilir ama bu bile, bir insandan bir şeyin dışında herşeyin alınabileceğini yeterince gösterir: İnsan özgürlüklerinin sonuncusu: yani belli koşullar altında insanın kendi tutumunu belirlemesi, kendi yolunu seçmesi.”
“Acı, nevrotik bir semptom olmaktan çok, özellikle varoluşsal engellemeden kaynaklanıyorsa, insanca bir başarı da olabilir.”

“Yaşamak için bir nedeni olan kişi, hemen her nasıl’a dayanabilir” Neitzsche

İnsanın gerçekten ihtiyaç duyduğu şey, gerilimsiz bir durum değil, daha çok, uğruna çaba göstermeye değer bir hedef, özgürce seçilen bir amaç için uğraşmak ve mücadele etmektir.”
“Herkesin yaşamında özel bir mesleği veya uğruna çaba harcanacak bir misyonu, yerine getirilmeyi bekleyen somut bir görevi vardır. Ne onun yaşamı değiştirilebilir ne de yaşamı tekrarlanabilir. Bu nedenle herkesin işi, bunu yürütmeye yönelik özel fırsatları kadar eşsizdir.”
Kişi, hizmet edeceği bir davaya ya da seveceği bir insana kendini adayarak ne kadar çok kendini unutursa, o kadar çok insan olur ve kendini de o kadar çok gerçekleştirir”
“Yaşamın anlamını üç farklı yoldan gerçekleştirebiliriz. 1. Bir eser yaratarak ya da bir iş yaparak 2. Bir şey yaşayarak ya da bir insanla etkileşerek 3. Kaçınılmaz acıya yönelik bir tavır geliştirerek.... yaşamda anlam bulmanın ikinci yolu, bir şey-iyilik, doğruluk, güzellik gibi- yaşamak, doğayı ve kültürü yaşamak, son ve bir o kadar önemlisi de olanlara eşsizliği ile bir insanı yaşamaktır. Yani onu sevmektir.
“Sevmediği sürece hiç kimse, bir başka insanın özünün tam olarak farkına varamaz. Sevgisi yoluyla insan, sevilen kişideki temel kişilik özelliklerini ve eğilimlerini görebilecek duruma gelir ve dahası, ondaki gerçekleşmemiş olan ancak gerçekleştirilmesi gereken potansiyelleri görür. Sevdiği insanın, ne olabileceğinin ve ne olması gerektiğinin farkına varmasını sağlayarak potansiyelini gerçekleştirmesini sağlar.”
“İnsan, olası olduğunda, dünyayı, daha iyiye doğru değiştirebilme ve gerektiği takdirde de kendini daha iyiye doğru değiştirebilme yetisine sahiptir.”
“Son günlerde, en çok saygı duyulan insanların, büyük sanatçılar, ünlü bilimciler, büyük devlet adamları ya da sporcular değil, yaşadıkları kötü kaderin başı dik efendisi olmayı başaran insanlar olduğu anlaşılmaktadır.”

Haluk Akalın

Tuesday, February 19, 2013

Egemen Güçlerin Savaş Psikolojisi



Bazıları insanların kuzu, bazıları da kurt olduğuna inanır, hatta daha ileri giderek kendi görüşlerini destekleyecek uygun kanıtlarda bulabilirler. İnsanların kuzu olduğunu ileri sürenlerin şunları belirtmeleri yeter:kendileri için zararlı olsa bile, insanlar onlara söylenenlerden kolaylıkla etkilenebilirler; belli bir inançla söylenen, kaba kuvvetle desteklenen her şeye inanırlar. Bu durumdaki insanların çoğu,kendilerini kandırmak için korkutucu yada tatlı bir sesle konuşanların karşısında kendi isteklerinden vazgeçmeye hazır,kolaylıkla etkilenebilen,yarı uyanık çocuklara benzerler.
Diktatörler kendi düzenlerini oluştururken insanların kuzu olduğu fikrine inanmışlardır,
dahası insanların kuzu yada koyun olduğu, bu nedenle kendileri adına karar verecek önderlere gereksinme duydukları inancı yüzünden önderler de şuna inanmışlardır: Kendileri,
insanlara istediklerini verdiklerinde-acı olsa da- ahlaksal bir görevi yerine getirmekte,
insanların omuzlarından sorumluluk ve özgürlük yükünü almaktadırlar.
Katiller,yaptıklarının soylu bir davranış olduğunu kanıtlamak için masallar uydurmak zorunda kalıyorlar.Koyunların çoğunun kendileri gibi davranmalarını sağlamak için kurtlar,özgürlüklerinin tehdit edildiğini,mayınlanan kendi insanlarının çocuklarının,ırzına geçtikleri kendi kadınlarının,çiğnenen onurların öcünü aldıklarını söylüyorlar.
Ulusların düşmanlarını yok etmek için en yıkıcı güçleri kullanmayı tasarladıkları,
kendilerininde bu yıkımda yok olacaklarını bilmelerine karşın vazgeçmedikleri günümüzde,bu sorunların yanıtları büyük bir önem taşıyor.
Savaşlar,siyaset ve iş alanındaki önderlerin toprak kazanmak,doğal kaynakları ele geçirmek,ticari çıkarları sağlamak amacıyla aldıkları kararların sonucunda çıkar.
Sivil yaşamda bunlar olsa olsa kendi rakiplerini yok edebilecekken,güçlü ve ahlaksal bağı olmayan egemen devletlerden oluşan dünyamızda tüm insan ırkını ortadan kaldırabilirler.
Savaş açmak için nasıl silahlar ve donanım gerekliyse,milyonlarca insanın yaşamlarını tehlikeye atmaya ve katil olmaya sürükleyebilmek için de nefret,öfke,yıkıcılık ve korku gibi tutkular gereklidir.Özellikle egemen devletler, stratejilerinde yer alan bu tutkuları kullanmayı alışkanlık edinmişlerdir.
Ölüm sevgisi,hastalıklı narsisizim ve birlikte yaşayan insanlar arasındaki kandaşla cinsel ilişki saplantısı insan eğilimlerinin en kötü ve en tehlikeli temelini oluşturan üç olgudur.Bu üç eğilim birleşerek insanı yıkmak için yıkmaya,nefret etmek için nefret etmeye götüren çürüme belirtilerine götürür.
Tehdit edilme duygusu ve bunun yol açtığı tepkisel şiddet çoğu zaman gerçeklikten değil,insanın zihninin bulandırılmasından doğar;siyasal ve dini liderler düşman tarafından tehdit edildiklerine inandırarak yandaşlarında tepkisel düşmanlıktan doğan öznel bir karşı koyma duygusu oluştururlar.Bu tür bağımlılık olduğu sürece güç kullanarak ve kandırma yoluyla sunulan her şey gerçek kabul edilecektir.İnsanlar kendilerini tehdit altında hissederlerse,kendilerini savunmak için öldürmeye,yok etmeye hazırdırlar.Paranoya kuruntularından doğan öldürülme korkusunda da aynı mekanizma işler;
Engellemeden doğan saldırganlığa bağlı olan gıpta ve kıskançlık tan doğan düşmanlıklarda olanlarda farklı değildir.öç alıcı şiddet,göze göz dişe diş kuralına göre öç almak.
Sanayileşmiş ulusların ençok ezilen alt-orta sınıfları,ırksal ve ulusal duyguların odaklandığı
Sınıflar oldukları gibi,öç alma duygularının da toplandığı sınıflardır.Ağır ruh hastalıklarında öç alma duygusu yaşamın en yüce amacı olur.Üretme yeteneği körelir,inancın yıkılmasından doğan yıkıcılık da çok büyük düşmanlık duygusuna sebebtir.
Böl ve yönet,kaynakları sömür,yukarda arz ettiğim ,insan ırkına yakışmayacak bir şekilde,ırkını katlet, sömürgeci ahlak dışı Egemen güç olma arzun için!Önce Ülkeyi karıştır,sonra ülke halkını kurtarmaya geliyorum de,sonra o kurtarmaya çalıştığın halkı da katlet..Bu yöntem bence,Büyük Ortadoğu Projesinin Uygulama yöntemidir .
Ahlak dışı egemen devletlerce, bilinçaltı fütursuzca kullanılan , yok etmeye endeksli ülkem dahil diğer ülke insanlarını, güçsüz kılacakları savı ne kadar doğrudur?
Bu kadar değerli bilim adamının olduğu ülkemiz dahil diğer ülkelerde,ülke insanlarının içinde olduğu travmaları görecek bu travmaları tedavi edecek yöntemleri ve kullanılacak kitlesel teknolojileri gündemin ilk sırasına oturtan kurumlar varmıdır?
İnanmıyorum,ırkına ihanet etmiş,insanlığa işlenen suçların hiçbir gelişmiş sömürgeci ahlak dışı egemen devlete ve insanlarına mutluluk getireceği düşüncelerine inanmıyorum. ALINTI

Saturday, February 9, 2013

İd-Ego-Süperego



 Cüneyt KÖSE

Yaşamda bir türlü dolduramadığımız ‘boşluk’lardan, tamamlayamadığımız ‘eksik’lerden söz ederken, ‘boşluk’/’eksik’ fikrini kafamızda şekillendiren şey nedir? Tam da bu ‘başarısızlık’ deneyimimiz değil midir? Hangi tür başarısızlıktan söz ediyoruz?  Arzularımızla taleplerimiz/isteklerimiz arasındaki mesafe: Arzu kendini tam anlamıyla doyuracak nesne-dilden yoksundur. Arzunun dile getirilişi talepler/istekler olarak ortaya çıkar ve tikel-somut nesnede içerik kazanır. Talepler tikel nesnede doyuma ulaşır, ama arzu hala tatminsiz boşluğumuz olarak kalır. Hatta ikisi arasında paradoksal bir karşıtlık da tanımlayabiliriz: Talepler doyuruldukça arzularımızın boşluğu daha da büyür. Yani her ‘başarısızlık’ deneyimi, içine düştüğümüz, düştükçe büyüttüğümüz boşluğun deneyimlenmesidir.

Arzularımızla taleplerimiz (dil) arasındaki bu boşluğu kapatmak için devreye fantezilerimiz girer. Biz bu sayede aklı başında tutarlı bir hayat yaşarız. Daha doğrusu arzuların karanlık dehlizlerinden, kaotik ve ölümcül boşluğundan kendimizi sıyırırız. Bizzat bu ‘sıyırma’ deneyimi sayesinde kendimizi de meydana getirmiş oluruz. Boşluk karşısında kendimizi ‘ontolojik’leştiririz; ‘varlık’ haline getiririz. Bu açıdan bakarsak,insanların özgürlüğü değil, özgürlükten varlığın düzenine kaçtığını söylemek mümkündür. Fantazilerimiz de ‘varlık’la ‘boşluk’ arasındaki çatlakları kapatan bir harçtır. Ve bu fanteziler hakkında ‘iyi-kötü’ (etik), ‘güzel-çirkin’ (estetik), ‘doğru-yanlış’ (epistemolojik) yargılarda bulunulabilir. Çünkü bunlar bir tür ‘yüceltme’ de olabilir, ‘sapkınlık’ da… Belki Freudçu bir yol izleyerek (kestirme yol zaten açılmışken aynı yere çıkan yeni yollar açmaya ne gerek var, değil mi?), fanteziyi ‘id’in kontrası olarak düşünebiliriz. ‘İd’ hayvani içgüdülerden ‘ölüm dürtüsü’ne dek uzanan skala içinde düşünülebilir. Sosyalleşme olgusu ‘id’i baskılar; fanteziyi bastırılan ‘id’in geri dönüşü olarak yeniden tanımlamış olalım. Ama bu nasıl olur? ‘Hayvani içgüdü’ olarak ‘id’ saf hayatta kalma güdüsüdür. Yaşama iki elle sarılmamızı sağlayan libido… Ne var ki, ‘ölüm dürtüsü’ buna karşıt bir deneyim demektir: Ölüm dürtüsünü düz bir şekilde ‘ölüm korkusu’ anlamına getiremeyiz. Bilakis, Kirkegaardçı anlamda o ‘ölümsüzlük korkusu’dur. İnsanın yüce bir anlam uğruna hayatını feda edebileceğini anlatır. Bunu Hegelci ‘Tin/öz mantığı’ açısından ele alırsak: Sosyalleşmenin ilk aşamasında insan, hayvani içgüdülerini bastırır ve bu bastırma sonucu ‘bilinçdışı / bilinç’ bölünmesi oluşur. Bu ilksel bastırma aşamasında bastırılan şey sapkın fanteziler olarak geri döner ve bilinçdışına dahil olur. Temelde ‘fantezi’yi bu ‘sapkın düşünce’ye indirgeyebiliriz. Aynı şeyi Aziz Agustinci bir dille de anlatabiliriz: ‘Günahlar yasağın ihlali değil, onun ürettiği fazlalıklardır’, geri dönüşüdür…

İşte bu sapkın fantezilerimiz bizim ‘süperego’muzdur da. Yasanın ve toplumun beğenisine sunduğumuz yüzümüz ise ‘ego’ ya da ‘benlik’ dediğimiz şeydir. İkinci aşama ise, bu sapkın fantezilerin ‘yüceltme’ yoluyla katedilmesidir. Fantazilerle ‘yüceltme’ yoluyla başa çıkamadığımızda onunla özdeşlemiş oluruz. Bu da sapkın fantezilerimizi hayata geçirmek demektir ki, bu ‘iyi’ bir şey değildir…:) Lacancı tabirle ‘Yüceltme’ sıradan tikel bir nesneyi ‘yüce nesne’ (evrensel) statüsüne taşımak demektir. Bunu yazının başındaki ‘boşluk’la ilişkilendirecek olursak, ‘yüce nesne’ (yüceltme), sıradan tikel bir nesnenin/anlamın gelip bu ‘boşluk’u tam tamına doldurması demektir. Bu boşluk ne kadar büyükse ‘yüceltme’ de (ve hala fanteziye dahiliz) o derece gerçeklikten uzak, soyut, tözsel bir şekle bürünür; Bunun en tipik örneği tabi ki, ‘Tanrı’dır. Öyle devasa bir boşluk ki, onu ancak kadir-i mutlak bir ‘Tanrı’ doldurabilir. (burada, sırasıyla Yunanlıların, Yahudilerin, Hristiyanların ve İslamın Tanrısı arasındaki önemli farkları saklı tutuyoruz)… Ama en genel anlamda Tanrının tikel ifadesi ‘peygamberler’ ve ‘kitapları’dır. Tabi ki, aşk da bir yüceltmedir; ve yine tikel ifadesini sıradan bir insan olan ‘sevgili’de bulur; ya da sıradan bir cinselliği (cinsellik kendi içinde zaten iğrençtir) aşka dönüştürürüz (her deneyimin bir öznesi vardır; özne bu deneyim demektir). Marksizmi de bir tür yüceltme olarak okuyabiliriz (dışlananların perspektifinin yüceltimesi); o da tikel ifadesini ‘Lenin’de bulur. Bir çok ‘yüceltme’ biçimi sayılabilir. Yüceltme tikeli evrenselleştirme deneyimidir. Ve hepsi ‘aşk’la dolayımlanmıştır. Aşk, evrensel ile tikelin büyülü örtüşmesinin deneyimidir; sıradan, hatta iğrenç bir cinsellik deneyimini bile ‘yüce’ bir deneyime dönüştürür, falan filan…

Fantaziyi özneleşme (öznel dolayım) yoluyla sapkınlıktan yüceltmeye giden bir süreç olarak tanımlasak bile, bu sapkınlık boyutunun tamamen dışsallaştırılarak aşılması anlamına gelmez; bunu Hegelci diyalektik mantık içinde düşünmek gerekir. Burada ‘aşma’ ya da Lacancı tabirle ‘katetme’ ‘içererek aşma/katetme’dir. Sosyalleşmenin ilk adımında id dışsallaştırılarak aşılır, yani 'içsel'i bir sosyal töz (ahlaki ve hukuki yasaklar ya da ödip) olarak dışsallaştırır. Bu türden dışsallaştırma ötekileştirmedir de. Yani ‘ben ve öteki’nin yüzeysel bölünmesidir. Oysa ‘içererek aşma’ ya da (Derridacı tabirle) ‘içsel dışsallaştırma’da ötekileştirilen içselleştirilerek/içerilerek aşılmış olur. Yani bölünme iki ayrı varlık arasındaki yüzeysel-sahte bölünme olmaktan çıkar, varlığın kendi içindeki ‘derin’ bölünme deneyimine dönüşür (bir anlamda buna 'öz-bilinç/özbenlik' denebilir: dışsallaştırdığı kedini tekrar içine alma anlamındaki totolojik hareket ya da Niçe'nin diyeceği gibi 'bengi-dönüş'). Böylece ‘varlık’ boşluğu/eksiği tam da bağrına taşımış olur. Yani ‘Varlık’ eksiklikle malul hale gelir, sorunsallaşır. Böylece Hegel’in ‘Töz aynı zamanda öznedir’ sözüne açıklık kazandırmış olduk.

Demek ki, yüceltmeyi de aşamalandırmak gerekiyor: Tanrı hala içselin yalın bir tözleştirilmesi, ötekileştirilmisidir. Hegelci son aşama onu içselleştirip aşmaktan geçiyor ki, bu da Marksist yüceltmenin alanına giriyor: Tanrısal, önceden belirlenmiş kaderimiz, benim Tanrıyı dışsal bir töz haline getirmemin sonucunda geçerli bir gerçeklik boyutu kazanır. Yani tanrının kadiri mutlak dışsal ve belirleyen olduğuna inanırsam ‘kader’ dediğim şey bu inanma edimim sayesinde beni belirler (dışsal düşünce); böylece nesneleşmiş olurum. Oysa dışsal Tanrıya atfettiğim yaratıcı gücün benim varlığımı bölen içsel-yaratıcı bir deneyim olduğunu kavrarsam (kavramı da bizzat deneyim olarak alıyoruz) kaderin benim varlığımı belirleme biçimini belirlemiş olurum (belirleyici düşünce). Yani öznel dolayım yoluyla nesnel kaderimi belirlemiş olurum… Bu aşamaları ayıran şey ise travmatik deneyimleridir. Aynı toplum biçimlerini ayıranın devrimci deneyimler olması gibi…

Bu açıdan baktığımda bugünün postmodern dünyasını pornografikleşme olarak tanımlayabileceğimizi düşünüyorum. İd’in üzerindeki egosal baskı kalkmış ve sapkın fanteziler boşanıp gerçekliğimiz haline gelmiş… Freudyen bir dille, id ile süperegoyu ayıran ve bizim normalliğimiz olan ego ortadan kalkmış ya da kalkmak üzeredir. İd bastırılmış fantastik-kurgusal boyutunu kaybetmiş, iğrenç bir pornografiye dönüşmüştür ki, yalın cinsellik bile yanında masum kalır. Kısacası dilimiz bile pornografiktir.