Friday, August 28, 2015

Psikolojik ve Ahlâkî Bir Sorun Olarak itaatsizlik

Yüzyıllardan beri krallar, rahipler, feodal beyler, sanayi patronları ve ana-babalar itaatin bir erdem ve

itaatsizliğin de kötü bir huy olduğunda ısrar edegelmislerdir. Farklı bir bakıs açısı ortaya koymak için,
bu tavrın karsısına su ifadeyi koyalım: insanlık tarihi, bir itaatsizlik eylemi ile basladı ve bir itaat eylemi ile sona erdirileceği hiç de ihtimal dısı değildir.
ibranî ve Yunan efsanelerine göre insanlık tarihi bir itaatsizlik eylemi ile basladı. Adem ile Havva, Aden cennetinde yasadıkları sırada doğanın parçasıydılar; onunla uyum halindeydiler, ancak onu asarak ötesine geçemediler. Onların doğanın içinde olusları, ceninin ana rahminde olusu gibiydi. insandılarlar, ama aynı zamanda henüz insan değildiler. Ne zamanki bir buyruğa karsı geldiler, hersey değisti. Toprak ve ana ile bağı koparıp, göbek bağını kesmekle, insan insanöncesi uyumdan sıyrıldı ve bağımsızlık ile özgürlüğe ilk adımı atabildi. Boyun eğmeme hareketi Adem’le Havva’yı özgür kıldı ve gözlerini açtı. Birbirlerini bir yabancı olarak ve kendileri dısındaki dünyayı da yabancı, hattâ düsman olarak algıladılar. itaatsizlik eylemleri, doğa ile ilksel bağlarını kopardı ve onları ayrı bireyler haline getirdi. “ilk günah”, insanı bozmak söyle dursun, onu azat etti ve tarihin baslangıcı oldu. Kendi yeteneklerine güvenmek ve tümüyle insan olmayı öğrenmek için, insan Aden Cenneti’ni terketmek zorundaydı. Peygamberler, kurtarıcılık üzerine kurulu olan anlayısların-da, insanın itaat etmemekte haklı olduğu, “günah”ından ötürü yozlasmadığı, tersine insan öncesi uyumun engelinden kurtulduğu fikrini onayladılar. Peygamberlere göre, tarih “beser”in “insan”lastığı mekândır; yeni sayfalar açıldıkça, kendisi, hemcinsleri ve doğa ile arasında yeni bir uyum yaratana kadar, anlama ve sevme yeteneklerini gelistirir. Bu yeni ahenk Hristiyan ilahiyatında “günlerin sonu” diye tanımlanır ve tarihin iste bu döneminde, insanla insan arasında ve insanla doğa arasında barıs vardır. Bu, insanın kendisi tarafından yaratılmıs ve yalnız onun yaratabileceği “yeni” bir cennettir.
Çünkü “eski” cenneti itaatsizliği sonucu terketmeye zorlanan odur.
Ğbrani efsanesindeki Adem’le Havva öyküsü gibi, Promete-us’la ilgili Yunan efsanesi de tüm insan uygarlığını bir itaatsizlik eylemi üzerine temellendirir. Prometeus, atesi Tanrılardan çalarak insanın evriminin temelini atar. Adem ile Havva gibi, o da, boyun eğmediği için cezalandırılır. Fakat pisman olup af dilemez. Aksine, gururla söyle der: “Tanrıların itaatkâr hizmetçisi olmaktansa, bu kayaya zincirli kalmayı üstün tutarım.”
insan, itaat etmeme eylemleriyle evrimlesmeyi sürdürdü. Ruhsal gelismesi yalnızca vicdanları ya da inançları doğrultusunda hareket eden ve dıs güçlere (iktidarlara) “hayır” deme cesaretini gösteren insanlar olduğu için mümkün olabiliyor değildi, fakat aynı zamanda zihinsel gelismesi de boyun eğmeme yeteneğine bağlıydı. Yeni düsünceleri susturmaya çalısan otoritelere ve herhangi bir değisimin saçma ve gereksiz olduğunu iddia eden yerlesik düsüncelere boyun eğmemekle gerçeklesiyordu tüm bunlar.
itaat etmeme yeteneği nasıl insanlık tarihinin baslangıcını olusturduysa, itaat de daha önce söylediğim gibi, insanın tarihini pekala sona erdirebilir. Sembolik ya da siirsel konusmuyorum. insan soyunun yer yuvarlağı üzerindeki uygarlığı, hattâ tüm hayatı, gelecek bes-on yıl içinde (*) yok etme olasılığı ya da belki imkânı vardır. Böyle bir davranıs hiçbir akla uygunluk göstermiyor. Ama gerçek su ki, biz Atom Çağı’nda yasarken, insanların çoğunluğu iktidarda olanların çoğu dahil duygusal olarak halâ Tas Devri’nde yasıyorlar. Matematiğimiz, gök ve doğa bilimlerimiz yirminci yüzyıldayken, siyaset, devlet
ve toplumla ilgili düsüncelerimizin çoğu, bilim çağının çok gerisinde kalmaktadırlar. Eğer insanlık kendine kıyarsa bu, bazı kimselerin onlara ölümcül düğmelere basmalarını emredenlere itaat edecekleri için olacak. O küflenmis korku, nefret ve açgözlülük gibi hırslara, ayrıca devletin egemenliği ve ulusal onur gibi eskimis kliselere boyun eğecekleri için. Sovyet liderleri devrimler hakkında çok konusurlar, biz “hür dünya”dakiler ise, özgürlük hakkında bol keseden konusuruz. Ancak onlar da, biz de itaatsizliği caydırıyoruz. Sovyetler Birliği’nde açıkça ve zor kullanılarak, hür dünyada da örtülü biçimde ve daha kurnazca ikna yöntemleriyle yapılıyor bu.
Fakat, demek istemiyorum ki, itaatsizliğin tamamı bir erdem ve itaatin hepsi de kötü bir huydur. Böyle bir görüs, itaat ile itaatsizlik arasındaki diyalektik ilskiyi bilmezlikten gelecektir. Uyulan ilkelerle uyulmayanlar bağdasmadığı zaman, bir ilkeye itaat eylemi, ister istemez onun karsıtına itaatsizlik hareketi (ve karsılıklı olarak öteki yönde) olur. Antigone bu ikilemin klâsik bir örneğidir. Devletin insanlık dısı yasalarına itaat etmekle, Antigone, insanlığın yasalarına ister istemez itaatsizlik etmistir.
Eğer ikinciye itaat etseydi, bu kez de ilkine bas kaldırmıs olacaktı. Dinsel inançlar, özgürlük ve bilim uğruna çok acı çeken ve bu uğurda ölenlerin hepsi, insanlığın ve aklın yasalarına uymak için, onları susturmak isteyenlere bas kaldırmak zorunda kalmıslardır. Bir kimse yalnız itaat gösterip, itaatsizlik edemiyorsa bir köledir; eğer yalnız itaatsizlik gösterip, hiç itaat etmiyorsa, bir isyankârdır (devrimci değil). Böyle biri öfke, düs kirıklığı ve pismanlıkla hareket eder, ama hiç bir zaman bir inanç ya da ilke adına değil.
Bununla birlikte, bir kavram karısıklığını önlemek için, önemli bir kısıtlayıcı niteleme yapılmalıdır. Bir kisiye, kuruma ya da güce itaat (dıs yasaya uyma), boyun eğmedir. Bu tutum özerkliğimden (iç yasadan) vazgeçip, bir dıs irade ya da kararı kendiminkinin yerine kabul edisimi belirtir. Kendi akıl ve inancıma uymam (iç yasaya uyma / özerk itaat) ise bir boyun eğme değil, onaylama eylemidir.
inancım ve kararım, iddia ettiğim gibi bana aitse, benim parçamdır. Baskalarının yargılarından çok onların pesinden gidersem, kendim olurum. Böylece itaat kelimesi, sadece mecaz anlamıyla ve “dıs yasaya uyma” duru-mundakinden tümüyle farklı bir anlamda da kullanılabilir.
Ancak bu ayrım, hâlâ iki nitelemeye daha ihtiyaç duyar ki, bunlardan biri vicdan, öteki de otorite kavramıyla ilgilidir.
Vicdan kelimesi birbirinden oldukça ayrı iki olguyu ifade etmek için kullanılmaktadır. Biri, bizim memnun etmek istediğimiz ve öfkelenmesinden korktuğumuz bir otoritenin içimize yerlesmis sesi olan “otoriter vicdan”dır. Bu otoriter vicdan, insanların çoğunun vicdanlarına uydukları zaman yasadıkları seydir. Bu, aynı zamanda Freud’un sözünü ettiği ve “Süper Ego/Üst Ben” adını verdiği vicdandır. Bu Üst Ben, baba korkusuyla, oğulun benimsediği emir ve yasakları temsil eder. Bir de otoriter vicdandan ayrı olan “insancıl vicdan” vardır. Bu, insan türünün her üyesinde varolan içsel sestir ve dıs yaptırım ve ödüllerden bağımsızdır. insancıl vicdan, neyin insanca ve neyin insanlığa aykırı, neyin hayata yararlı ve
neyin zararlı olduğu hakkında sezgi yoluyla bizi uyarır. Bu vicdan, bizim birer insan olarak
fonksiyonlarımızı yerine getirmemize yarar. Aynı zamanda bizi kendimize çağıran, insanlığa davet eden içimizin sesidir.
Otoriter vicdan (Üst Ben), içimize girmis olsa bile, aslında dısımızda olan bir güce itaattir. Bilinçli olarak kendi vicdanımızın gereğini yaptığımıza inanmamıza rağmen aslında bir dıs gücün ilkelerini yutmus durumdayız. Sırf insancıl vicdanla Üst Ben’in özdesliği hatasına düsmek yüzünden benimsenen otorite, üzerimizde oldukça etkili olmaktadır. “Otoriter vicdan”a itaat, tüm dıs düsünce ve güçlere itaatte olduğu gibi, kendi olma ve kendini yargılama yeteneği olan “insancıl vicdan”ı zayıflatır.
Öte yandan, baska birine itaatin sırf bu sebeple boyun eğme olduğu yolundaki inancı, “akla uygun” ve “akla aykırı” otoritelerin ayırd edilmesi yoluyla değerlendirmek gerekir. Akla uygun otoriteye bir örnek, öğrenciyle öğretmenin iliskisinde; akla aykırı otoriteye örnek de, köleyle efendisinin iliskisinde
bulunabilir. Her iki iliski de, emir veren kisinin otoritesinin kabul edilmesi esasına dayanır. Oysa etki ve sonuç akısına bakıldığında, bunların tamamen değisik yapılarda oldukları anlasılır.
ideal durumda, öğretmenle öğrencinin ilgilendikleri seyler (çıkarları) aym doğrultuda bulunur.
Öğretmen eğer öğrencisini ilerletmekte basarılı olursa tatmin olur; basaramamıssa, basarısızlık kendisine ve öğrencisine aittir. Öte yandan köle sahibi, köleyi kullanabildiği kadar kullanmak istemektedir. Ondan ne kadar çok yararlanabil irse, o kadar tatmin olur. Bu sırada köle asgarî bir mutluluğu elde edebilmek için çırpınmaktadır. Köleyle efendisinin çıkarları zıttır, çünkü biri için nimet olan, öteki için talihsizliktir. Efendinin köleye üstünlüğünün, ikisi için ayrı anlamları vardır: Efendiye göre, otoritesi altındaki kisiyi belirlemek için gereken sart olan üstünlük iliskisi, köleye göre onun sömürülmesini doğuran kosuldur.
Bir baska ayrım da buna paraleldir; akılcı otorite akla uygundur. Çünkü ister bir öğretmenin elinde olsun, ister âcil bir durumda emirler yağdıran bir gemi kaptanının elinde, otorite, akıl
adına is görür. Akıl da evrensel olduğuna göre, boyun eğmeden bunu kabul etmek mümkün olabilir.
Akla aykırı otorite ise, ya telkinde bulunmak ya da zor kullanmak durumundadır, zira karsı koyma fırsatı olan hiç kimse, kendisinin sömürülmesine seyirci kalamaz.
insan niçin itaate bu kadar yatkındır ve itaatsizlik etmesi niçin bu kadar zordur? Çünkü devlet, kilise ve kamuoyuyla uygun adım gittiğim sürece, kendimi güvenli ve koruma altında hissederim. Aslına bakarsanız hangi güce ayak uydurduğum pek de farketmez. Bu güç, her zaman su veya bu sekilde kuvvet kullanan ve asılsız biçimde herseye gücü yetme iddiasında olan bir kurum veya insanlardır.
itaatim, beni kulluk ettiğim gücün bir parçası haline getirir, böylece kendimi daha güçlü hissederim.
Hiç hata yapmam, çünkü benim kararlarımı o verir, yalnız kalamam, çünkü beni hep izler; günah isleyemem, çünkü bunu yapmama hiç izin vermez ve günah islemis olsam bile, bunun cezası sadece o güce geri dönmekten ibarettir.
itaatsizlik etmek için bir kimse yalnız kalabilecek, hata yapabilecek ve günah isleyebilecek cesarete sahip olmalıdır. Fakat yalnızca cesaret yetmez. Cesaretin ölçüsü, kisinin gelismisliğine bağlıdır. Bir kisi ana kucağından ve baba buyruklarından kendini sıyırabilmis ve tam olarak gelismis bir birey olarak ortaya çıkmıs ve kendisi için duyma ve düsünme yeteneğini kazanmıssa, ancak böyle bir durumda kendisinden daha kudretli olan birine “hayır” diyebilir, itaatsizlik edebilir.
Bir kimse güç sahiplerine “hayır” demeyi öğrenip, onlara itaatsizlik ederek de özgür olabilir. Ancak yalnızca itaat etmeme yeteneği özgürlüğün tek sartı değildir; çünkü özgür olmak da itaat etmemenin sartıdır. Eğer ben özgür olmaktan korkmaktay-sam, “hayır” deme cesaretini gösteremem. Gerçekten de, özgürlük ve itaat etmeme yetenekleri birbirinden ayrılamaz. Bundan dolayı da, özgürlüğü öven ancak itaatsizliği reddeden hiçbir toplumsal, siyasal ve dinsel sistem gerçeği dile getiremez.
Güçlü olana “hayır” demenin ve itaat etmeme cesaretini göstermenin bu kadar zor olmasının bir nedeni daha var. insanlık tarihinin büyük bölümünde itaat erdemle, itaatsizlik de günahla özdes kabul edilmistir. Bunun sebebi de basittir: Simdiye kadar tarih boyunca genellikle bir azınlık, çoğunluğa hakim olmustur. Hayattaki iyi ve güzel seylerin pek az kimseye yetmesi ve çoğunluğa da sadece kırıntıların kalması, bu kuralı yaratmıstır. Az sayıda kimse iyi ve hos seylerin tadını çıkarmak ve bunun da ötesinde, çokluk olanların onlara hizmet etmesini ve onlar için çalısmasını istemisse, bunun bir sartı vardı: Sayıca çok olanların, itaati öğrenmeleri gerekiyordu. Süphe yok ki itaat, sadece kuvvet kullanılarak da sağlanabilir. Fakat bu yolun birçok sakıncaları vardır. Çoğunluğun da azınlığı günün birinde aynı sekilde güç kullanarak alasağı edecek duruma gelme ihtimali, sürekli bir tehdittir. Üstelik yalnızca korkunun yarattığı itaat ile yapılamayan pek çok is de vardır. Bu yüzden sadece kaba kuvvet korkusundan kaynaklanan itaatin, insanın içinden kaynaklanan bir itaate çevrilmesi gerekir. Sadece itaatsizlikten korkmak yerine, insan itaat etmek istemeli, hattâ buna ihtiyaç duymalıdır. Bunun gerçeklesmesi için, güçlü olanın “mutlak iyi”nin ve “mutlak akıllı”nın özelliklerini taklit etmesi, “her seyi bilen” haline gelmesi gerekir. Bu olursa, güçlü olan (iktidarda olan) itaatsizliğin günah, itaatin de sevap olduğunu açıklayabilir. Böyle bir durumda, sayıda çok, güçte zayıf olanlar itaati, itaatin iyi olduğu için benimser, itaatsizlikten de kötü olduğu için nefret ederler. Korkak oldukları için, bu kararları dolayısı ile kendilerinden tiksinmekten de kurtulurlar. Luther’den ondokuzuncu yüzyıla kadar insanlar, açık ve ortada olan otoritelerle ilgilenirlerdi. Luther, papa ve prensler ona (otoriteye) destek verirler; orta sınıf, isçiler ve fîlozoflarsa bu eğilimi insanların içinden söküp atmak isterlerdi. Hem devletteki, hem de ailedeki otoriteye karsı mücadele, aydınlanma dönemi filozoflarının ve bilim adamlarının belirgin özelliği olan entellektüel ruh halinden ayrı düsünülemez. Bu “elestirici ruh hali”, bir akla inanç haliydi ve aynı zamanda geleneklere, bos inançlara, göreneğe ve iktidara dayanan her söze ve düsünceye karsı süphe etmek demekti. “Sapere aude” (akıllı olmak cesaretini göster) ve de “komnibus est dubitan-dum” (kalabalığın içinde en az bir kisi süphe etmeli) özdeyisleri, bu tutumu çok iyi özetliyordu. “Hayır” deme yeteneğinin önünü açıp, onu tesvik eden de, iste bu akımdı.
Adolf Eichmann davası (*) durumumuzu gayet iyi bir biçimde özetlemektedir. Bu davanın, Kudüs’teki mahkeme salonunda onu suçlayanların ilgilendiklerinden çok daha büyük bir önemi vardır. Eichmann kurumlasmıs insanın ve kadın, erkek, çocuk, bütün insanları birer rakam olarak gören yabancılasmıs bürokratın sembolüdür. Bu açıdan kendimizi Eichmann’da görebiliriz. Fakat onunla ilgili en ürpertici sey, bütün olaylar kendi kabul ve itiraflarına dayanılarak ortaya serildikten sonra bile, tam bir inançlı kalple suçsuz olduğunu ileri sürebilmesidir. Apaçık görülüyordu ki, aynı durumlarla karsılassaydı, yine aynı seyleri yapacaktı. Nitekim bizler de aynı seyi yapacaktık ve yapıyoruz da.
Kurumlasmıs insan ya da kurum insanı, itaat etmeme yeteneğini kaybetmistir; hattâ bir itaat eylemi içinde olduğunun bile farkında değildir. Tarihin bu kritik noktasında, süphe etme, elestirme ve itaat etmeme yetenekleri, insanlığın sağlıklı bir geleceğe sahip olması ya da uygarlığın yok olması arasındaki tek ayıraç olabilir.
(*) Fromm’un bu yazısının ilk yayınlandığı 1963 yılından sadece bir yıl önce A. Eichmann, Yahudi soykırımının mimarlarından biri ve savas suçlusu olarak israil’de yargılanıp, idam edilmisti. (Çev.)

Erich Fromm (s.33, Barısın Tekniği ve Stratejisi)

Sunday, August 23, 2015

Aşk yeniden icat edilmelidir…

Artık kurtarılması gereken ve her gün daha fazla eriyip giden bir aşk hepimizin gözleri önünde durmaktadır. O nedenle her mücadelenin bir parçası biraz da aşk olmalıdır. O nedenle aşkla mücadele, aşk için mücadele zorunludur. Peki, ne zamana dek? Ne demişti şair: “Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek…”11229898_1117425974952296_5116233896975658948_n
“Cinsel ilişki yoktur” demişti filozof Lacan. Ona göre iki kişi arasında cinsel ‘birleşme’ olanaksızdı. Herkes fena sarsılmıştı. Feministler, felsefeciler, sosyologlar, psikiyatrlar ve eli kalem tutan, Lacan’ı bilen bilmeyen hemen herkes şaşkınlık içindeydi. İki kişinin arasında bir cinsel ilişki gerçekleşemez diyordu çünkü o. Aslında bir eylem olarak cinsel ilişki vardı ancak bu sanıldığı gibi bir ilişki biçimi değildi. Cinsel birleşmenin cinsleri bir araya getirmediğini aksine ayrıştırdığını savunuyordu. Ona göre cinsel birleşme bir ilişki yaratmaz aksine ayrıştırırdı. ‘Aşka Övgü’de Badiou bunu özetliyordu: “Lacan bize aslında herkesin, hani denebilirse, kendi işine baktığını anımsatır. Elbette ötekinin bedeninin aracılığı söz konusudur, ama sonuçta zevk yalnız sizin zevkiniz olacaktır. Cinsellik birleştirmez, ayırır. Çıplak olmanız, ötekinin bedenine yapışmanız bir imgedir, düşsel bir tasarımdır. Gerçekteyse, zevk sizi ötekinden uzaklara, çok uzaklara götürür… Cinsellikte ötekinin aracılığıyla da olsa kendinizle ilişki içindesinizdir.”
Kısacası iki insan arasında geçen ‘sevişmek’ aslında bir ilişki biçimi değildir. Ve her aşkı ilk dokunuşun öldürmesi biraz da bundandır. Aşk denilen şeyse işte tam da cinselliğin o tatmin edilemeyen, tekrarlayan, kendini yineleyen boşluğuna dolan ve onun açığını kapamaya çalışandır. Aşk bu nedenle gereklidir. Ancak bu noktada Badiou bir tehlikeye dikkat çeker. Ona göre aşk, kapitalist tüketiciler dünyasında büyük bir tehdit altındadır. Bu nedenle aşkın yeniden icat edilmesi ve aynı zamanda da savunulması gerekmektedir.
Aşka yönelen en önemli tehditse güvenlik tehdididir. Aşka bakışımız artık iktisadidir. Kapitalizmin özgürlük adı altında bize dayattığı ‘ahlaksız’ bir ‘ahlaktır’. Badiou’ya göre bu ‘sıfır riskli’ bir aşk anlayışıdır. Çağımız aşklarında rastlantıya ve beklenmedik olana yer yoktur: “Güvenlikçi aşk, ana ilkesi güvenlik olan her şey gibi, iyi bir sigortası, iyi bir ordusu, iyi bir polisi, iyi bir kişisel zevk psikolojisi olan için risksizlik anlamını taşır, tüm risk karşısındakinin üstüne yıkılır. Kaldırımdaki çukurlardan metro koridorlarındaki polis denetim noktalarına, her şeyin sizin rahatınız ve güvenliğiniz için yapıldığını söylediklerini fark etmişsinizdir.” İşte aşk risksizlik ve güvenlikçi bir anlayışla neredeyse sigortalı masa başı bir işe dönüştürüldüğünde bitme noktasına gelir. Âşık artık karşısındakine söz vermeyendir. “Aşka çağdaş güvenlik kurallarına göre hazırlamışsanız kendinizi, rahatınıza uymayan ötekini başınızdan savabilirsiniz”. Birisi “acı çekiyorsa, bu onun bileceği iştir, sizi ilgilendirmez”. İşte bu nedenle günübirlik ilişkiler ölümüne söz verilen aşkların yerini almıştır.
Peki, bize ekonomik altyapıda neler pompalanıyor ki aşka olan bakışımız da zedelenmiş durumda? Bunu da Bauman’dan özetleyelim: İnsanların bir arada yaşamasından kaynaklanan her sorunun üstesinden gelebilmenin ve bunları çözebilmenin tek yolunun ekonomik büyüme olduğuna, insanın mutluluk arayışını tatmin etmenin tek yolunun sürekli artan tüketim olduğuna ve hem sosyal adaletin hem de düzenin sağlanması için aynı anda gerekli olan tek şeyin rekabet (hak edenlerin yükselmesi/hak etmeyenlerin elenmesi) olduğuna inandırıldık. Bu üç şey için kanıta gerek yoktur. Doğal olarak vardır ve inanılmalıdır. Kapitalizmin Tanrısı paraysa kutsal ayetleri işte bu üç madde olarak görülebilir.
İşte bütün bu tüketim düzeninde aşkın, etiğin ve tine ilişkin diğer şeylerin zedelenmeden kalması zaten olanaklı değildir. O nedenle Baidou ısrarla aşkın yeniden icat edilmesi gerektiğini savunur. Ama bu icat yukarıda bahsettiğim ve mali kapitalizmin amentüsü sayılan maddelerden azade olmak zorundadır.
Artık çağımız, erotik aşkların son bulduğu, onun yerine ‘bilimsel/iktisadi’ aşkların geldiği bir çağdır. Bauman kullan-at türü ürünlerin, hızlı çözümlerin, anlık tatminin, hiçbir çabayı gerektirmeyen ilişkilerin, bütün risklerin güvence altına alındığı bir hayatın yaşandığı modern toplumda aşkın da diğer metalara benzer kılındığını ‘Akışkan Aşk’ta ne de güzel anlatır.
Lacan “cinsel ilişki yoktur” dediğinde burada bahsedilmesi gereksiz derinlikte kavramsal oyunlar oynamıştı. Ancak bunu derken ilişkinin yokluğundan daha fazla onun arkasındaki ilişki tarzına dikkat çekerek bir başka uyarıda bulunuyordu. Tüketiciler çağında aşkın geldiği kötü hali anlayabilmenin yolu dayatılan ilişki biçimlerinin yerle bir edilmesi için gereken zemini hazırlamak olmalı. Bizlere düşen görevse büyük. Ölümün bile pornografik bir gösteri haline getirildiği bir dünyada yaşıyoruz. Artık ölüm bile tüketilen bir nesne haline getirildi. Ölüm kadar güçlü bir şeyin bile karşısında duramadığı modern dünya, kırılgan aşklarımızı hallaç pamuğu gibi atıverdi. Artık aşk elimizi yıkadığımız su, üstüne bastığımız toprak parçası ve konuşmaktan daha fazla bizim yalnızlığımızı elimizden alan akıllı telefon kadar işlevseldir hepsi bu. Artık kurtarılması gereken ve her gün daha fazla eriyip giden bir aşk hepimizin gözleri önünde durmaktadır. O nedenle her mücadelenin bir parçası biraz da aşk olmalıdır. O nedenle aşkla mücadele, aşk için mücadele zorunludur. Peki, ne zamana dek? Ne demişti şair: “Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek…”
Ali Murat İrat
Dünyalılar

Monday, August 10, 2015

Jacques Lacan Psikanalizin Dört Temel Kavramı

Jacques Lacan
Psikanalizin Dört Temel Kavramı
Seminer 11. Kitap
Özgün adı: Le Séminaire Livre XI Les quatre concepts fondamentaux de la psychanalyse, 1964
Çeviri: Nilüfer Güngörmüş Erdem
Yayına Hazırlayan: Müge Gürsoy Sökmen, Savaş Kılıç
Kapak Resmi: Yetkin Başarır
Kitabın Baskıları:
1. Basım: Eylül 2013
2. Basım: Eylül 2014

1964 yılında Uluslarası Psikanaliz Birliği’nden "aforoz" edildikten sonra verdiği bu ilk seminerde Jacques Lacan, birkaç yönlü bir işe girişiyor: Bir yandan, dinleyicilerine psikanalizin dört temel kavramını (bilinçdışı, tekrarlama, aktarım, dürtü) kendine özgü bir tarzda tanıtırken, bir yandan da dönemin epistemolojisinden yararlanarak psikanalizin bilim olup olmadığını, psikanalizi var eden özneyle modern bilimi kuran öznenin (cogito'nun öznesinin) aynı olup olmadığını sorguluyor. Freud’un düşüncesini açımlarken onunla hesaplaşmaktan da geri durmuyor. Söylemiyle felsefeyi psikanalizle, psikanalizi de felsefeyle yüzleşmeye davet ediyor sürekli. Jacques Lacan ilk kez bu çapta ve bu nitelikte bir yapıtıyla Türkçede. 1973’te yazdığı sonsözde dediği gibi, "Bu şekilde okunacak bu kitap, bahse girerim.
 

Birinci bölüm Aforoz’dan, s. 7-13.
Bu hakkı nereden alıyorum?
Katıksız güldürü öğesi.
Praksis nedir?
Bilim ile din arasında.

Histerik ve Freud'un arzusu.
Hanımlar, Beyler, Ecole pratique des Hautes Etudes'ün(1) altıncı şubesi tarafından bana ayrılan konferanslar dizisinde sizlere psikanalizin temellerinden bahsedeceğim.
Bugün sadece bu başlığa nasıl bir anlam vermek istediğimi ve bu anlamı nasıl aktarmayı ümit ettiğimi ifade etmek istiyorum.
Ancak öncelikle kendimi takdim etmeliyim (her ne kadar hepiniz olmasa da çoğunuz beni tanıyor olsanız bile) çünkü içinde bulunduğumuz durum düşünüldüğünde, konuya girmeden önce şu soruyu sormak yerinde olur gibi geliyor bana: Bu konuda konuşma hakkını nereden alıyorum?
Burada sizin karşınızda bu konuda konuşma hakkını, yetkisini, söylenene bakılırsa, on yıl boyunca psikanalistlere hitaben seminer adı verilen çalışmayı yapmış olmamdan alıyorum. Bazılarınızın bildiği gibi, psikanaliz cemiyeti olarak anılan kurum içinde, dahası bana tam da böyle bir seminer yapma görevini vermiş olan kurum içinde meydana gelen olaylardan dolayı, hakikaten hayatımı adamış olduğum bu görevden çekildim.
Bu konudaki ehliyetimin aynı görevi başka yerde ifa etmeme mani olacak şekilde tartışılır hale gelmediği de iddia edilebilir. Ben gene de bu soruyu şimdilik askıya alıyorum. Eğer bugün verdiğim eğitimi —şu kadarını söyleyeyim— sürdürme imkânına sahipsem, yeni bir evre gibi görünen bu dönemi başlatmadan önce, Hautes Etudes'ün bana bu görevi veren bölümünün başkanı Sayın Fernand Braudel'e teşekkürü borç bildiğimi söylemekle işe başlamalıyım. Sayın Braudel'in bir manisi vardı, bu yüzden kendisine saygılarımı sunduğum şu anda burada bulunamayacağını üzülerek bildirdi; verdiğim eğitim yüzünden içine düşmüş bulunduğum tatsız duruma sırf sesim kesilmesin diye, bu şekilde çare olmakla gösterdiği asaleti de saygıyla anıyorum — ki aslında bu eğitimin sadece tarzını ve ününü duymuşluğu vardır, o kadar. Benim durumumdaki birine, bir mülteciye kucak açıldığında en uygun düşen söz, asalet gerçekten de.
Kendisinin derhal imdadıma koşmasında, dostum Claude Lévi-Strauss'un uyarısının payı var; ki bu dostumu da bugün burada görmekten dolayı çok mutluyum. Onun çalışmasıyla alışveriş içinde gelişen çalışmama gösterdiği dikkatin benim için ne kadar değerli olduğunu kendisi çok iyi bilir.
Ayrıca yakınlığını esirgemeyen herkese, özellikle de Ecole normale supérieure(2) müdürü Sayın Robert Flacelière'e teşekkür ederim; bu salonu Ecole des Hautes Etudes'ün emrine verdi ve onun sayesinde hepinizi ağırlayabilecek genişlikte bir yere sahip olduk. Burada böyle kalabalık bir şekilde bulunduğunuz için sizlere de yürekten teşekkür ediyorum.
Bu bahsettiklerim işin esasını ve bu kelimenin Fransızcada mekâna dair olan anlamında, hatta askeri anlamında, verdiğim eğitimin üssünü ifade ediyor.(3) Şimdi asıl konuya, yani psikanalizin temellerine geliyorum.
Psikanalizin temelleri deyince, seminerim daha başından itibaren bu temellere, deyim yerindeyse, ortak olmuştu. Bizzat praksisin parçası olduğuna göre, psikanalizin kurulmasına somut olarak katkıda bulunduğuna, bu praksisin içinde olduğuna, bu praksisin parçası olan bir öğeye, psikanalist yetiştirmeye yönelik olduğuna göre, psikanalizin de bir öğesiydi.
Bir süre önce, psikanalizin ne olduğuna dair ironik —ve belki idareten, ama içine düştüğüm sıkıntılı duruma göre hiç yoktan iyidir denebilecek— bir kıstas tanımlayabilmiştim, o da şu: Psikanaliz bir psikanalist tarafından verilen tedavidir. Bugün burada bulunan Henri Ey, söz konusu makaleyi hatırlayacaktır, çünkü onun yönettiği ansiklopedide yayımlanmıştı. Kendisi de burada olduğuna göre sözü geçen makalenin sözü geçen ansiklopediden çıkartılması için nasıl canla başla uğraşıldığını söylemem daha kolay olacak; öyle ki onun bile, ki bana karşı ne kadar sıcak duygular beslediğini herkes bilir, tam da psikanalistlerden oluşan yönetim komitesi tarafından planlanmış bu operasyonu durdurmaya gücü yetmedi. Bu makale bazı metinlerimden oluşan bir derleme içinde yayımlanacak, sanırım okuyunca güncelliğini kaybedip kaybetmediğini değerlendirebilirsiniz. Ben kaybettiğine inanmıyorum, hele ki orada ele aldığım tüm sorular, burada karşınızda kurcaladığım sorularla aynıyken; benim burada bulunmamdan, içinde bulunduğum durumdan dolayı gene gündeme gelerek hâlâ aynı soruyu sormama neden oluyorlar: Psikanaliz nedir?
Kuşkusuz epeyce muğlak bir konu; bu soru ise hâlâ —bahsettiğim makalede belirttiğim kelimeyle— yarasavari bir soru olmaya devam ediyor. O vakitler soruyu gün ışığında incelemeyi önermiştim, bugün de hangi noktadan tekrarlamam gerekirse gereksin, size gene aynı öneriyle gelmek istiyorum.
Sorunu yeniden ele aldığım yer aslında değişmiş olan, artık tam anlamıyla içerisi olmayan, dışarıda olup olmadığını ise bilmediğimiz bir yerdir.
Bu hatırlatmam "Böyle de bir anım var" bâbından değil. Zaten bu yüzden şu olgu'ya işaret ettiğimde, bunun bir anı ya da katiyen bir polemik olmadığını göreceğinizi düşünüyorum: Benim verdiğim, eğitim olduğu belirtilen seminerler, Uluslararası Psikanaliz Birliği adını taşıyan uluslararası bir örgütlenmenin yönetim kurulu adını taşıyan birimi tarafından hiç de sıradan olmayan bir sansüre tabi tutulmuştur; bu yapılan, eğitimin yasaklanmasından başka bir şey değildir — ama birine psikanalist ehliyetinin verilmesi bakımından bu sansürün bir anlam ifade etmediği kabul edilmelidir, aynı şekilde söz konusu yasağın, bağlı bulunduğum psikanaliz cemiyetinin uluslararası kuruma üyeliğinin şartı sayılmasının da anlamsız olduğu kabul edilmelidir.
Bu kadarla kalmıyor. Cemiyetin üyeliğinin ancak, benim verdiğim eğitimin bir daha asla bu cemiyet bünyesindeki psikanaliz eğitiminde resmen yer almayacağına dair güvence verildiği takdirde kabul edileceği de ifade edildi.
Dolayısıyla burada bana yapılan, başka bir kurumda büyük aforoz adı verilen cezaya benzetilebilir. Aforoz bile, terimin kullanıldığı yerlerde hiçbir zaman geri dönüşü imkânsız kılacak şekilde ifade edilmemiştir.
Bu haliyle var olduğu tek yer, sinagog gibi manidar, simgesel bir kelimeyle(4) gösterilen dinsel cemaattir ve Spinoza da aynen böyle aforoza uğramıştır. 27 Temmuz 1656'da —Freud'un doğumunun iki yüz yıl öncesine denk düşen ilginç bir tarih— Spinoza herem cezasına çarptırılır, Katoliklerin büyük aforozuna denk düşen bir aforozdur bu; bir süre sonra da kararın dönüşü olmadığını ekleyen şammata cezası alır.
Gene burada da eğretileme oyunlarına giriştiğimi düşünmeyin, katedeceğimiz alanın uzunluğu ve ciddiyeti karşısında bunlar çocukça kaçar. Benim inancıma göre —ve sizin de göreceğiniz gibi— sadece uyandırdığı yankılar bakımından değil, ima ettiği yapı nedeniyle de, bahsettiğimiz bu olay psikanaliz praksisine dair sorgulamamızın kaynağında yer alan bir öğeyi de beraberinde getiriyor.
Psikanaliz camiasının bir nevi Kilise olduğunu söylemeye çalışmıyorum — her ne kadar bunu söylemek imkânsız olmasa da. Gene de ister istemez psikanalizde neyin dinsel uygulamayı çağrıştıracak nitelikte olduğu sorusu ortaya çıkıyor. Ama bugün ileri süreceğim her şeyi ileride kullanacak olmasaydık, burnumuza rezalet kokuları getiren birçok yönü olmasına rağmen bu olguyu hiç vurgulamazdım.
Bu demek değildir ki bu tür durumları umursamayan biriyim. Bunun benim için ve aynı şekilde demin adını vermekte tereddüt etmediğim, bu davanın savunucusu olan kişi için, hatta ondan önceki için de komik denecek, gülünecek bir yanı olmadığını bilmelisiniz. Ancak yeri gelmişken söyleyeyim, bütün bu olan bitenin içinde muazzam boyutta bir komiklik yine de gözümden kaçmadı. Aforoz olarak ifade ettiğim olaylarla ilgili değil bu. Daha çok, iki yıl boyunca içinde kaldığım durumla; meslektaşım, hatta öğrencim konumunda olan kişiler tarafından pazarlık konusu edildiğimi bilmemle ilgili.
Zira bütün mesele, benim verdiğim psikanaliz eğitiminin geçerliliği konusunda verilecek tavizler ile psikanaliz cemiyetinin uluslararası ehliyetine kavuşması arasında nasıl bir denge tutturulacağıydı. İnsanın başına gelince, tam anlamıyla komik olarak değerlendirebileceği şeyin de bu olduğunu söylemeden geçmek istemem — ileride buna döneceğiz.
Bana kalırsa bunu ancak bir psikanalist tam anlamıyla anlayabilir.
İnsanlık onuru ve İnsan Haklarıyla ilgili bir sürü lafıgüzafın tersine, insan dediğimiz öznelerden birinin pazarlık konusu edilmesi kuşkusuz ender rastlanan bir durum değildir. Herkes, her an ve her seviyede pazarlık konusu olabilir; nitekim toplumsal yapıya dair biraz ciddi bir fikir edinmemizi sağlayan şey takastır. Sözü geçen takas bireylerin, yani toplumsal dayanakların takasıdır; bunlara aynı zamanda özne denir ve özerk olma kutsal hakkına sahip oldukları düşünülür. Siyasetin pazarlıktan ibaret olduğunu herkes bilir; siyasette yurttaş denen aynı öznelerin yüz binlercesi toptan, paketler halinde takas edilir. Dolayısıyla bu bakımdan ortada istisnai bir durum yoktu; bir farkla, demin meslektaşlarım, hatta öğrencilerim dediğim kişiler tarafından pazarlığa tabi tutulmak, dışarıdan bakıldığında bazen başka bir adla anılabilir.
Ancak efendi/hoca konumunda olduğunda bile öznenin hakikati kendinde değil, analizin gösterdiği gibi, üstü örtülü bir nesnede yattığı içindir ki bu nesnenin gün ışığına çıkarılması tam anlamıyla katıksız bir güldürü öğesidir.
İşin bu boyutuna dikkat çekmenin tam sırası olduğunu düşünüyorum, özellikle de bulunduğum noktada buna tanıklık edebilecek durumda olmamdan dolayı, çünkü ne de olsa dışarıdan bakan birinin gözünde bu bahsettiğim belki gereksiz bir ihtiyat, sahte bir tevazu konusu olabilirdi. İçeriden size diyebilirim ki, bu tamamen meşru bir boyuttur, analitik bakış açısıyla yaşanabilir, hatta bu boyutun farkına vardığınız andan itibaren, analitik bakış açısını da aşacak şekilde —yani mizahi açıdan— deneyimlenebilir, ki bu noktada mizah güldürü öğesinin görülüp kabul edilmesidir.
Bu saptama psikanalizin temellerine dair getirdiğim görüşlerin alanı dışında düşünülmemelidir, zira temel'in birden fazla anlamı mevcuttur; hatta temel'in Kabala'da ilahi varlığın dışavurum tarzlarından biri olduğunu hatırlatmaya gerek bile yok — ki bu düzlemde söz konusu tarz, pudendum 5 ile sıkı sıkıya özdeşleştirilmiştir. Analitik bir konuşmada gelip pudendum'a dayanmamız hakikaten olağanüstü olur. Bu noktada temeller hiç kuşkusuz belden aşağısı biçimini alır, fakat zaten bu aşağı kısımlar bir miktar açıktadır.
Dışarıdan bakanlar bu pazarlıklara benim analiz etmiş, hatta etmekte olduğum bazı kişilerin gayet ısrarla katılmasına şaşabilirler. Ve şunu sorabilirler: Ya analiz ettiklerinizin sizinle ilişkisinde, işi analizin değerini sorgulamaya vardıran anlaşmazlıklar var ya da böyle bir şey nasıl mümkün olabilir? Evet ya, biz de rezalet addedilebilecek bir konudan hareketle eğitim analizi denen şeyin —bütün psikanaliz yayınlarında tamamen karanlıkta bırakılan bu praksisin ya da praksisin bu evresinin— ne olduğunu daha net kavrayabilir ve eğitim analizinin amacına, sınır ve sonuçlarına ışık tutabiliriz.
Bu artık bir pudendum meselesi değildir. Psikanalizden ne bekleyebileceğimiz, ne beklememiz gerektiği ve neyin ayak bağı, hatta fiyasko kabul edileceği meselesidir.
Bu yüzden lafı hiç evirip çevirmeden, anahatlarını ve muhtemel kullanımını daha açık görebilmeniz umuduyla —şimdi söyleyeceklerimin daha en başından, şu soruyu sormaya hazırlanırken— meseleyi olgu olarak, bir nesne gibi önünüze koymam gerektiğini düşündüm: Psikanalizin —kelimenin geniş anlamıyla— temelleri nelerdir? Yani, psikanalizi praksis olarak kuran, temellendiren şey nedir?
...Notlar
(1) Ecole pratique des Hautes Etudes (Uygulamalı Yüksek Öğrenim Okulu): Fransa'nın önde gelen yüksek öğrenim ve araştırma kurumlarından biri. Günümüzde üç kısım ve üç enstitüden oluşmaktadır. Metinde bahsi geçen altıncı şube 1975 yılında kurumdan ayrılarak Ecole des Hautes Etudes en Sciences Sociales'e (Sosyal Bilimler Yüksek Öğrenim Okulu'na) dönüştürülmüştür. –ç.n. Yukarı
(2) Fransa'nın köklü ve saygın yüksek öğrenim kurumlarından biri. Pek çok büyük filozof, yazar, bilim, devlet ve din adamı bu okuldan yetişmiştir. –ç.n. Yukarı
(3) Özgün metinde kullanılan kelime: base. –ç.n. Yukarı
* Sinagog kelimesinin kökü olan sunagôgê, Yunancada "bir araya gelme, toplanma, meclis" demek. –ç.n.
(4) Lat. "edep yeri, mahrem"