Wednesday, November 25, 2015

Devlet Terörü ve Panik Psikolojisi

Meydan Gazetesi- Devlet Terörü ve Panik Psikolojisi

Tarih “devletlerin katliamları” ile kana bulanmış kırmızı kapaklı bir kitap gibidir. Karıştırdığınız her sayfadan kan ve vahşet akar, “devletin bekası” için harcanan hayatlar akar. Devletler yeryüzünün en büyük ve en organize terör örgütleridir. Buna rağmen devletin kendisi, akademiler ve sözüm ona terör uzmanları terörist kelimesini ısrarla ondan uzak tutarak çoğu zaman devrimcilere yapıştırır. Terör, devletlerce uygulanagelen fiziksel ve psikolojik bir savaş stratejisidir. Adalet, özgürlük ve barış için mücadele eden insanlar, devletin terörüne en fazla maruz kalan kesimdir. Terör, devlet ile o kadar özdeş bir kavramdır ki, son dönemlerde adı sıkça anılan, yaşadığımız toprakları ve Ortadoğu’yu kana bulayan terör örgütü IŞİD bile ağabeylerine özenerek kendisine devlet unvanını yakıştırmaktadır. Bu, son derece manidardır.
Şurası açık ki, önce Amed sonra Suruç ve şimdi Ankara’da patlatılan bombalar canımızı çok yaktı; birçok dostumuzu, yoldaşımızı devletin bizzat organize ettiği bu saldırılarda yitirdik. Devlet, bu terör saldırılarıyla sadece canlarımızı almayı hedeflemedi; toplumun kimi yeteneklerini de zaafa uğratmaya, sakatlamaya çalıştı. Bomba belki Ankara’da patladı ama yarattığı acının yanında korku ve panik de bu toprakların dört bir yanında yankılandı, devlet bu konuda kısmen amaçladığını elde etti.
Bunun en belirgin yansımasını patlamadan iki gün sonra, Ankara metrosunda yaşanan “canlı bomba paniği”nde gördük. Metro hınca hınç doluyken, bir kadın endişe ve korku dolu bir sesle “Arkadaş canlı bomba” diye bağırdı. Gerisi tanıdık manzaralar. Korku, panik, izdiham…
Olayın asılsız olması, o an orada olanları rahatlatsa da, içinde yaşadığımız toplumun nasıl bir gerilimin içerisinde olduğuna, patlamadan sonra yaşanan travmanın ne kadar ciddi olduğuna dair bize ipuçları veriyor. Üstelik bu tek bir örnek; canlı yayın sırasında fünyeyle patlatılan bombalar, asılsız bomba ihbarları birbirini izledi. Şehir meydanlarında, metro istasyonlarında, GBT kontrolleri arttırıldı. Ağır silahlı polis ve askerler “vatandaşları korumak” için ortalarda fink atmaya başladı.
Amed’de, Suruç’ta ve Ankara’da patlattığı bombalarla yaşadığımız toprakları “terörize” eden devlet, bombanın doğal etkisi olan toplumsal travma (şok dalgası) ile yeni bir etki yakalamaya çalıştı, çalışıyor. Panik ve korku imparatorluğu!
Bir Bomba, Asla 1 Bomba Değildir!
Evet, bir bomba asla 1 bomba değildir. Bir yerde bir nükleer bomba patlarsa, patlamanın gücüyle oluşan şok dalgası kilometrelerce öteye kadar yayılır. Bir gölün ortasına bir taş atarsanız, taşın etkisinin halka halka büyüyerek kıyıya dek ulaştığını görürsünüz. Bir yere bir bomba bırakırsanız, sadece oradaki insanları öldürmezseniz, bu olaya doğrudan ve dolaylı olarak şahitlik eden herkeste bir şeyleri öldürmüş olursunuz. Yani Ankara’da patlayan bomba, hangi şekilde olursa olsun olayın yankılandığı her noktada patlamaya devam eder!
Tedirgin bakışlar, huzursuz davranışlar, kasılmış bedenler birbirine eklenip korku ve paniği büyütür. Evet, bomba patlamaya devam eder; evet bomba öldürmeye devam eder; cesaretimizi, onurumuzu, dayanışma arzumuzu sakatlar! Bomba en başta bedenleri parçalar ama en çok ruh ve beden bütünlüğümüzü parçalar. Kaldı ki, terörün ve asıl terörist olan devletin kastı da tam olarak budur. Yaşamı, yaşanmayacak hale getirene kadar korku, panikle doldurmak!
Bu şok dalgasının genişleyen halkaların içinde ne vardır peki? Elbette travma, korku, panik ve endişe. Hem de toplumun hiçbir bireyini es geçmeyecek şekilde yayılan bir travma. Patlamanın olduğu alanda sağ kalanlar, olayı sosyal medyadan bilgisayarın karşısında öğrenenler, televizyondan seyredenler, birilerinden duyanlar, ne olup bittiğini tam olarak anlamayan ama anne ve babaların suratlarındaki endişe ve korkudan tedirgin olan çocuklar ve elbette patlamada yaşamını yitirmiş olanların yakınları… Hatta ve hatta katliamı umursamayan ve belki de kısmen yaşananlara sevinenleri de içine alan bir halka ve şok dalgası…
Psikiyatri bu durumu Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB) olarak tanımlıyor. Travmanın etkisi olaya fiziksel ve duygusal yakınlığa göre fark gözetir: Olaya direkt maruz kalmayan, az önce adını andığımız halkaların çeperinde yer alanlarda, kızgınlık, yaşama karşı güvensizlik, korku, endişe ve hayatın anlamını sorgulama gibi hisler ve durumlar açığa çıkıyor. Diğer yandan halkaların merkezine yaklaştıkça travma daha da derinleşiyor.
Şok, korku, öfke, suçluluk, kaygı, çaresizlik ve umutsuzluk;
Gerginlik, yorgunluk, uyku sorunları, yeme bozuklukları, kalp atışlarında düzensizlik ve ani irkilmeler;
Huzursuzluk, güvensizlik, kendini reddedilmiş ya da yalnız hissetme, aşırı yargılayıcı ve suçlayıcı olma, her şeyi kontrol altında tutma isteği, çevreye ve olaylara yönelik ilgide azalma;
Olayla ilgili görüntülerin sürekli akla gelmesi, olayı hatırlatan en ufak şeylerin kişiyi o ana götürülmesi ve beraberinde konsantrasyon bozuklukları açığa çıkabiliyor.
Öte yandan, önceki saldırıda hedef olan politik ya da etnik grubun yeni bir saldırının hedefi olabileceği kaygısı da bu insanların yaşadıkları travmayı katmerleyen bir diğer etken oluyor.
Her ne kadar psikiyatrinin kendisi, bu noktada kişiler üzerinden doğru tespitler yapıyor olsa da, koyduğu çözüm önerileri oldukça güdük kalıyor. Tedaviler, seanslar, toplum merkezleri gibi çözüm arayışları yaşanan böylesine bir toplumsal olay için bir hayli kişisel kalıyor. Psikiyatri, her zamanki hatasına düşüp, toplumsal bir sorunun çözümünü bireylerin yaşamında olabilecek birkaç ufak değişiklikte arıyor.
Evet, acılarımız, korkularımız ve meseleyi ne derece farklı hissettiğimiz biricik olabilir. Fakat bu vaka, kesinlikle toplumsal bir vakadır. Bu saldırı devlet eliyle organize edilmiş, bütün detaylarıyla planlanmış, ölecek insanların politik görüşlerinden, bu meseleden toplumun geri kalanı ne kadar ve ne şekilde etkileneceği düşünülmüş, toplumda oluşan travmanın, devleti yönetmeyi kolaylaştıracağı, insanları sokaktan uzak tutacağı, gündelik sosyal yaşamı tahrip edeceği, toplum içerisindeki iletişimi, dolayısıyla insanların arasındaki ilişkiyi ve güven duygusunu sakatlayacağı öngörülmüş ve hatta insanların katillerinden kendilerini korumasını bekleyeceği “sağlıksız” bir gerçekliğin yaratılması ince ince hesaplanmıştır.
Elbette, ne bu korku ve panik havası çok anormal ne de toplumun içinde bulunduğu travmanın kendisi de garipsenecek bir şey. Dostlarını, yakınlarını, yoldaşlarını yitirmiş insanların ya da bu olaya herhangi bir şekilde maruz kalmış diğerlerinin yaşadığı ortama ve geleceğe karşı bir “…acaba…” ile yaklaşması bizi şaşırtmalı.
Fakat şunu unutmamalıyız ki, katillerimizin korumasına muhtaç kalmamak böyle alçakça saldırılara tekrar karşılaşmamak için, dahası kaybettiğimiz dostlarımızın arzularına ve inançlarına sahip çıkmak için korkunun yerini cesaretle, paniğin yerini sakinlikle değiştirmeli. Bizi bile isteye yalnızlığa ve yalıtılmışlığa gömmek isteyen bu iktidar odaklarına karşı “paylaşma ve dayanışmayı” yükseltmeli, yaşadığımız acıyı, hissettiğimiz öfkeyi kavgayla harmanlayıp mücadele etmeye devam etmeliyiz. Çünkü acılarımızı saracak, öfkemizi dindirecek, toplumu bu travmadan çıkartacak ve dostlarımızın anısını ve fikirlerini yaşatacak olan şey mücadelenin ta kendisidir!
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 29. sayında yayımlanmıştır.

Tuesday, November 17, 2015

Irkçılığın Psikolojik, Sosyal Psikolojik, Psikanalitik Açıklamaları Alaeddin Şenel

Irkçılık bazı yazarlarca, korku, nefret, güvensizlik, dayanışma, fazla enerji, tutku gibi psikolojik ve sosyal psikolojik etmenlerle açıklanır. Pek çok açıklama bu başlık altında toplanabilir, ortaya atıldıkları tarih sırasına göre üç örnek ile yetiniyoruz. Bunlardan Reich'ınki psikanalitik olarak bir; Adorno ve arkadaşlarının açıklaması psikolojik ve sosyal psikolojik olarak iki; Krech ve Crutchfield'in açıklamaları psikolojik, sosyal psikolojik ve psikanalitik olarak üç boyutu da içeren açıklamalardır.210 
 a. Wilhelm Reich'ın Orta Sınıf İnsanının Bastırılmış Cinselliğinin Ürünü Olarak Irkçılık Kuramı 

Wilhelm Reich (1897-1957) Faşizmin Kitle Ruhu Anlayışı adlı yapıtında, ırkçılığı faşizmin bir öğesi, ancak (s. 112'de) «Alman faşizminin tutunduğu ana menteşe ırk kuramıdır»211 diyecek kadar önemli, asal bir öğesi olarak görür. Reich bir öğretinin ekonomik temelinin onun somut dayanağını açıkladığını, ama bize onun akıldışı çekirdeği konusunda bir şey öğretmediğini (s. 118'de) söyler. Bir öğretinin maddesel, ekonomik temeli iki yönlüdür. Öğreti dolaylı yoldan toplumun ekonomik yapısına bağlıdır; dolaysız yoldan bu öğretiyi üreten ve toplumun ekonomik yapısıyla belirlenen insanların kendilerine özgü zihinsel yapılarına bağlıdır. Böylece, akıl dışı, ideolojik bir ortamda yetişen insanlar, akıldışı «kişilik yapıları» kazanırlar.

Reich'a göre emperyalizmin görüş açısını anlamak için onu doğuran ekonomik temele bakmalıyız. O zaman faşist ırk kuramı ile ulusçu öğretinin, ekonomik güçlüklerle karsılaşan bir egemen katmanın emperyalist amaçlarına bağlı oldukları görülür. Ancak bu ekonomik etmenler öğretinin özünü oluşturmaz, yalnızca yeşereceği toprağı oluştururlar. Faşist öğretinin akıldışı çekirdeği, faşist kişilik yapısıdır.

Reich, yapıtının (1942 yılında yapılan) birinci baskısında faşizmi, bir siyasal ideolojiyi örgütlü bir biçimde temsil eden siyasal partilerden biri gibi gördüğünü söyler. Her katmandan, her ırktan, her ulustan ve mezhepten insanları kapsayan hekimlik deneyimi, ona bu eski görüşünün yanlışlığını göstermiştir; faşizmin, orta sınıf insanının kişilik yapısının siyasal alanda örgütlenmiş görünümünden başka bir şey olmadığını öğretmiştir. Faşist kişilik yapısı belli partilere, ırklara, uluslara özgü değildir. Dahası, kişilik çözümlemesi alanında yaptığı deneylerle, faşist duyarlılığın ve düşüncenin bazı öğelerini taşımayan tek canlının [insanın] bulunmadığı, sonucuna varmıştır. Irksal önyargıların etkilerinin genişliği, dünyanın dört bir yanına yayılmış bulunmaları, bunların kaynağının insan beynindeki akıldışı kesim olduğunu göstermektedir. Öyle ki, ırklar kuramı faşizmin uydurduğu bir şey değildir; tam tersine, ırksal nefret, bu nefretin siyasal alanda dile getiriliş biçimi olan faşizmi doğurmuştur. Irkçı öğreti orgazm güçsüzlüğü çeken insanın kişiliğinde dışa vuran biyolojik bir hastalıktır. Faşizm, makineci buyurgan uygarlıkla onan makineci gizemci öğretisi tarafından ezilen insanın temel coşkusal tutumudur, bir «coşkusal veba»dır.

Ne var ki bu hastalığın kökleri derindedir. Bu bakımdan faşizm, ilk güdüleri, biyolojik güdüleri, binlerce yıldır baskı altında tutulan sıradan bireyin akıldışı kişilik yapısının dile gelmesidir. Buraya kadar düşüncelerini daha çok kendi sözlerinden izlediğimiz, bundan sonra izlemekte güçlük çekip yaptıklarını daha çok yorumlama yoluna gideceğimiz Reich, faşizmi, nesnel koşullar bakımından ekonomik bunalıma ve emperyalist eğilime bağlayan (Marksist), öznel koşullar bakımından cinsel güdüleri bastırılmış insanın akıldışı, gizemci kişilik yapısına bağlayan (Freudçu) bir sentezle açıklamaya çalışmaktadır. Bu iki olgu arasındaki bağlantıyı, anlayabildiğimiz kadar, ırkçılık kuramının sağladığını düşünmektedir. Ekonomik ve psikolojik öğelere bu ideolojik öğenin de katılmasıyla Faşizm, Reich'a göre, bir kitle eylemine dönüşmüştür. Hitler, geleneksel toplumsal yapılar arasında, özellikle aile içinde sıkışıp kalan cinsel enerjiyi açığa çıkarmış, harekete geçirmiştir212.

Reich yapıtının üçüncü baskısına yazdığı önsözde (s. 20' de) on yıl önceye (birinci baskının yapıldığı yıla) oranla ırkçı kuramın biyolojik gizemcilikten başka bir şey olmadığının daha iyi görüldüğünü söyler. Irkçılık kuramının dile getirdiği bu biyolojik gizemcilik şöyle işler: Saf Aryan ırkı düşüncesinin içindeki saflık kavramıyla, ırkın karışması korkusu yaratılarak, cinsel imsak yüceltilmiş, daha doğrusu geleneksel cinsel baskılama ideolojik bir biçim verilmiş olur. Naziler arasında cinsel ilişkilere ancak ırk, ulus, parti gibi belli kültür değerlerine katkıda bulunmak için izin verilmesiyle de, cinsel enerji parti yararına kullanılmış olur. Cinsel baskının biriktirdiği öfke ise, imsakçı davranmayan, ırkı karışık halklarla, kendilerinden Aryan ırkının saflığını bozma tehlikesi gelen Yahudiler'e yöneltilir. Bu öfke kendini Yahudiler'e eziyet etmek gibi sadist biçimlerde ortaya koyabilir. Irkçı kuram içinde Cermen kanının Yahudi kanıyla zehirlendiği görüşü, Alman düşünüşünün de Yahudi Marx tarafından zehirlendiği çağrışımını yaptırmaktadır.

Öte yandan efendiler ırkının üstünlüğüne inanmak, nasyonal sosyalist kitlelerin, kendilerini bu ırkın simgesi olarak sunulan führer ile özdeştirmelerine varır. Böylece, bir yandan yığın içindeki önemsiz kimselerin führer oldukları düşüne kaptıracak kadar körleşmelerine; öte yandan führere bağlanarak tutsaklıklarını seve seve benimsemelerine yol açar. Irkçı öğretide ırkların karışması kavramının toplumun egemen sınıfıyla ezilen sınıfların karışmaması kavramını gizleyişinde, sınıflı toplumda cinsel baskının oynadığı önemli rolü görürüz.

Cinsel baskı sonucunda biriken enerjileri böylece yücelten ya da saptıran nasyonal sosyalizmin ırk kuramının çekirdeği, ataerkil ailenin cinsel baskı ile bilinçaltına soktuğu «doğal cinsel yaşam ile orgazm işlevi karşısında duyulan öldürücü korkudur». Böylece Reich Alman faşizminin tutunduğu ana menteşenin ırk kuramı olduğunu ortaya koymuş olduğunu düşünür.

Reich 'a göre, Naziler'in emperyalizme hizmet eden ırkçılık öğretisi, tüm çelişkileriyle ve saçmalıklarıyla, akıldışı kökenlidir; olguları kendi kanıtlarına göre eğer büker. Böyle özünde irrasyonel olan bir düşünüşü rasyonel kanıtlarla çürütemezsiniz. Onu çürütmek için akıldışı işlevlerini günışığına çıkarmak gerekir. İki akıldışı işlevi vardır: 1. emperyalist özlemlere biyolojik bir kanıt kazandırmak, 2. ulusçu duyarlılığın bilinçdışı duygusal güdülerini dile getirip bazı ruhsal eğilimleri gizlemek.
b. Adorno ve arkadaşları’nın Etnosantrizm ve Yetkeci Kişiliğin Bir Ürünü Olarak Irkçılık Kuramı 

Reich ırkçılığı, kökleri binlerce yıl gerilere dayanan cinsel duyguların bastırılmasıyla ilişkilendirdiği faşizmin, coşkusal veba dediği faşizmin dayanağı olan bir hastalık gibi görürken, faşizmi ve ırkçılığı Reich gibi kişilik yapısı ile açıklamaya çalışan Adorno ve arkadaşları, onu bir hastalık olarak görmezler 213. 

Adorno ve arkadaşları, The Authoritarian Personality (1950) [Yetkeci Kişilik] adlı yapıtlarında, siyasal ve ekonomik güçlerin etnosantrizmin hem kurumsal hem de bireysel psikolojik biçimlerinin gelişmesinde yaşamsal bir rol oynadığını (s. 151'de) kabul ederler. Önyargıların toplumun genel örgütlenmesinin [düzeninin] ürünü olduğunu ve ancak toplumun değişmesiyle değişebileceklerini (s. 975'de) teslim ederler. Ama etnosantrizm dedikleri ırkçı düşünüş ve tutumun yalnız açıklanmasını değil, engellenmesini, önlenebildiği kadar önlenmesini de (s. vıı'de) amaçladıkları için, konunun bu boyutlarını dışarıda bırakıp, kendi grubuna olumlu, öteki gruplara olumsuz önyargılarla bakan etnosantrik kişilik yapısı üzerinde dururlar. Freudcu bir kişilik yapısı kuramına (s. 5'de) dayanarak, etnosantrik (etnik benmerkezci) kişilik yapısının öğelerini açıklamaya girişirler. Vardıkları sonuç (s. 150'de) etnosantrik davranışın, düşüncenin her noktasına işleyen katı bir içgrup (ingroup, benim grubum) dışgrup (cut group, başka gruplar) ayrımına dayandığı, dışgruplara karşı basmakalıplaşmış olumsuz, düşmanca hayaller, içgruba karşı basmakalıplaşmış olumlu boyuneğici tutumlar takındığı, gruplar arası ilişkilerde içgrubun haklı olarak başat konumda olması, dışgrupların ona boyun eğmesi biçiminde sıradüzenci, yetkeci bir görüşü içerdiğidir. Böylece, «yetkeci kişilik» dedikleri bir tipi ortaya çıkarırlar. Bu yeni «antropolojik» tür, eski bağnaz tipten farklı olarak, yüksek düzeyde endüstrileşmiş bir toplumun irrasyonel ve antirasyonel inançlarını biraraya getirebilmektedir. Aynı zamanda hem aydınlanmış hem boş inançlıdır; bireyci olmaktan onur duyar, ama öteki insanlara benzememekten korkar. Öte yandan erke ve yetkeye körükörüne boyuneğme eğilimindedir. 

«Potansiyel faşist» dedikleri, etnosantrik düşünüş ve tutumları olan bu kişilik yapısı; hemen her toplumda görülebilir. Toplumsal durum ve koşullar (s. vıı) ile içinde yaşanılan toplumsal ve siyasal düzen (s. 975) bu potansiyel faşist kişilik yapısının o ya da bu ölçüde su yüzüne çıkmasına yol açabilir. Öte yandan, yetkeci kişilik yapısı ile etnosantrik önyargılar ve benimsenen ideoloji arasında bağlantı vardır. Öyle anlaşılıyor ki, Adorno ve arkadaşlarının yorumuna göre, etnosantrik (ırkçı) düşünüş ve tutumlar, bir yanda kişilik yapısı ve toplumsal ve siyasal düzen ile öte yanda önyargılarla ideolojinin, bazı toplumsal koşulların ve olayların katalizörlüğü ile birleşerek, egemen düşünüş ve tutumlar durumuna gelmesiyle doğmaktadır. 

Etnosantrik (ırkçı) eğilimlerin belli (sıradüzenci) dünya görüşleri ile birlikte görüldüğünü, sağ toplumsal ve siyasal ideolojilerin bir parçası olduğunu söyledikleri halde, (s. 104' te) etnosantrizmin gruplarda ve gruplar arası ilişkilerde varlığını sürdüren bir «ideolojik sistem» olduğunu da söyler1er. Sonuç olarak, antisemitizmi, ırkçılığı da içeren bir kapsamı olan «etnosantrizm» Adorno ve arkadaşları için, kişilik yapısı yetkeci olan potansiyel faşist kişilerde görülen düşünüş ve davranış biçimidir214 

c. Krech ve Crutchfield'ın Psikolojik, Sosyal Psikolojik,Psikanalitik Bir Hastalık Olarak Irkçılık Kuramı 

David Krech ve Richard S. Crutchfield, Sosyal Psikoloji Teori ve Sorunlar adlı yapıtlarında (s. 505 vd'de) Amerika’da ırkçılığa Sosyal psikolojik açıdan yaklaşan bilim çevrelerinin tipik tutumunu yansıtmaktadırlar. Bu yazarlara göre ırkçılık bir önyargıdır. Ancak Adorno ve arkadaşlarından farklı olarak, bu önyargıyı (s. 505'te) bir «hastalık» olarak görmektedirler. Böyle görmeleri onu düzenin normal bir ürünü olarak görmediklerini gösterir. Irkçılığın tarihsel kaynaklarının önemini kabul ederler ve karmaşık bir biçim almış olan bu sorunun zenciler bakımından yalın ve asal bir ekonomik uygulama ile [kölelikle] başladığından kuşku duymazlar. Irkçılığın tarihsel açıklamasında ise Tannebaum'un daha önce ele aldığımız «tarihsel rastlantı» kuramını benimser görünürler. Ancak, kitaplarının konusu gereği, sorunu bir bireysel psikoloji ve Sosyal psikoloji sorunu olarak ele alırlar. Böyle alınca da ırkçılığı, «başıbozukluk ve saldırganlık», «paranoia», «engellenen gereksinimlerin yolaçtığı saldırganlığı destekleyen bir önyargı», «bastırılmış gerilimlerin hizmetine giren önyargı», «belirsiz bunalım durumlarına hazır yorum olarak önyargı», vb. psikolojik, sosyal psikoloji, psikanalitik açılardan incelemeye, yorumlamaya girişirler. 

Irk önyargısının Amerikan halkının heterojenliği gibi çevresel desteklerine de değindikten sonra, ırka bakarak fark, gözetmenin Amerikan toplumunun öteki kesimleri yanı sıra işçi (sendika) hareketinde, silahlı kuvvetlerde de her zaman görüldüğünü anlatıp, (s. 56l'de) bu «hastalığın» tüm sınıflarına yayılmış olarak Amerikan halkının 0'inde bulunduğunu söylerler215 ve yapıtlarının bir bölümünü ırk önyargısının denetlenmesine ayırırlar. 

210 Collette Guilaum'in araştırmasında, ırkçılığın genellikle bireysel bir eğilim olarak görüldüğünü ve psikolojik terimlerle yorumlandığını gösterip, bunun ırkçılığın küçük görülmesi, rastlantısal bir olaymış gibi açıklanması tehlikesini içinde taşıdığı yolunda uyarıda bulunuluyor. (James D. Hallovan. «Mass Media and Race: A Research Approach», Race as News, s. 10'da). 

211 Reich, Faşizmin Kitle Ruhu Anlayışı, özellikle s. 7-28'deki “Üçüncü Basıma Önsüz” ve s. 112-137'de III. Bölüm: Irk Kuramı. 

212 Roger Daudonn, “Wilhelm Reich'ın Çevresinde Faşizmin Gidip Gelmeleri ve Faşizmin Kitle Ruhu Anlayışı”, Maria A. Macciocchi, Faşizmin Analizi, çev. Cemal Süreyya, İstanbul, 1977, Payel Yayınları içinde, s. 286. 

213 Adorno ve arkadaşlari, The Authoritarian Personality, s. 7. 

214 Adorno ve arkadaşları. The Authoritarian Personality, özellikle Daniel J. Levinson tarafında yazılan IV. ve V. bölümler. 

215 Krech ve Crutchfield, Sosyal Psikoloji Teori ve Sorunlar, özellikle XII. ve XIII, bölümler. Bu yapıtta, s. 54'de 1931 yılında Guilford'un yedi Amerikan üniversitesinde yaptığı ırksal tercih hiyerarşisi sonuçları verilmektedir. En beğenilenden en beğenilmeyene doğru 15 etnik -grup söyle - sıralanmıştır: 1. İngilizler, 2. Almanlar, 3. Fransızlar, 4. İsviçreliler, 5. İspanyollar, 6. İtalyanlar, 7. Ruslar, 8. Yahudiler, 9. Yunanlılar, 10. Japonlar, 1l. Meksikalılar, 12. Hintliler, 13. Zenciler, 14. Çinliler, 15. Türkler. 

Kaynak: Alâeddin Şenel (1984): Irk ve Irkçılık Düşüncesi, Bilim ve Sanat: Ankara, s. 136-142 



Thursday, November 12, 2015

YOL AYRIMI Erich Fromm



Yalnızca birkaç kişinin açıkça gördüğü bir hayalet dolaşıyor aramızda. Şu bildiğimiz komünizm ya da faşizm hayaleti değil bu. Yepyeni bir tehlike... Tek amacı maddi üretimi ve maddi tüketimi en üst düzeyde gerçekleştirmek olan, bilgisayarlar tarafından yönlendirilen, tümüyle makinalaşmış bir toplum şeklinde kendini gösteren korkunç hayalet. Bu toplumsal süreç içinde, insanoğlu, toplum makinasının karnı tok, gözü pek, ancak etkin olmayan, canlı olmayan ve duygudan hemen hemen yoksun bir parçası haline getiriliyor. Bu yeni toplumun utkuya ulaşmasıyla bireycilik ve özel yaşam yok olacak; başkalarına karşı beslenebilecek duygular, ruhbilimsel koşullandırmalarla ve başka araçlarla, ya da yeni bir içgözlemsel deneyim olarak değerlendirilen uyuşturucularla düzenlenecek. Zbigniev Brzezinski'nin sözleriyle: “Teknoloji toplumunda şöyle bir eğilim göze çarpıyor: Birbirinden farklı düzeylerde bulunan milyonlarca yurttaşı duyguları saptırmada ve mantığı denetlemede en gelişmiş iletişim tekniklerini başarıyla sömüren çekici kişileri destekleyecek konuma getirmek.” Bu yeni toplum biçiminin doğacağı, roman türünde Orwell'in 1984 ve Aldous Huxley'nin Brave New World (Yürekli Yeni Dünya) adlı yapıtlarında önceden söylenmişti. Belki de şu anda işin en kötü yanı, kendi sistemimizi denetleyemez duruma gelmiş olmamızdır. Bilgisayarların bizim adımıza verdiği kararları uyguluyoruz. Biz, insanoğlu olarak, daha çok, daha çok üretmek ve daha çok tüketmekten başka amaç gütmüyoruz. Hiçbir şeye karşı bir amaç beslemiyoruz, ya da her şeye karşı amaçsızlık içindeyiz. Karar verme sorumluluğundan yoksun bırakılmışımızın yarattığı edilginlik yüzünden, tinsel ölüm tehlikesiyle, ve ayrıca nükleer silahlarla yok edilme tehlikesiyle karşı karşıyayız. Bu nasıl oldu? Nasıl oldu da, insanoğlu, doğaya karşı kazandığı utkunun doruğundayken, kendi yarattığı şeylerin tutsağı haline geldi, nasıl oldu da, ciddi olarak kendi kendini yok etme tehlikesiyle karşı karşıya kaldı? İnsanoğlu, bilimsel hakikatin araştırılması süreci içinde, doğaya egemen olmada yararlanabileceği bilgiye rastladı. Bu alanda büyük başarılar elde etti. Ancak tekniğe ve maddi tüketime tek taraflı ağırlık vermekle, kendisiyle ve yaşamla olan bağını yitirdi. Dinsel inancını ve ona bağlı olan insansal değerleri yitirince, teknik ve maddi değerler üzerinde yoğunlaştı; derin coşkular duyma yetisini, bu duyguların getirdiği sevinç ve üzüntüyü duyma yetisini yitirdi. İnsanoğlunun inşa ettiği makina öylesine gelişti ki, onun düşünme biçimini saptayan yeni bir güç haline geldi. Şu anda sistemimizin en tehlikeli yönlerinden biri, ekonomimizin silah üretimine (ayrıca bütün bir savunma mekanizmasını ayakta tutmak için yapılan çalışmalara) ve maksimum tüketim ilkesine dayandığı olgusudur. Çok iyi işleyen bir ekonomik sistemimiz var, ancak bu sistemin işlemesi için bizi maddi olarak yokolma tehlikesiyle karşı karşıya bırakan şeyleri üretmemiz, bireyi tümüyle edilgin bir tüketiciye dönüştürmemiz ve dolayısıyla onu ölüleştirmemiz ve bireyin kendisini güçsüz ve yetkisiz hissetmesini sağlayan bir bürokrasi yaratmamız gerekli oldu. Çözümlenmesi olanaksız trajik bir ikilemle mi karşı karşıyayız? Sağlıklı bir ekonomiye sahip olmak için hasta insanlar üretmek zorunda mıyız, yoksa maddi kaynaklarımızı, buluşlarımızı, bilgisayarlarımızı, insanoğlunun yararına hizmet edecek şekilde kullanabilir miyiz? Güçlü ve iyi işleyen bir düzene sahip olmak için bireylerin edilgin ve başkalarına bağımlı olmaları zorunlu mudur? Bu sorulara değişik yanıtlar verilebilir. “Megamakina'nın insan yaşamına getirebileceği devrimci ve korkunç değişikliği görebilenler arasında yeni bir toplum düzeninin kaçınılmaz olduğunu, dolayısıyla toplumsal değerler konusunda tartışmanın anlamsız olduğunu söyleyen yazarlar var. Bu yazarlar, yeni toplumun, günümüz insanı üzerindeki etkileri konusunda az da olsa kaygı duymakla birlikte, ondan hoşlandıklarını da gizlemiyorlar. Zbigniev Brzezinski ile H. Kahn, bu anlayışın iki temsilcisi örneğin. Tayfın diğer ucunda, Technological Society (Teknoloji Toplumu) adlı kitabında, oluşmakta olan yeni toplumun büyük gücünü ve onun insan üzerindeki yıkıcı etkisini betimleyen Jacques Ellul var. Yazar, sözünü ettiğmiz hayaleti, insanlıktan korkunç derecede yoksun nitelikleriyle ele alıyor. İçinde bulunduğumuz durumun içerdiği olasılıklar açısından yeni toplumun baskın çıkacağı kanısında olmasına karşın, kesinlikle ya da kaçınılmaz olarak utkuya ulaşacağı sonucuna varmıyor. Ancak, “Teknoloji dünyasının insanoğlunun kişisel ve tinsel yaşamını tehlikeye attığının bilincine varan insan sayısının artması ve bu insanların, söz konusu evrimin gidişine engel olarak özgürlüklerini savunmaya kararlı davranması halinde” insanlıktan çıkarılmış toplumun başarısız olabileceği görüşünü dile getiriyor. Lewis Mumford'un yaklaşımı da Ellul'unkinin aynıdır, denebilir. Yazar Tlıe Myth of the Machine (Makina Miti) adlı derin ve eşsiz incelemesinde “megamakina”yı, Mısır ve Babil toplumlarında ilk ortaya çıktığı dönemden başlayarak ele alıyor. Öte yanda, daha önce andığımız yazarlar gibi hayaletin varlığını hoşnutlukla ya da dehşetle kabul edenlerin tersine, aydın olsun sıradan yurttaş olsun, korkunç hayaleti fark etmeyen büyük bir çoğunluk var. Bunlar, on dokuzuncu yüzyılın modası geçmiş inancını taşıyor, makinanın, insanoğlunun yükünün hafiflemesine katkıda bulunacağını, insanın başarıya ulaşması için her zaman gerekli olacağını sanıyorlar; teknolojinin kendi mantığına uygun akışını sürdürmesine dur denmemesi halinde, bireysel ve toplumsal yaşamın kurulmuş dizgesini tehlikeye sokacak kanser gibi bir ur haline geleceğini görmüyorlar. Bu kitapta izlenen yaklaşım, Mumford ve Ellul'un görüşleriyle çakışmaktadır. Yalnız, insanın toplumsal dizge üzerindeki denetimini yeniden sağlayabilmesi olasılığının büyük olduğuna inanmam bakımından onlardan ayrılabilirim belki. Bu konudaki umutlarım şu etmenlerden kaynaklanmaktadır: 1. Düzen “İnsanı”, sistemin bir uzantısı olarak ele alınırsa, şu andaki toplumsal dizgemiz çok daha iyi anlaşılır. İnsan doğası, bir soyutlama olmadığı gibi, sonsuz sayıda kalıba girebilen, istenilen yöne çekilebilen, dolayısıyla dinamiği yokumsanacak bir sistem değildir. Kendine özgü nitelikleri, yasaları ve seçenekleri vardır. Sistem Adamı'nın incelenmesi, sosyoekonomik düzendeki belirli etmenlerin insana neler getirdiğini, Düzen İnsan'ındaki rahatsızlıkların nasıl bütün bir toplumsal dizgede dengesizlikler oluşturduğunu görmemizi sağlar. Sistemin çözümlenmesinde insan faktörünü dikkate almakla, onun işlemeyişinin nedenlerini daha iyi anlar, toplumsal dizgenin ekonomik işleyişinin sağlıklı oluşuyla onun parçaları olan insanların mutlu ve sağlıklı olması arasındaki ilişkiyi oluşturan ölçütleri saptayabiliriz. Elbet bütün bunlar, yalnız ve yalnız, insan doğasının kendi yapısının sınırları içinde maksimal ölçüde gelişmesinin, yani insanın esenliğinin her şeyden önemli olduğuna herkesin inanması halinde geçerlidir. 2. Umutlarım bir de sürdürmekte olduğumuz yaşam biçimine, bunun gizlilikten ve kişisellikten yoksun oluşuna, edilginliğine ve suskun sıkıcılığına duyulan hoşnutsuzluktan; insanoğlunun bilgisayardan olduğu gibi hayvandan da ayıran bir varoluş biçimine, tarihin son birkaç bin yılı içinde geliştirdiği o özgül gereksinmelerine yanıt veren sevinç dolu, anlamlı bir varoluşa duyulan özlemden kaynaklanmaktadır. Nüfusun büyük bir çoğunluğunun eksiksiz maddi doyumun tadını tatmış bulunması, ancak tüketici cennetinin, vaat ettiği mutluluğu sağlamadığını anlaması, bu hoşnutsuzluk ve özlemi güçlendirmiştir. (Elbet yoksullar, “bir insanın isteyebileceği her şeye sahip olanlar” daki sevinçten yoksunluğu, neşesizliği görerek öğrenmek dışında bu konuda bilgilenme fırsatı bulamadılar henüz.) İdeolojiler ve kavramlar, çekiciliklerini büyük ölçüde yitirdiler; “sağ”, “sol” gibi, “komünizm”, “kapitalizm” gibi geleneksel kalıplar anlamlarını yitirdiler. İnsanlar kendilerine yeni bir yön, yeni bir felsefe — fiziksel ve tinsel açıdan ölümün önemini değil de yaşamın önemini konu alan yeni bir felsefe arayışı içindeler. Birleşik Devletler'de ve bütün dünyada, giderek büyüyen bir kutuplaşma olayı görülmekte: Bir yanda zor kullanmayı, “yasa ve düzeni”, bürokratik yöntemleri ve giderek yaşamsızlığı çekici bulan, bunlara doğru çekilenler, diğer yandaysa yaşama — bir kalıptan çıkmış taslaklardan ve bir diğerinin tekrarı olan kopyalardan çok, yeni yaklaşımlara özlem duyan insanlar var. Bu yeni cephe, ekonomik ve toplumsal yaşantımızla, yaşama olan ruhsal ve tinsel yaklaşımımızda köklü değişiklikler yapmak istiyor. Çok genel çizgilerle bu hareketin amacı, bireyi etkin hale getirmek, insanın toplumsal düzen üzerindeki denetimini yeniden sağlamak ve korumak, ve teknolojiyi insancıllaştırmaktır. Bu, yaşam adına doğmuş bir harekettir; günümüzde yaşama karşı boygösteren tehlike, tek bir sınıfa, tek bir ulusa karşı değil, herkese yönelik bir tehlike olduğundan, bu hareket çok geniş bir ortak tabana sahiptir. Ancak her şeyden önce açıklığa kavuşturulması gereken bir nokta var: Bugün, tutmuş olduğumuz yolu değiştirebileceğimiz konusunda yaygın bir umutsuzluk vardır. Bu, genellikle bilinçsiz bir umutsuzluktur; aslında insanlar bilinçli olarak “ iyimser” dir ve daha ileri bir “gelişme”yi umut etmektedirler. İçinde bulunduğumuz durumu ve ondaki umut yeşertme yetisini tartışmaya başlamadan önce, umut görüngüsünü ele almamız gerekir.

Kaynak: http://dusundurensozler.blogspot.com.au/2013/01/yolayrimi.html

Friday, October 30, 2015

Devlet Terörü ve Panik Psikolojisi

Meydan Gazetesi- Devlet Terörü ve Panik Psikolojisi

Tarih “devletlerin katliamları” ile kana bulanmış kırmızı kapaklı bir kitap gibidir. Karıştırdığınız her sayfadan kan ve vahşet akar, “devletin bekası” için harcanan hayatlar akar. Devletler yeryüzünün en büyük ve en organize terör örgütleridir. Buna rağmen devletin kendisi, akademiler ve sözüm ona terör uzmanları terörist kelimesini ısrarla ondan uzak tutarak çoğu zaman devrimcilere yapıştırır. Terör, devletlerce uygulanagelen fiziksel ve psikolojik bir savaş stratejisidir. Adalet, özgürlük ve barış için mücadele eden insanlar, devletin terörüne en fazla maruz kalan kesimdir. Terör, devlet ile o kadar özdeş bir kavramdır ki, son dönemlerde adı sıkça anılan, yaşadığımız toprakları ve Ortadoğu’yu kana bulayan terör örgütü IŞİD bile ağabeylerine özenerek kendisine devlet unvanını yakıştırmaktadır. Bu, son derece manidardır.
Şurası açık ki, önce Amed sonra Suruç ve şimdi Ankara’da patlatılan bombalar canımızı çok yaktı; birçok dostumuzu, yoldaşımızı devletin bizzat organize ettiği bu saldırılarda yitirdik. Devlet, bu terör saldırılarıyla sadece canlarımızı almayı hedeflemedi; toplumun kimi yeteneklerini de zaafa uğratmaya, sakatlamaya çalıştı. Bomba belki Ankara’da patladı ama yarattığı acının yanında korku ve panik de bu toprakların dört bir yanında yankılandı, devlet bu konuda kısmen amaçladığını elde etti.
Bunun en belirgin yansımasını patlamadan iki gün sonra, Ankara metrosunda yaşanan “canlı bomba paniği”nde gördük. Metro hınca hınç doluyken, bir kadın endişe ve korku dolu bir sesle “Arkadaş canlı bomba” diye bağırdı. Gerisi tanıdık manzaralar. Korku, panik, izdiham…
Olayın asılsız olması, o an orada olanları rahatlatsa da, içinde yaşadığımız toplumun nasıl bir gerilimin içerisinde olduğuna, patlamadan sonra yaşanan travmanın ne kadar ciddi olduğuna dair bize ipuçları veriyor. Üstelik bu tek bir örnek; canlı yayın sırasında fünyeyle patlatılan bombalar, asılsız bomba ihbarları birbirini izledi. Şehir meydanlarında, metro istasyonlarında, GBT kontrolleri arttırıldı. Ağır silahlı polis ve askerler “vatandaşları korumak” için ortalarda fink atmaya başladı.
Amed’de, Suruç’ta ve Ankara’da patlattığı bombalarla yaşadığımız toprakları “terörize” eden devlet, bombanın doğal etkisi olan toplumsal travma (şok dalgası) ile yeni bir etki yakalamaya çalıştı, çalışıyor. Panik ve korku imparatorluğu!
Bir Bomba, Asla 1 Bomba Değildir!
Evet, bir bomba asla 1 bomba değildir. Bir yerde bir nükleer bomba patlarsa, patlamanın gücüyle oluşan şok dalgası kilometrelerce öteye kadar yayılır. Bir gölün ortasına bir taş atarsanız, taşın etkisinin halka halka büyüyerek kıyıya dek ulaştığını görürsünüz. Bir yere bir bomba bırakırsanız, sadece oradaki insanları öldürmezseniz, bu olaya doğrudan ve dolaylı olarak şahitlik eden herkeste bir şeyleri öldürmüş olursunuz. Yani Ankara’da patlayan bomba, hangi şekilde olursa olsun olayın yankılandığı her noktada patlamaya devam eder!
Tedirgin bakışlar, huzursuz davranışlar, kasılmış bedenler birbirine eklenip korku ve paniği büyütür. Evet, bomba patlamaya devam eder; evet bomba öldürmeye devam eder; cesaretimizi, onurumuzu, dayanışma arzumuzu sakatlar! Bomba en başta bedenleri parçalar ama en çok ruh ve beden bütünlüğümüzü parçalar. Kaldı ki, terörün ve asıl terörist olan devletin kastı da tam olarak budur. Yaşamı, yaşanmayacak hale getirene kadar korku, panikle doldurmak!
Bu şok dalgasının genişleyen halkaların içinde ne vardır peki? Elbette travma, korku, panik ve endişe. Hem de toplumun hiçbir bireyini es geçmeyecek şekilde yayılan bir travma. Patlamanın olduğu alanda sağ kalanlar, olayı sosyal medyadan bilgisayarın karşısında öğrenenler, televizyondan seyredenler, birilerinden duyanlar, ne olup bittiğini tam olarak anlamayan ama anne ve babaların suratlarındaki endişe ve korkudan tedirgin olan çocuklar ve elbette patlamada yaşamını yitirmiş olanların yakınları… Hatta ve hatta katliamı umursamayan ve belki de kısmen yaşananlara sevinenleri de içine alan bir halka ve şok dalgası…
Psikiyatri bu durumu Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB) olarak tanımlıyor. Travmanın etkisi olaya fiziksel ve duygusal yakınlığa göre fark gözetir: Olaya direkt maruz kalmayan, az önce adını andığımız halkaların çeperinde yer alanlarda, kızgınlık, yaşama karşı güvensizlik, korku, endişe ve hayatın anlamını sorgulama gibi hisler ve durumlar açığa çıkıyor. Diğer yandan halkaların merkezine yaklaştıkça travma daha da derinleşiyor.
Şok, korku, öfke, suçluluk, kaygı, çaresizlik ve umutsuzluk;
Gerginlik, yorgunluk, uyku sorunları, yeme bozuklukları, kalp atışlarında düzensizlik ve ani irkilmeler;
Huzursuzluk, güvensizlik, kendini reddedilmiş ya da yalnız hissetme, aşırı yargılayıcı ve suçlayıcı olma, her şeyi kontrol altında tutma isteği, çevreye ve olaylara yönelik ilgide azalma;
Olayla ilgili görüntülerin sürekli akla gelmesi, olayı hatırlatan en ufak şeylerin kişiyi o ana götürülmesi ve beraberinde konsantrasyon bozuklukları açığa çıkabiliyor.
Öte yandan, önceki saldırıda hedef olan politik ya da etnik grubun yeni bir saldırının hedefi olabileceği kaygısı da bu insanların yaşadıkları travmayı katmerleyen bir diğer etken oluyor.
Her ne kadar psikiyatrinin kendisi, bu noktada kişiler üzerinden doğru tespitler yapıyor olsa da, koyduğu çözüm önerileri oldukça güdük kalıyor. Tedaviler, seanslar, toplum merkezleri gibi çözüm arayışları yaşanan böylesine bir toplumsal olay için bir hayli kişisel kalıyor. Psikiyatri, her zamanki hatasına düşüp, toplumsal bir sorunun çözümünü bireylerin yaşamında olabilecek birkaç ufak değişiklikte arıyor.
Evet, acılarımız, korkularımız ve meseleyi ne derece farklı hissettiğimiz biricik olabilir. Fakat bu vaka, kesinlikle toplumsal bir vakadır. Bu saldırı devlet eliyle organize edilmiş, bütün detaylarıyla planlanmış, ölecek insanların politik görüşlerinden, bu meseleden toplumun geri kalanı ne kadar ve ne şekilde etkileneceği düşünülmüş, toplumda oluşan travmanın, devleti yönetmeyi kolaylaştıracağı, insanları sokaktan uzak tutacağı, gündelik sosyal yaşamı tahrip edeceği, toplum içerisindeki iletişimi, dolayısıyla insanların arasındaki ilişkiyi ve güven duygusunu sakatlayacağı öngörülmüş ve hatta insanların katillerinden kendilerini korumasını bekleyeceği “sağlıksız” bir gerçekliğin yaratılması ince ince hesaplanmıştır.
Elbette, ne bu korku ve panik havası çok anormal ne de toplumun içinde bulunduğu travmanın kendisi de garipsenecek bir şey. Dostlarını, yakınlarını, yoldaşlarını yitirmiş insanların ya da bu olaya herhangi bir şekilde maruz kalmış diğerlerinin yaşadığı ortama ve geleceğe karşı bir “…acaba…” ile yaklaşması bizi şaşırtmalı.
Fakat şunu unutmamalıyız ki, katillerimizin korumasına muhtaç kalmamak böyle alçakça saldırılara tekrar karşılaşmamak için, dahası kaybettiğimiz dostlarımızın arzularına ve inançlarına sahip çıkmak için korkunun yerini cesaretle, paniğin yerini sakinlikle değiştirmeli. Bizi bile isteye yalnızlığa ve yalıtılmışlığa gömmek isteyen bu iktidar odaklarına karşı “paylaşma ve dayanışmayı” yükseltmeli, yaşadığımız acıyı, hissettiğimiz öfkeyi kavgayla harmanlayıp mücadele etmeye devam etmeliyiz. Çünkü acılarımızı saracak, öfkemizi dindirecek, toplumu bu travmadan çıkartacak ve dostlarımızın anısını ve fikirlerini yaşatacak olan şey mücadelenin ta kendisidir!
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 29. sayında yayımlanmıştır.

Sunday, October 25, 2015

Sömürgeciliğin karşısında psikiyatrist: Frantz Fanon


“Savaş devam ediyor. Ve daha, sömürgeciliğin, halkımızın sinesinde açtığı onulmaz yaralarını iyileştirmeye çalışacağımız uzun yıllar var önümüzde.. İnsanların gerçekten özgürleşmelerine engel olmaya çalışan emperyalizm her yerde, beyinlerimizden ve topraklarımızdan atmak zorunda olduğumuz hastalık mikroplarını saçmaktadır... Sömürgecilik, sistemli olarak kendi dışındakileri yadsıdığı, reddettiği için yanılgı içine düşürülen insanı sürekli olarak kendi kendisine ben gerçekte kimim sorusunu sormaya zorlar... Avrupa’nın refah ve ilerlemesi zencilerin, Arapların, Hintlilerin ve sarı ırkların ölü vücutları ve akıttıkları ter üzerine inşa edilmiştir. Bunu artık görmezden gelmeye niyetimiz yok... Haydi arkadaşlar! Yolumuzu değiştirmenin zamanıdır. İçine gömüldüğümüz bu karanlığı yırtıp çıkmamız gerekiyor. Düşlerimizi, bâtıl inançlarımızı ve geçmişteki kan bağına dayalı yakınlıklarımızı terketmek zorundayız. Karşılaştığı yerde, dünyanın dört bir yanında bulunduğu yerde öldürdüğü insanları anlata anlata bitiremeyen şu Avrupa’nın kuyruğunu bırakalım.”
—Frantz Fanon, Yeryüzünün Lânetliler
SÖMÜRGECİLİĞİN, POLİTİK TAHAKKÜMÜN ve ırkçılığın psikolojisi üzerine yazanlar Frantz Fanon’un eserlerine sıklıkla atıfta bulunurlar. Dilimize üç kitabı ve bir biyografisi kazandırılmış olmasına rağmen, Fanon’un ülkemiz psikiyatri ve psikoloji çevrelerinde yeterince tartışılmamış olması ilginçtir. Martinik’te doğan, tıp ve psikiyatri eğitimini Fransa’da tamamlayan ve psikiyatrist olarak Cezayir’de çalışmaya başlayan Fanon (1925-1961) kısa sürede Fransa’nın bölgedeki kolonyal projesine karşı çıkan bir devrimci kimliği edinmiş ve Yeryüzünün Lânetlileri, Siyah Deri/Beyaz Maske gibi çığır açan kitaplarıyla Avrupa-merkezci psikoloji anlayışını, köle-efendi diyalektiğini ve tahakkümün psikolojik arkaplanını sorgulamıştır. Freud ve Jung düşüncesindeki etnosantrik unsurlara dikkat çekmiş, kolonizatörlerin psikanaliz ve psikiyatriyi sömürgeleştirme işlemine dayanak kılmasına karşı durmuştur.
Siyasal eylemci kimliği daha belirgin olmakla birlikte, Frantz Fanon’un psikiyatri ve psikolojiye bazı özgün katkılarda bulunduğu bugün genel bir kabul görmektedir. Nitekim, gerek sosyal psikiyatri, gerekse de kültürel psikiyatri, Fanon’un düşünce ve eylem adamı kimliğinden yansıyan bazı izler taşımaktadır. Fanon’un politik psikiyatri olarak tanımlayabileceğimiz bir yönelişin de öncüsü olduğu söylenebilir. Cezayir bağımsızlık savaşında Fransız vatandaşı olmasına karşın Cezayirli direnişçilerin safında yer alan, siyasal baskı ve şiddetin yıldırdığı mazlumların/ezilenlerin sözcülüğüne soyunan bu sıradışı psikiyatrist; bu yazıda, biyografisi ve görüşleriyle ele alınacaktır.
FRANTZ FANON: KISA BİYOGRAFİ
Frantz Fanon Martinik’in başkenti Fort-de-France’da 20 Temmuz 1925’te, asırlar önce buraya Afrika’dan getirilen kölelerin soyundan gelen ve Fransız asimilasyon politikalarından etkilenmiş orta sınıf bir siyahî ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Annesi küçük bir dükkan işletiyordu, babası ise gümrük müfettişiydi. Frantz’ın öğretmenlerinden birisi sol politikayla meşgul olan bağımsızlık yanlısı genç şair ve entellektüel Aime Cesaire’ydi. Ancak bu dönemde Frantz kendisini tamamıyla Fransız hissediyor ve 1943’te ‘anavatan’ Fransa’yı savunmak üzere de Gaulle’ün Hür Fransız Kuvvetleri’ne katılmakta bir beis görmüyordu. Bir Fransız vatandaşı olarak kimliğini sorgulamaya hiç lüzum görmüyordu, zira onlara ‘medeniyeti bahşeden beyaz insanlarla’ çoktan özdeşleşmişti.
Fanon 1944 yılında Martinik’ten ayrıldı ve Kuzey Afrika’da kısa bir eğitimden sonra İsviçre cephesinde savaşa katıldı. Burada yaralanan Fanon’a Fransız hükûmeti tarafından cesaret nişanı verilecektir. Kendisine nişanı veren dönemin komutanının yıllar sonra Cezayir Bağımsızlık Savaşı’nı bastırmak amacıyla görevlendirilmesi de, tarihin tuhaf bir cilvesi olsa gerektir.
Savaş bitince Frantz Fanon Martinik’e döner ve Aime Cesaire’nin seçim kampanyasında etkin bir biçimde görev alır. 1946 yılında Lyons’ta tıp okumak amacıyla tekrar Fransa’ya gelir. Bu dönem zarfında yalnızca tıpla değil edebiyat ve felsefeyle de ilgilenir. Merleau-Ponty’nin derslerine devam eder, pek çok edebiyat ve felsefe adamının kitaplarını okur, öğrenci siyasetiyle ilgilenir. Bu dönemde Tam-Tam adlı bir öğrenci dergisi çıkarır. Tıp çalışmalarının dördüncü yılında psikiyatriye yönelir. Lyons’ta o dönemde psikanaliz ve sosyal psikiyatrinin adı bile geçmez, bölüm başkanı organikçi ekolün önde gelen bir temsilcisi ve bir psikoşirürji meraklısıdır.
Fanon Siyah Deri, Beyaz Maske adlı ilk kitabını psikiyatri asistanıyken yazmış ve bu ilk kitabıyla ırkçılığı tartışmaya açmıştır. “Radyomu açtığımda, zencilerin Amerika’da linç edildiğini duyuyorum” diye yazar. “Anlaşılan birileri bize yalan söylemiş. Meğer Hitler ölmemiş!”
Frantz Fanon bu kitabını bitirme tezi olarak sunmak istediyse de, isteği bölüm başkanı tarafından geri çevrilir ve Friedrich ataksisi üzerine bir tezle 1951 yılında tıp eğitimini tamamlar. 1952’de yayınlanan bu kitap, kendi kişisel hikâyesini damıttığı, Fransa’da bizzat tecrübe ettiği ırkçılığı teşrih masasına yatırdığı, Sartre, Adler, Hegel ve Lacan’dan etkiler taşıyan bir eserdir.
Bütün Martinikli çocuklar gibi, Fanon da okulda atalarının mavi gözlü sarı saçlı Gaul’ler olduğuna inandırılarak yetiştirilmişti. Fanon Martinikli siyah ailelerin pek çoğunda görülen zenci düşmanlığının beyaz kültürel stereotiplerin içselleştirilmesiyle ortaya çıktığını yazar. Siyah adamın beyaz olma arzusunu obsesyonel nevroza benzetir ve aşağılık duygusunun olumlu bir benlik imgesini engellediğini söyler. Bu durum Aime Cesaire gibi entellektüeller 1930’larda zenciliklerini gururla savunmaya başlayana dek sürecektir. Ancak Fanon’a göre, zenciliğin kutsanması onu yaratan durumu anlamamızı sağlamamaktadır. Sartre’ın antisemitizmin kökenleri konusundaki tezlerini uyarlayarak, aşağı zenciyi üretenin sömürge ırkçısı olduğunu söyler.
Fanon’un meslekî anlamda şekillendiği yıllar, dağlık bir bölgede yer alan Saint-Alban kliniğinde geçirdiği yıllardır. Saint-Alban savaş yıllarında bir direniş merkezi olmasının ötesinde, duvarların olmadığı, kıtlık zamanında bir tek hastanın bile açlık nedeniyle hayatını yitirmediği sıradışı bir kurumdur. Bu kuruma ve Fanon’un mesleki gelişimine rengini veren, Tosquelles adında, Franco İspanyası’ndan Fransa’ya iltica etmiş bir Katalan psikiyatrdır. Tosquelles Fanon’a hastalarını dinlemeyi, toplantıları idare etmeyi, psikanalizi hasta değerlendirmelerinde kullanmayı öğretir. Saint-Alban’da yürütülen kurumsal tedavi, psikanalitik ve fenomenolojik geleneklere yaslanan, ama ilaç ve elektroşok tedavisini de kullanan eklektik bir uygulamadır.
Psikiyatri uzmanlığını aldıktan sonra, Fanon bir süre Fransa’da geçici bir görevde çalışır ve daha sonra Cezayir’in Blida şehrindeki psikiyatri hastanesine şef olarak atanır. Burada, istifa ettiği 1956 yılına dek çok hareketli bir mesleki hayatı olur: Bu kalabalık hastanede pek çok reform yapar, yanısıra araştırmalar yürütür, makaleler yayınlar. Bu esnada siyah politikada da öne çıkan bir isim olmaya başlamışsa da, temel ilgisi Cezayir bağımsızlık savaşı üzerinde yoğunlaşır. Kısa bir süre sonra Cezayir Kurtuluş Cephesi ile temasa geçer. Yaralı savaşçılar gizlice hastanede tedavi edilir. Kliniğinde hem işkence kurbanlarıyla hem de Fransız ordusunun edilgenleştirme politikasının asli bir unsuru haline gelen işkence uygulayıcılarıyla uğraşmaktadır. 1956’da yaşadıkları ve gördükleri tahammülü aşan boyutlara ulaşınca istifa eder. Fransız yerleşimcilerin Cezayir köylerine girerek rastgele insan öldürdükleri ve ‘ fare avı’ olarak isimlendirdikleri vandalizm hastaneye de girmiştir. Bazı hastane çalışanları tutuklanmış; kimisi işkenceden geçirilmiş, kimi de sonsuza dek yok edilmiştir. Çalışma arkadaşlarından bir hekim ağır bir işkenceden geçirildikten sonra ölmesi için bir domuz çiftliğine bırakılmıştır meselâ. Bakana yazdığı istifa mektubunda “Eğer psikiyatri insanın yaşadığı çevreye yabancılaşmasını azaltmaya yönelik bir teknikse” der, “Cezayir’deki Fransız politikası Arap nüfusu bütünüyle yabancılaştırmış ve onları mutlak bir depersonalizasyon içinde yaşamaya mahkum etmiştir.”
Cezayir’i iki gün içinde terketmesi istenir. Artık o kendi deyimiyle “Ne bir Martinikli, ne de bir Fransız; sadece Cezayirli”dir.
Cezayir’den sürülmesinin ardından, Tunus’a geçer ve burada ülkenin ilk gündüz hastanesini kurar. Bu arada politik etkinliğine yoğun bir biçimde devam etmektedir, Cezayir Direnişi ve el-Mücahid dergilerinin editörlüğünü yürütür. Cezayir Kurtuluş Cephesi’nin sözcülüğünü yapar. Kendisine iki kez suikast girişiminde bulunulursa da, bunları ufak yaralarla atlatır. Geçici Cezayir hükûmeti adına Afrika ülkeleriyle ilişkileri yürütür, bu esnada pek çok Afrika lideriyle tanışır. Aralık 1960’da lösemi olduğunu öğrenir. Ancak hastane çalışmalarını ve bağımsızlık hareketi yandaşları için eğitimciliği sürdürür.
1961 Nisan’ında başyapıtı ya da politik vasiyetnamesi sayılabilecek ünlü eseri Yeryüzünün Lanetlileri’ni yazmaya başlar. Bu eserde, Cezayir’deki gibi bütün seçenekler tüketildiğinde, sömürgecilere yönelik şiddetin meşrulaşacağını öne sürer. Yeryüzünün lânetlileri—kırların topraksız köylüleri ve kenar mahallelerin mülksüzleri—yeni bir insan ve yeni bir hümanizmin doğmasına izin verecek yegâne kuvvet olarak görülür.
Bu eserinde Fanon sömürgeciliğin ve işkencenin yol açtığı psikiyatrik hastalıkları ayrıntılı bir biçimde tartışır. Yeryüzünün Lânetlileri zamana ve ölüme karşı amansız bir yarışla yazılmıştır.
Bu arada sağlığı iyiden iyiye bozulmuştur. Tedavi amacıyla Rusya’ya götürülürse de, Rus doktorlar ona lösemi tedavisi konusunda daha uzman bir kuruluşa başvurmasını önerirler. ABD’de Ulusal Sağlık Enstitüsü’ne götürülür. Tedaviye hemen başlanmaz, bir hafta bir otel odasında bekletilir. Kliniğe yattığı zaman hayatından ümit kesilmiştir artık. Kasım ayının sonlarında kitabının basılı örneğini görme imkânı bulur. Hasta yatağında hâlâ kitap taslakları üzerinde çalışmaktadır. Washington’da tedavisine başlandıktan bir süre sonra, 6 Aralık 1961’de yalnız başına hayata veda eder. Ölüm haberi Paris’e ulaşır ulaşmaz, polis Yeryüzünün Lânetlileri adlı kitabını insanları baştan çıkardığı gerekçesiyle toplatır. ABD’ye gitmeden önce Cezayir toprağına gömülmeyi vasiyet etmiştir ve bu vasiyete uyularak Cezayir’de mücadele arkadaşlarının yanına defnedilir. Cezayir 1962 Temmuz’unda bağımsızlığına kavuşur.
KUZEY AFRİKA SENDROMU
Frantz Fanon’un 1952 tarihli “Kuzey Afrika Sendromu” başlıklı makalesi, adından dolayı ilk elde bir Kuzey Afrika hastalığının klinik tanımını çağrıştırırsa da, daha ziyade Fransız tıp çalışanlarının Kuzey Afrikalı hastalara karşı takındıkları ırkçı tutumu kınayan bir polemiktir.
Bu ırkçı tutum Prof. Porot tarafından ilk kez 1918’de “Müslüman Psikiyatrisi Üzerine Notlar” başlıklı makalesinde dile getirilmiştir. Yerel nüfusa karşı mütehakkim bir edayla şöyle yazar Porot: “Biçimsiz bir ilkel insanlar kütlesi, çoğu zaman cahil ve ahmak, bizim düşünce biçimimize ve tepkilerimize çok uzak, bizim ahlâkî tutumlarımızın hiçbirini kavramış değil, en basit sosyal, ekonomik, siyasî ilgilerimizi dahi anlayamaz.” Cezayirlinin psikopatolojisi hakkında yazarken Porot onu bir yalancı, hırsız, ahmak, tembel, histerik ve dürtüsel biçimde homisidal olarak tanımlar. Cezayirli, bir Avrupalı çocuğun bile sahip olduğu merak ve sorgulamadan yoksun infantil bir kişidir ve “Kuzey Afrika yerlisinin üst ve kortikal işlevleri gelişmemiştir, bu ilkel yaratığın temelde bitkisel ve içgüdüsel hayatı diensefalonu tarafından yönlendirilir.”
Porot’nun bilimsel ırkçılığı Cezayir’de kurumlaştırılmış ve kırk yıl hüküm sürmüştür. Porot ve öğrencileri Cezayirlinin ve özelde Müslümanların doğuştan aşağılık olduğu görüşünü yaymışlardır. Bu tutum Fanon tarafından şiddetle kınanır, Kuzey Afrikalı hastaların gerçekte birer yalancı oldukları önermesine itiraz eder. Ona göre, Kuzey Afrikalı hastaların gerçek bir hastalığı vardır; ama sorulan soruya verilecek doğru cevabı bilmedikleri için huzursuzlanmakta ve baş ya da mide ağrılarından yakınmaktadırlar. Aslında Cezayirli bir emniyetsizlik girdabına düştüğü için, bir ülkesi olmadığı için, duygu ve etkinlikleri hep tehdit altında olduğu için ‘ölümü her gün yaşamaktadır.’ Tıp çalışanlarının Kuzey Afrikalı hastayı itmelerinin temelinde, gerçek iletişimi tıkayan kültürel önyargıları ve özellikle de agresyonları vardır. Kuzey Afrikalı hastaların şikâyetlerinin müphemliği ve gezici nitelikte olması etiyolojik ve tanısal işlemleri geçersizleştirmekte, kültüre yabancı ve muhatabına yukarıdan bakan hekimlerde hastalığın gerçekliğini sorgulamaya yol açmaktadır.
Fanon, “Kuzey Afrika Sendromu” başlıklı makalesini psikiyatri asistanı olduğu yıllarda kaleme almıştı. Bu da onun ırkçılık ve tahakkümle uzun zamandır ilgilenmekte olduğunu ve çalışma yeri olarak Cezayir’i seçmesinin tesadüf olmadığını gösterir. Bu makale toplumda ve tıp kurumu içinde yerleşik olan ırkçılığı şiddetle eleştirir. Bunun yanında ezilen, baskı gören insanların derin ruhsal/varoluşsal buhranına, gezici belirtilerine işaret eder. Tıp mesleği bu hastaları anlayamamakla kalmamış, üstüne üstlük ırkçı önermelerle bu hastaları tahkir de etmiştir. Makale Fanon’un kendi kendisine sıklıkla sorduğu ve insanlığın temel meselesi olduğunu düşündüğü bir soruyla başlar: “Yaptığım ya da yapmadığım şeyler için insan gerçekliğinin güçten düşmesine bir katkım oldu mu? İçimdeki insanı hep istedim ve onu açığa çıkarabildim mi?” İngiliz koloni psikiyatristi Carothers’in Dünya Sağlık Örgütü için yazdığı bir monografta Afrikalıyı ‘beyinsiz Avrupalı’ olarak tanımlaması da Fanon’u çileden çıkarır. Carothers’a göre Afrikalıda serebral korteks işlevsel olarak yoktur, “postmortem beyin incelemeleri göstermektedir ki, Afrikalının korteksinde sekse ayrılan yer beyazlarınkinden çok fazla, öte yanda bilişsel işlevlere ayrılan yer ise çok azdır.” Fanon bu ırkçı söyleme, Cezayir başkaldırısının ‘bir halkı beyinsizleştirme teşebbüsünün mantıklı bir sonucu’ olduğunu söyleyerek, şiirsel bir karşılık verecektir.
KÖLE-EFENDİ DİYALEKTİĞİ
Avrupa’nın toprak ve emek hırsı; kıtaların işgal edilmesi, milyonların köleleştirilmesi, şiddetin boy göstermesi ve yerkürenin her köşesinde geride kurbanlar bırakmasıyla sonuçlanmıştır. Barut, İncil, alkol ve Avrupa-merkezci psikoloji, bu tarihi mülk edinme ve büyüklenme misyonunun taşıyıcıları olmuştur. Bu hırs, Fanon’un tabiriyle yarılmış, ikiye bölünmüş bir dünya yaratmıştır ve bu iki dünyanın sakinleri de farklı ‘tür’lerdir: efendiler ve köleler, sömürgeleştirenler ve sömürgeleştirilenler, burjuva ve işçiler. Zaman içinde toprakların işgali ruhların işgaline dönüşmüştür.
Hegel efendi-köle paradigmasının ayrıntılarını Zihnin Fenomenolojisi adlı eserinde vermektedir. Marx’tan Sartre’a kadar pek çok düşünür bu paradigmada Avrupa’yı anlamak, eleştirmek ve dönüştürmek için gerekli fikirleri bulmuşlardır. Hegel, insanın kendi bilincine ancak bir başkası tarafından tanınmakla varacağını ileri sürer. Tanınma arzusu engellendiğinde bir çatışma, bir mücadele doğar. Karşısındakini tanımak ihtiyacı duymaksızın tanınan efendi, muhatabı tarafından tanınmadan onu tanıyan da köle olur. Efendi yalnızca tanınma arzusunu gidermez, köleyi kendi iradesinin bir oyuncağı da kılmış olur, o artık efendinin ihtiyaçlarını giderecek uygun bir vasıtadır. Kojeve’nin Hegel yorumu bu paradigmayı daha iyi anlamamızı sağlamaktadır. Tanınma arzusu, ötekinin sizin değerlerinizi kendi değerleriymiş gibi onaylaması, bütün insanların temelde toplumsal varlıklar olduğunu söyler bize. Tanınma ancak ötekinin mevcudiyeti ve onunla yüzleşmek ile mümkündür. Öteki tarafından tanınmak birinin özdeğerini, kimliğini, hatta insanlığını teyid eder: “Ancak başkası/öteki tarafından tanınmakladır ki, insan hem kendisi hem de başkaları için gerçekten insan olur.”
Köle ve efendi arasındaki mücadele, ölümüne bir savaştır. Eğer iki taraf da hayatını riske eder ve ölürse, hiçbiri tanınmayacaktır. Bir taraf ölürse, diğeri yine tanınmayacaktır. O halde köle-efendi diyalektiğinin yürümesi için bir tarafın tehlikeyi göze alarak tanınana dek savaşması, beri yanda diğerinin ölüm korkusuyla muarızına boyun eğmesi gerekir. Tanınan ve tanımayan efendi, tanıyan ve tanınmayan köle olacaktır. İlki, fethet veya öl derken, ikincisi boyun eğ ve hayatta kal ilkesini benimser.
Koloniyalizmin psikolojisi üzerine yazan Octave Mannoni de sömürgeciliğin köken ve dinamiğinde iki ruhsal karmaşanın yattığını söylemektedir: aşağılık ve bağımlılık karmaşaları. Ona göre, her halk sömürgeleştirilemez. Bir halk eğer yoğun bir bağımlılık duygusundan muzdaripse ve yalnız bırakılmaya, terkedilmeye tahammülü yoksa sömürgeciliğe ihtiyaç duyar. Öte yandan, Avrupalı da kollektif bilinçdışında güçlü bir biçimde aşağılık duygusu ve misantropi (insan nefreti) taşımaktadır. Bu iki duygudan ilki temel bir yetersizlik duygusunu, ikincisi ise inanoğluna karşı temel bir güvensizliği ve ondan duyulan nefreti ifade etmektedir. Misantropi dünyayı tümüyle insandan boşaltmayı arzulamaktadır.
Hırçın Kız, Robinson Crusoe ve Gülliver’in Seyahatleri gibi klasik eserlerdeki ana karakterleri incelediğinde Mannoni şunu görür: Kaybolmuş, sürülmüş, gemisi batmış Avrupalılar vardıkları kıyıda doğalarının ve kültürlerinin üstünlüğü sonucunda hâkimiyeti ele geçirir, yerlilere boyun eğdirirler. Bu uzak diyarlardaki yerliler yarı insan, insanaltı, kolayca kullanılan, tekamül etmemiş ahmak yaratıklar olarak resmedilirler. Bu eserlerin Avrupalılarca çekici bulunmasının nedenleri içlerindeki bir arzuya karşılık gelmesi, ortak ihtiyaçları gidermesi olmuştur. Bu eserlerde Avrupa psikolojisinde sessiz sedasız varlığını sürdüren duygu, düşünce ve düşlemler hayalî karakterlere yansıtılmıştır. Mannoni’ye göre aşağılık ve misantropi özellikleri 1572 yılından beri Avrupalının ruhunda hüküm sürmektedir ve Avrupalının ruhu koloniyalizm, yani sömürgecilik başlamadan önce de koloniyalizme hazırdır. İnsandan yoğun bir nefret sebebiyledir ki, pek çok Avrupalı okyanuslarda adalar bulmak için ülkelerini terketmişlerdir.
Fanon Siyah Deri, Beyaz Maske adlı eserinde “Zenci ve Hegel” başlığı altında Hegel’in efendi-köle diyalektiğini özetler ve bu paradigmayı günümüzdeki beyazlarla siyahların ilişkisine uyarlar. Fanon için kölelik ve koloniyalizm tecrübeleri acil önem arzetmektedir, zira işkenceden geçirilen ve kişilikleri darmadağın edilen insanları Cezayir’de bizzat görmüş, onlarla hemhal olmuştur. Kurbanla özdeşleşir; zira kendisi de kölelerin torunlarından biridir, ülkesi hâlâ sömürgecilerin elindedir ve nihayet onun için ezilenler kardeşi, bacısı, ana babasıdır.
Fanon karşılıklı tanımanın insan hayatı ve ilişkisi için elzem olduğunu söyler. Karşılıklı tanıma olmaksızın bir kimlik, özdeğer, saygınlık olamaz. Bu imkândan mahrum bırakılan kişiler lânetli bir hizmetkârlığın ve nesneliğin zindanına hapsolurlar. Böylesi durumlarda insanî ve özgürleştirici tepkinin bir ‘yaban savaşım’dan ve muhtemelen ‘ölüm nöbetleri’nden başka bir yolu yoktur.
“Ben sadece burada ve şimdinin şeyleştiriciliğine tutsak olamam. Ben başka bir yer ve başka şeyler içinim aynı zamanda. Hayatın dışında birşeyin izini sürdüğüm için muhalefetimin dikkate alınmasını istiyorum, şu ana dek hep daha insanî bir dünya için, karşılıklı tanımanın hükümferma olduğu bir dünya için savaştım, savaşıyorum. Beni tanımak istemeyen kişi bana karşı çıkmaktadır. Yaban bir savaşımla, ölüm nöbetlerini, o kaçınılmaz bozgunu kabul etmeye hazırım, bununla imkânsızın da mümkün olduğunu kabul etmiş oluyorum”
diye yazar.
Bütün çabalarına rağmen, ırkçı Fransa’da karşılıklı tanıma arzusu engellenecektir ve bu engellenme bir ruhsal/varoluşsal buhranla neticelenecektir. Beyaz ve narsistik olan öteki, sadece tanınmayı değil, tapınılmayı da beklemektedir. Aynı zamanda, siyah insanın insanlığını bile teslim etmekte mütereddittir. Fanon ‘ölüm nöbetleri’ ifadesiyle o yıllarda bir eylem programını değil, bir inanmışlığı dile getiriyordu ve aklın akılsızlığa galip geleceğini düşünüyordu.
Fanon’a göre beyaz adam kendisini tanrı ilan ederek üstünlük karmaşasına hapsolmuştu, siyah adam da beyaz olmak konusunda duyduğu yoğun istekle aşağılık karmaşasından muzdaripti. Ona göre siyah insanın tutsaklığı ‘sürekli avcı olmayı düşleyen bir av’ olmasından kaynaklanıyordu. Şöyle yazar:
“Şimdi efendilerinin oturduğu posta mı kurulacak kölelikten kurtulan zenci? Yılda bir kere salonda dans etmelerine izin verilen uşaklar gibi, tutunacak şeyler arıyor kendine, öyle mi? Hayır, kölelikten kurtulmakla efendi olunmaz. Kölelerin olmadığı yerde, efendi de yoktur çünkü.”
Fanon, Mannoni’nin bir halkın sömürgeleştirilmesi için bağımlılık karmaşasından muzdarip olması gerektiği düşüncesini sahte psikanalitik ve Avrupa-merkezci bir varsayım olarak değerlendirmekteydi. Mannoni sömürgecilerin ruh hali üzerine yazdıklarında bazı içgörüler kazandırıyordu, ama sömürgeleştirilmiş halkların hâlâ infantil bir gelişme evresinde olduğunu söylemesi ve bu halkların Avrupa tahakkümünü gönül rızasıyla kabullendiklerini iddia etmesi isabetli teşhisler değildi. Bağımlılık karmaşası koloniyalizmin bir sebebi değil, bir sonucu olarak da görülebilirdi; üstelik bu psikolojik izah sömürgeciliğin ardındaki ekonomik ve politik çıkarları gözden kaçırıyordu. “Bilimsel nesnellik bana yasak” diye yazıyordu Fanon, “çünkü o yabancılaşmış, o nörotik kişi benim kardeşim, bacım, babamdır. Ben derisi kara adam sadece şunu istiyorum: Hiçbir araç insana hâkim olmasın. İnsanın insana kulluğu son bulsun. Yani ne ben başkasının kulu olayım, ne de ben başkasını kulluğa zorlayayım. Nerede olursa olsun, hangi görünüş içinde olursa olsun, insanı sevmeme ve onu keşfetmeme izin verilsin... Son duam da şu: Ey ruhum, hep soru soran bir ruh olarak kal kaldığın yerde!”
FANON VE AVRUPA-MERKEZCİ PSİKOLOJİ
Fanon’un yaşadığı yıllarda başat psikolojinin temel varsayımı, tek insan gerçekliğinin Avrupa-merkezli, orta sınıf ve nihayet erkek olduğudur. Bu kültür, sınıf ve cinsiyet bağımlı gerçekliğin evrensel bir geçerlilik taşıdığı düşünülmektedir. Bir azınlığın psikolojisi şeyleştirilmekte ve bütün insanlığın psikolojisi olarak takdim edilmektedir. Bu düşünceye göre bu azınlık için doğru, yararlı ve tipik olan şey diğer topluluklar için de öyle olmalıdır.
Fanon zihinsel macerasının başından itibaren psikanalizi eleştirme yürekliliğini göstermiştir. “Görülecektir ki” diye yazar, “siyah adamın yabancılaşması sadece bireysel bir sorun değildir. Filojeni ve ontojeni yanında, sosyojeni de durmaktadır.” Sosyojenetik ilkeyi vurgulayarak Fanon, Freud’un ontojenetik indirgemeciliğini ve Jung’un filojenetik spekülasyonlarını reddetmektedir. Aynı zamanda sınıfa ve kültüre bağlı çatışmaların insanların kaç(ın)amayacağı hastalıklara irca edilmesine, insan bireyinin bir dizi içgüdüden ibaret sayılmasına veya kültürün sadece iyi bir şekilde örgütlenmiş bir represyon mekanizması olarak görülmesine itiraz eder. Ancak psikanalize en keskin karşı çıkışı Oedipus karmaşasını reddetmesiyledir. Şöyle yazar:
“Çoğu zaman unutulmaktadır ki, nevroz insan gerçekliğinin temel bir unsuru değildir. Beğenin ya da beğenmeyin, Oedipus karmaşasına zenciler arasında neredeyse hiç rastlanmaz. Kolaylıkla iddia edebilirim ki, Fransız Antilleri’ndeki evlerin yüzde 97’sinde bir tek Oedipus karmaşası bile göremezsiniz. Bu yetersizliğimizden dolayı kendimizi yürekten tebrik etmemiz gerekir.”
Oedipus karmaşasına saldırmakla Fanon görünürde Avrupa’nın ahlâkî çöküşüne, kültürel görececilik ve etnosantrizme işaret eder; ama daha derin bir seviyede, Fanon’un bu karmaşayı reddetmesinin temelinde kültüre karşı devrimci bir bakışın yattığı görülecektir. Fanon Oedipus karmaşasına karşı çıkışı onun insan psikolojisini asıl toplumsal ve tarihî koordinatlarına yerleştirme yolundaki kararlılığını ifade eder. Freud’un nevrozun bütün kültürlerin kaçınılmaz bir sonucu ve insanlık durumuna içkin olduğu önermesini kabul edilemez bulur. Fanon’a göre nevroz verili bir kültürün ifadesidir: “Her nevroz, her anormal görünüm.. kültürel durumun bir ifadesidir.”
Fanon Siyah Deri, Beyaz Maske’de Jung’un görüşlerinden sıklıkla yararlanırsa da, onun ‘evrenselci’ psikoloji anlayışıyla arasına mesafe koyar. Her beyazın içinde dolaşan bir yabani/bir zenci, her egoda bir karanlık/bir gölge olduğunu söyleyen Jung aynı yapıyı medenîleşmemiş toplumlarda da gördüğünü söyler. Öte yanda Fanon, “Jung’un kendisini kandırdığını düşünüyorum” diye yazar. “Bildiği tüm halklar, Arizona’nın Pueblo Kızılderilileri olsun, Kenya’nın zencileri olsun, beyaz adamla az ya da çok travmatik bir temas yaşamışlardır.” Fanon kollektif bilinçdışının oluşumunda evrimden ziyade kültürün rolüne işaret eder. “Jung kollektif bilinçdışını kalıtımla aktarılan beyin maddesine yerleştirmektedir. Bence kollektif bilinçdışı bir grubun önyargı, mit ve toplu tutumlarından ibarettir.” Fanon, bugünden bakıldığında açıkça ırkçı olarak nitelenebilecek yazılarını görmediği için, Jung’a biraz merhametli davranmış görünüyor.
Freud ve Jung’a nispetle Adler, Fanon’un psikolojik bakış açısına daha yakındır. Adler’in işçi sınıfından bir ailenin çocuğu olması ve gençliğindeki aktif siyasî tutumu Fanon’un Adler’e duyduğu yakınlıkta rol oynamış olabilir. “Zenci ve Adler” başlığı altında bir bölümün yer aldığı Siyah Deri, Beyaz Maske’de şöyle yazar:
“Adleryen okulun sonuçlarına bağlı kalırsak, Zenci’nin tarihsel olarak hissettiği aşağılık duygusuna karşı bir protesto arayışı içinde olduğunu söyleyebiliriz. Tüm dönemlerde Zenci daha aşağıda olduğu için, buna üstünlük karmaşasıyla tepki vermeyi dener.”
Freud, Jung ve Adler için ekonomik ve kültürel tahakkümün sonuçlarıyla uğraşmak kişisel, sınıfsal, kültürel ve ırksal nedenlerle anlamsızdı. Hastaları nisbeten istikrarlı sosyokültürel çevrelerden geliyordu ve koloniyalizmin vahşi hamleleriyle sarsılmamışlardı. Fanon ise toplumsal kökeni ve kişisel mizacı itibarıyle bu üç deha ruhbilimcinin göremediklerini görebilecek bir üstünlüğe sahipti: Kendisi bir koloniyal özne olmuş, koloniyalizmin Cezayir’de neler yaptığına ilk elden tanıklık etmişti. Bireyin aşırı güçlü ve baskıcı bir sosyal yapıda kendisini güçsüz, çaresiz ve yalıtılmış bir nesne olarak hissettiğini öne süren ontojeni ve artık geri döndürülemez geçmişin içine gömülü bir lânete insanın direnmesinin imkânsızlığına işaret eden filojeni, Fanon için yeterli değildir. O, insanı yeni bir biçimde anlamanın zaruretine işaret ederek sosyojeniyi öne sürer: Yabancılaşmanın temel nedeni öncelikle sosyoekonomiktir, ikinci olarak da sosyal eşitsizlik ve şiddetin içselleştirilmesi. O halde etkili olabilmek için yabancılaşmaya bu iki düzeyde de müdahale edilmelidir. Ontojeniden sosyojeniye kayış Fanon’un radikal psikolojisinin temelini ve ‘yeryüzünün lânetlileri’ için uygun terapi biçimini oluşturur.
IRKÇILIĞIN PSİKANALİZİ
Kötülüğün sembolizmini tartışırken Ricoeur, Batılı Yahudi-Hıristiyan geleneğinde kötülüğün temiz olmadığı düşünülen şeyle simgelendiğini söyler. “Avrupa’da” der Fanon, “siyah adam kötülüğün simgesidir.” Beyazlar için siyahlar her türlü aşağılığı simgeler: “İşkenceci siyahtır, Şeytan siyahtır, gölgeden dem vurulur, ister bedensel isterse ahlâkî olsun, birisi kirliyse siyahtır. Eğer hepsini biraraya getirseydik siyah adamı günahla bir tutan ifadelerin ne kadar da çok olduğunu görmek bizi hayrete düşürürdü. İster simgesel isterse somut anlamıyla olsun, Avrupa’da siyah adam karakterin kötü tarafına karşılık gelir. Bu anlaşılmadıkça ‘siyah sorunu’nu anlamak da mümkün olmayacaktır.”
Kısaca şunu söyler Fanon: “En düşük değerlerin arketipi Zenci tarafından temsil edilir.”
Avrupa medeniyeti siyah dünya ile, o yabanilerle temas kurduğunda herkes Zenci’nin kötülüğü konusunda hemfikir olmuştu ona göre. Aslında yapılan, beyazların kendi içlerindeki kötülüğü siyahlara yansıtmasından ibarettir. Böylece beyaz kendisinde kabul edemediği, kötü ve aşağılık bulduğu herşeyi siyaha yansıtarak rahatlar. “Avrupa’da Zenci bir işleve sahiptir: Düşük duyguları, basit temayülleri, ruhun karanlık tarafını simgelemek” diye yazar Fanon. “Homo occidentalisin kollektif bilinçdışında Zenci—ya da siyah renk—kötülüğü, günahı, lânetlenmişliği, ölümü, savaşı, kıtlığı simgeler.” Beyaz adam içindekileri dışarı boca ettiğinde bütün bu simgesel değerleri siyah adama yapıştırır.
Afrikalıyı ‘lobotomize olmuş (beyni alınmış) Avrupalı ve bazı bakımlardan geleneksel psikopata benzer’ olarak tanımlayan Britanyalı koloni psikiyatristi Carothers ile Fanon arasındaki tartışma (ilki ikincisine hiç cevap ver-e-mese de) bugün ‘ırkçılık ve psikiyatri’ hakkındaki tartışmaların temelini oluşturur. Carothers ve benzerlerinin kaba ırkçılığının bilim kılıfı altında sunulması, Fanon’un aklın önünde sonunda sömürge yönetimlerinin günlük suiistimallerine galip geleceğine dair itimadını sarstı. Farkına vardı ki, her türlü bilimsel kanıt aslında sömürgecinin hükümranlığını sürdürmesi için toplanmaktadır. Açık bir tiksinti duygusuyla şöyle yazar:
“Tarihin benim için derledikleri ilk bölümünde, yamyamlığın kuruluşunu gözümün içine sokarcasına açık seçik anlattılar. Kromozomlarımın yamyamlığı temsil eden birkaç daha ince ya da daha kalın gen içermesi bekleniyordu. Cinsiyet geçişinden sonra bilginler şimdi ırksal geçişi farkettiler. Ne utanç verici bir bilim!”
Fanon daha sonra bilimsel ırkçılığın değişik dönemlerde benimsediği değişik taktikleri inceledi. Siyah adamın insanlığının olumsuzlanması daha örtük ve gizli ifadelerle gerçekleşiyordu artık. Önce kültürün bazı insan grupları için sözkonusu olmadığı söylenmişti. Daha sonra koşullar değişti, bir kültürler hiyerarşisi öne sürüldü ve Afrika kültürü en alt sıraya yerleştirildi, en son olarak da kültürel görececilik kavramı tarihsel gereksinimleri karşılamak amacıyla yürürlüğe sokuldu. Her iddia Fanon’a göre tahakkümün toplumsal/tarihsel bir anını temsil ediyordu.
Fanon, Prospero ve Caliban: Sömürgeciliğin Psikolojisi adlı kitabında sömürgeciliği psikanalitik bir bakış açısıyla ele alan Octave Mannoni’yi de eleştirmiştir. Daha önce de görüşlerine değindiğimiz Mannoni, koloniyal durumun bir karşılıklı yanlış anlamadan ibaret olduğunu söyler. Bu açık ve paylaşılan yanlış anlamanın gerisinde, ona göre asıl ve bilinçdışı olan bir tamamlayıcılık gizlidir. Avrupalı ‘aşağılık karmaşası,’ hâkimiyet kurma ve pederâne bir yönetme ihtiyacı doğurur. Afrikalı ise ‘bağımlılık karmaşası’ndan muzdariptir; ki bu da onu koruyup idare edecek besleyici bir erk, bir yetke ihtiyacı doğurur. Bu bağımlılık karmaşasının Avrupalının gelişinden önce de var olduğunu düşünür Mannoni. Ona kalırsa Afrikalı uzun süre bu koruyup kollayıcı babayı beklemiştir. Koloniyal tahakkümle Afrikalı bir itminana kavuşmuştur. Afrikalı hiç büyümek istemeyen bir çocuktur. Fransız sömürgeciliğinden kurtulma çabaları bile infantil çatışmaları çözme yolunda gösterilen yararsız çabalardır. Psikanalitik bir dille, Mannoni, Afrikalının kendi Oedipus karmaşasından kurtulma ‘onuruna’ sahip olamadığını yazmaktadır.
Fanon sakin ve nazik bir biçimde Mannoni’nin ırkçılığını ve psikolojik indirgemeciliğini açığa vurur. Ona göre Mannoni Afrikalının geleneksel misafirperverliğini bağımlılıkla karıştırmaktadır. Kıtaya ayak basan yabancıları ilk elde büyük bir hoşgörüyle karşılamıştır yerliler; oysa sömürgeciler kendilerini en nazik biçimde karşılayan bu insanların iyiniyetini suistimal etmişlerdir. O halde Mannoni sömürgeciliğin kurbanını suçlamış olmaktadır. Fanon’a göre ırkçılığın Avrupa toplumlarında ekonomik, yapısal ve kültürel bir temeli vardır. Bir toplumda ırkçılık varsa, o toplumun bütün bireyleri bundan az ya da çok etkilenirler. Sömürgecilik önden var olan karmaşaların birbirini bütünleyecek şekilde birleşmesi değil, ekonomik tamahkârlığın ateşlediği ve üstün silahlarla mümkün olan bir ekonomik ve kültürel boyun eğdirmedir. Sömürgecilik ezilenlerin temel hayat yapılarını tersyüz eder, yerli kültür ve ekonomi yurtsuzlaşır. Yerli boyun eğmekle artık tanımsız, kendini tanımlayabilen bir varlık olmaktan çıkar ve ruhsal dengeleri altüst olur. O halde Mannoni sebeple sonucu birbirine karıştırmış olmaktadır: Bağımlılık koloniyalizmin bir sebebi değil, olsa olsa sonuçlarından biridir.
Fanon psikanalitik kuramın tek başına koloniyal durumu açıklayamayacağına inanmıştır. “Burada Freud’un buluşlarına yer yok” der Mannoni’nin Oedipus karmaşası ve ilk sahne varsayımlarını koloniyal duruma uygulama çabalarını yakışıksız bulur. Malagasy rüyalarını Freudyen simgeciliği birebir uygulayarak bir tüfeği penise eşleyen Mannoni’ye, rüyaları doğru toplumsal tarihsel bağlamına oturtmadıkça onların gerçek anlamını kavrayamayacağımızı hatırlatır; ve bir tüfeğin bazen ölümcül bir gerçeğe, yani tüfeğin ta kendisine işaret ettiğini söyler.
KOLONİYAL TIP
Fanon sömürge deneyimi içinde Batı tıbbının nasıl bir tahakküm aracına dönüştüğünü farketti. Bir sömürge toplumunda Batı tıbbı kendi toprağında taşıdığı anlamdan çok farklı bir anlama bürünür. Önceliği ağrıyı dindirmek gibi görünse de, kendisi sömürgeci yağmanın bir parçasıdır. Zavallı yerlileri iyileştireceğini öne süren doktor, tıpkı günahkârları cehennem ateşinden kurtarmayı görev edinen misyonerlere benzer. Bazen doktor misyoner de olabilir, kimileyin de askerî doktor kimliğiyle ortaya çıkar. O halde sömürge insanının doktorun tedavisini, ev ziyaretlerini, çevre sağlığıyla ilgili düzenlemelerini kendi vücudunun, ailesinin ve toplumunun bütünlüğüne yönelik ihlâller olarak algılamasına şaşmamalıdır. Sömürge insanı farkındadır ki, doktor, polis ve öğretmen içiçe geçmiştir. Cezayir bağımsızlık savaşında hekimlerin sıklıkla sır tutma ilkesini çiğnediklerini haber verir Fanon. Polise yaralının ismini ve adresini hemen verirler, birisi işkenceyle can vermişse ölümün doğal yollarla olduğuna dair düzmece raporlar hemen devreye sokulur. Kendileri de sömürge ajanı olan bazı doktorlar açık bir biçimde işkenceciye dönüşmüşlerdir Cezayir bağımsızlık savaşında. Sorgulananın bilincini kaybetmesine neden olan bir ilaçla verilen ‘doğruluk serumu’ ve elektroşok, sıklıkla Fransız hekimler tarafından sorguda kullanılmıştır. Doktorlar sorgulanan kişiyi işkenceye hazırlamak için işbirliği yapmışlardır.
Fanon yazıyor:
“Çeşitli işkence merkezlerine bağlı diğer doktorlar, her seanstan sonra, işkence göreni iyileştirmeye ve yeni seanslarla hazır duruma getirmeye çalışırlar. Burada mühim olan, esirin sıfırı tüketip işkencecileri yalnız bırakmaması, yani hayatta kalmasıdır. Cezayirliyi, hayat ile ölüm arasında bir yerde tutmak için, işkence öncesi, işkence ve sonrasında ona bol bol kalp ilacı, yüksek miktarda vitamin verilir. Doktor on defa müdahale eder, esiri on defa işkenceciler sürüsü önüne bırakır.”
Sonuç ya ölü bir mahkum ya da parçalanmış bir kişiliktir. “Aylar süren işkenceden sonra mahkum adını, nerede doğduğunu söylemek bile istemez” der Fanon. “Her soru öncelikle işkenceci-işkence gören kişi ilişkisinin yinelenmesi olarak yaşanır.”
Savaş yıllarında Fransız yetkililerin en temel ilaçları, tetanoz aşısını bile halka vermediğini yazar: “Bugün bize, sayısız Cezayir ailesi, tetanoz zehirinin etkisiyle günden güne gözlerinin önünde felçleşen, bir ara iki bükklüm olan, sonra tekrar kötürümleşen yaralının, yavaş ama korkunç ölümünü anlatabilir.”
SOSYAL ÖZGÜRLEŞME İÇİN PSİKİYATRİ
Fanon’un Blida-Joinville hastanesinde giriştiği reform onun psikiyatriyi bir özgürleştirme pratiği olarak algıladığını gösterir. Hastaneye klinik şefi olarak varır varmaz, zincirleri ve tespit gömleklerini kaldırır; hastaların özgür bir biçimde dış ortama çıkabileceklerini müjdeler. Değişik komiteler kurarak, hasta, hemşire ve doktorların katılımıyla sosyal etkinlikler düzenler. Bu etkinlikleri Müslüman hastaları da içerecek şekilde genişletmek ister, ama bu çabası başarısızlıkla sonuçlanır.
Fanon Avrupalı hastalar için işe yarayan sosyal terapinin Müslüman hastalarda sonuçsuz kalması üzerine meslektaşı Azoulay ile birlikte bir makale yazar. Antropolojik ve sosyolojik bir bakış açısıyla, bu başarısızlığın nedenleri üzerine düşünürler. Geleneksel Cezayir toplumu aile ağı etrafında örgütlenmektedir ve yapısı itibarıyle teokratik ve gerontokratiktir. Bu temel yapılar sömürgeleşmeyle birlikte aşınmakta ve radikal bir dönüşüme uğramaktadır. Önceleri ortak mülkiyette olan toprak hızla el değiştirmekte ve büyük arazi sahiplerinin eline geçmektedir. Ciddi bir topraksız köylü nüfus oluşmakta ve bu da göçmen hayat tarzını yok ederek, şehirlere göçü hızlandırmaktadır. Şehirlerin etrafında oluşan gecekondu mahallelerinde ‘lümpen proleter’ bir sınıf boy vermektedir. Bu değişen toplumda kurulu kültürel normlar da değişmiştir. Derinlemesine yerleşmiş âdet ve gelenekler varlığını zayıf da olsa sürdürmektedirler.
Fanon ve Azoulay yüzyüze sözel iletişim kurulamamasının Cezayirli hastaların grup terapilerinde isteksiz davranmalarının önemli nedenlerinden birisi olduğunu düşünürler. Sosyal işlevlerin Müslüman hastalara hitap etmemesini de, sosyal işlevin ailevî ya da dinî ortamda olmadıkça anlamsız bulunmasına bağlarlar. Bu kültürel tecrübeden sonra hastanede bir Mağrib kahvehanesi kurulmuş, Müslümanların dinî bayramları bir şenlik havasında kutlanmaya başlamış, bir geleneksel hikâye anlatıcısı getirilmiş ve böylece sosyal etkinliklere Müslümanların katılımı da sağlanmıştır. Bütün bu uygulamalar bugünden bakıldığında basit görünebilir, ama psikiyatrideki hâkim bakışın ırkçı bir öz taşıdığı, Afrikalının ‘beyinsiz Avrupalı’ olarak düşünüldüğü, ‘sadece önbeyniyle yönetilen bitkisel ve içgüdüsel bir varlık sürdüğü’nün yaygın kabul gördüğü bir iklimde, Fanon’un yaptıkları devrimci bir sıçrama mahiyetindedir.
1950’li yıllarda Fransa’da gündüz hastanesi kavramı hiç bilinmiyor ve uygulanmıyorken Fanon’un gündüz hastanelerini düşünmüş olması da ilginçtir. Tunus’ta kurduğu ‘nöropsikiyatrik gündüz hastanesi,’ Fanon’un gözünde doktor-hasta ilişkisindeki eşitliği sağlamanın bir örneğini oluşturacaktır. “Burada doktor-hasta ilişkisine her iki tarafın da serbestçe gireceği bir zemin yaratmak istiyoruz” der. Fanon özgürlüğü akıl hastalığın anlaşılmasında elzem olarak görür. Gündüz hastanesindeki hasta özgürlüğünü hayata geçirmeyi öğrenmektedir. Tunus’taki bu gündüz hastanesi hizmete girdiğinde dünyada yirmi gündüz hastanesi vardı ve az gelişmiş ülkelerin hiçbirinde bu uygulama hayata geçirilmemişti. “Kurumsal terapiyle donmuş kurumlar, katı ve kesin kurallar, hızla stereotipikleşen şemalar yarattığımızı unutmamalıyız” diyordu.
“Bu yeni toplumda icat yoktur, yaratıcı bir devingenliğin izine rastlanmaz, yenilik mumla aranır. Kurum Mauss’un tabiriyle bir kadavra kuruluştur. Üstelik bu sahte toplumun âtıl karakteri, katı mekânsal kısıtlılığı, hareketlerin sınırlanması ve, haydi saklamayalım, süregiden hapsedilme yaşantısı, buradaki sosyoterapinin iyileştirici ve rehabilite edici değerini kısıtlamaktadır. Bu yüzden, bugün inanıyoruz ki, sosyoterapi için gerçek ortam toplumun ta kendisidir.”
Fanon hastalara hastaneye yatışın zorlayıcı havasından kurtulmaları için azamî özgürlüğün verilmesi gerektiği düşüncesindedir. Onun Blida hastanesinden istifa mektubu Fanon’un psikiyatrideki devrimci ve insancıl yönelimini bütün hatlarıyla ortaya koymaktadır:
“Eğer psikiyatri insanın artık çevresine bir yabancı olmamasını mümkün kılan bir tıp tekniği ise, bunu söylemek üzerime bir borçtur ki, sömürgeleştirilen insan ve hasta, yurdunda zaten sürekli bir yabancı durumundadır ve mutlak bir depersonalizasyon halinde yaşamaktadır... Bir sosyal yapının işlevi insanın ihtiyaçlarını karşılayacak kurumlar inşa etmektir. Üyelerini ümitsiz çözümlere iten bir toplum, yaşamayan, değiştirilmesi gereken bir toplumdur. Bunu söylemek yurttaşın görevidir. Ne meslek ahlâkı, ne sınıf dayanışması, ne aile çıkarları bunun önüne geçebilir. Hiçbir sözümona millî kandırmaca aklın isteklerine galip gelemez.”
Kariyerinin başlangıcında Fanon’un akıl hastalarını zincirlerinden çözmek kadar, ezilen/baskı altına alınan halkları da özgürleştirmeyi kendisine bir ülkü edindiği biliniyor. Bir psikiyatrist olması, ona bir dereceye kadar ülkülerini hayata geçirme imkânı vermiştir.
Cezayir Bağımsızlık Savaşında hayatını ortaya koyacak kadar aktif bir görev üstlenen Fanon’un politik eylemci/devrimci doğasıyla gerçek psikiyatriyi hayata geçirmek yolunda verdiği uğraş, aynı adanmışlıktan beslenen iki durumdur. Psikiyatrik eserleri hem kuramsal hem de uygulanımsal düzlemde bir öncünün mührünü taşır. Yarım asır öncesinden, bugün kültürel psikiyatri olarak yaygınlık kazanan düşünceleri tartışmış, hayata geçirmeye gayret etmiştir.
Sömürgeciliğin mahkumlarını köleliğin zindanından azad etme yolundaki soylu yürüyüşüne, sosyal psikiyatriyi hâkim psikiyatrik söyleme kabul ettirme yolundaki kararlı savaşımına başlayalı çok olmamıştı ki, lösemiyle, ironik bir biçimde Washington’da hayatını kaybetti. 1961’de 36 yaşında ölümünden birkaç gün önce şu satırları yazmıştır:
“Size söylemek istediğim, ölümün her zaman bizimle, hep yanıbaşımızda olduğudur; önemli olan ondan ne zaman kaçıp kurtulacağımız değil, inandığımız fikirler için elimizden gelenin azamîsini yapıp yapmadığımızdır... Eğer en başta bir amacın hizmetkârı değilsek, halkın, adalet ve özgürlüğün sevdalısı değilsek, yeryüzünde bir hiçiz demektir.”
 23.03.2007
© 2015 karakalem.net, Kemal Sayar