Thursday, November 8, 2012

BENLİĞİN SAVUNMA DÜZENEKLERİ



Her organizma kendini en uygun bir denge içinde tutmaya eğilim gösterir (homeo-stasis ilkesi). Bu dengenin sağlanabilmesi için organizmanın doğal olarak bulunan, gelişebilen; denge bozucu uyanları tanıma, değiştirme ve ona göre korumaya yönelme yetileri vardır. Evrimsel gelişim merdiveninde en yüksek düzeye ulaşmış olan insanda, koruyucu ve yaşamı sürdürücü dizgeler karmaşıktır. Bunlar biyolojik, ruhsal ve toplumsal yönlerden ele alınabilir; fakat hepsi birbiri ile bağlantılıdır. Biyolojik koruyucu dizgeler, daha çok organizmanın kalıtımsal yapısı ile kurulmuş olan ve tepkisel çalışan ilkel düzeneklerdir. Örneğin ağrıdan kaçma tepkisi gibi. Hastalık yapabilen mikroplar bedenimize girdiğinde kan hücrelerinde ve beden kimyasında değişimler ve organizmayı korumaya yönelik hazırlanmalar başlar. Mikroplara karşı kanda akyuvarların çoğalması biyolojik anlamda bir savunma düzeneğidir.
   
İnsanda biyolojik korunma araçları kimi bakımlardan hayvanlardakine benzerse de, insanın dürtüleri ve koruyucu düzenekleri, zamanla, topluma ve çevresel etkilerle değişebilir, gelişebilir ya da cılız kalabilir. Oysa, hayvanlardaki korunma düzenekleri ve içgüdüler doğal koşullarda genellikle değişkenlik göstermez; belli bir kalıp içinde kuşaktan kuşağa aktarılır. Örneğin; insanlarda da bir açlık dürtüsünden ya da içgüdüsünden söz etmek olasıdır. Ancak insan, kendisini doyurmak, açlığını gidermek için değişik yollar ve yiyecek şeyler öğrenebilir, kendisine yararlı bir besin yerine, tümden zararlı olanı da severek alabilir, öyle ki, insan kendi yaşamını sürdürecek olan dürtü ve gereksinimlerini bir yana itebilir; uzun süre erteleyebilir ya da bastırabilir yok sayabilir. Örneğin açlık duygusunun, cinsel gereksinimin bastırılması İle oluşan güçlü yoksunluk ya da doyumsuzluk olağan uyarıcı niteliğini yitirebilir.

İnsanda biyolojik dürtülerin yanı sıra çoğu kez bu dürtülerden kaynaklanarak gelişen, önemli ruhsal-toplumsal gereksinimler ve güdüler vardır.

Bunlar da organizmanın biyolojik, ruhsal, toplumsal uyumuna, dengesinin korunmasına yararlar. Ancak şunu hemen belirtmek gerekir ki, bu tür ayırım yapaydır. Biyolojik olanın nerede bittiğini, ruhsal ve toplumsal olanın nerede başladığını kesinlikle belirtmek olanaksızdır ve hepsi birbiri ile bağlantılıdır. Bu tür ayrımlar bir olguyu açıklamak için yapılan soyutlamalardan başka bir şey değildir. Biyolojik dürtüler doyurulmadan, ruhsal gelişim ve toplumsal uyum ya da denge söz konusu olamaz. Ruhsal-toplumsal uyumunu yapmayan bir birey de biyolojik gereksinimlerini karşılayamaz duruma düşebilir. Örneğin, anne kucağındaki çocuğun, açlık dürtüsü ile besi gereksinimi doyurulup gelişmesi sağlanırken; anne kucağından aldığı korunma, sıcaklık, sevgi ve yakınlık onda güven duygusu, sevmek, sevilmek gereksinim ve güdülerini geliştirir.

İşte doğumdan sonraki çocuk-anne, çocuk-çevre ilişkileri ile insan giderek karmaşık ve yaşamsal önemi olan ruhsal-toplumsal gereksinimler geliştirir. Bunlardan en önemlileri: güven, korunma, sevme, sevilme, güçlü olma ,beğenilme, onur, namus, özgürlük, gerçeği öğrenme, ilerleme, kişilikli olma gibi gereksinimlerdir. Bunlar kuşkusuz biyolojik dürtüler gibi doğuştan değildir. Toplumsal bir etkileşim ortamında öğrenme ile kazanılan özelliklerdir.

Ama doğuştan varolan, insanın bu gereksinimleri geliştirebilme öğrenebilme yetisidir. Fiziksel ağrıdan korkma ve kaçma doğal bir savunma belirtisi iken: sevilmemekten, onurumuzun kırılmasından korkma ve kaçma da belli bir doğal yeteneği olan organizmanın toplumsal etkileşim ile kazandığı savunma yetileridir.

Uyum dengesini bozacak herhangi bir etken organizmada bir tehlike olarak algılanır. Dış dünyadan gelen tehlikeli uyaran ve etkenlere karşı her canlı varlığın ortak savunma düzenekleri vardır. Bunlar genellikle, kaçma ya da tehlikeyi ortadan kaldırmaya yönelik saldırma biçimindedir. Ağır tehlikeli durumlarda organizma, Cannon ve Bard’ın tanımladığı “ivedi durumda savaşma ya da kaçma durumuna geçiş” (emergency mobilization for fight or flight) biçiminde temel savunma yollarına başvurur.

Kaçma ve savunma işlemleri kuşkusuz yalnızca biyolojik tepkiler olarak görülemez. Bu tür davranışlarda da karmaşık benlik işlemleri (örneğin tehlikenin algılanması, değerlendirilmesi, savunma aygıtlarının işlemeye hazırlanması ve eyleme geçilmesi gibi) yürürlüktedir. Fakat benliğin savunma düzenekleri denilince, bu tür dış tehlikelere karşı olan savunmalar anlaşılmamaktadır. Benliğin savunma düzenekleri, daha önceki bölümlerde tanımlanan, çatışma ve bunaltıya karşı kullanılan benlik işlemleridir. Genellikle bilinçdışı süreçlerdir w birey, ne tehlikenin, ne de kullandığı savunmanın bilincinde değildir. Daha önce açıkladığımız gibi korku nasıl dışarıdan gelen gerçek bir tehlikeye karşı ilk koruyucu tepki ise, bunaltı da içte olan bir çatışma ve tehlikeyi haber veren tepkidir. Bunun için bu tür bunaltı “uyaran bunaltı” (signal anxiety) olarak da bilinir.

Korku, bizi kaçmaya, saldırmaya ya da teslim olmaya götürebilir. Ancak, bilinçdışı olan ve bireyin ayırt edemediği bir çatışmadan bilinçli olarak ; kaçması ya da ona bilinçli bir çözüm yolu bulması olanaksızdır. Bilinçdışı bir eğilim ya da dürtü karşısında benliğin çatışmaya girmesi durumunda neyle savaşılacaktır? Bilinçli olarak ve istençle (irade ile) nasıl bir önlem alınacaktır? İşte, benliğin, bilinçdışı çatışmaya ve bunun doğurabileceği bunaltıya karşı kullandığı çok değişik türde savunmaları vardır ve bunlar bir çok karmaşık davranışların gerçek anlamını açıklamaya yarar.

BASTIRMA

(Repression, refoulement)

Benliğin savunma düzenekleri arasında ilk tanımlanan ve bütün öbür düzeneklere de temel olan bastırma, dürtü, anı ve deneyimlerin bilinçdışına itilmesi ve orada tutulmasıdır.İlk olarak Sigmund Freud tarafından ortaya atılmış ve çağdaş ruh hekimliğinin gelişmesinde temel kavramlardan biri olmuştur. Freud çağına dek açıklanamayan birçok normaldışı davranış biçiminin, anlam verilemeyen ruhsal sorunun ve belirtinin anlaşılması, bu düzeneğin aydınlatılması ve bununla birlikte bilinçdışı kuramının ortaya atılması ile sağlanmıştır. Çocuklukta hepimizi uğraştıran, davranışlarımıza yön veren birçok istek ve gereksinimimiz, duygumuz ve yaşam deneyimimiz olmuştur. Bunların bir bölüğünü anımsarız; büyük bir bölüğü de bilinçli anılarımızda yok gibidir, anımsayamayız. Ancak, psikanaliz yöntemleriyle bunların birçoğunu bilinç düzeyine çıkarmak, bunları bilinçli bir anı olarak anımsamak olanağı vardır.

Bilinçdışına itilen ve orada tutulan dürtü, istek, anı ve duyguların bilinç düzeyine çıkmasını benlik genellikle kabul edilemez bulur.. Bir başka deyimle, bunlar üstbenlikçe yargılanarak yasaklanan ve benliğe acı, bunaltı veren öğelerdir. Bu nedenle benlik tarafından bastırılırlar. Bastırma, her insanın kullandığı bir savunma olmakla birlikte, yaşamımızda ne kadar çok olayı bastırırsak, doyum ve yeni uyum yolları öğrenmede o oranda güçlük çekeriz. Herhangi bir dürtünün, duygunun ya da anının bilinçdışına itilmesi ve orada tutulması belirli bir enerji harcanmasına; kimi doğal dürtülerin doyurulmamasına yol açarak, kişiliğin sağlıklı gelişmesini kısıtlayabilir.

Kişinin kendini “bilmesi”, kendini “tanıması” büyük oranda bastırma düzeneğinin yoğun etkisi altında kalmamasına bağlıdır. Ama, hür türlü bilinç dışı dürtünün, eğilimin çırılçıplak ortaya çıkması ve bilinçlenmesi de kişinin dağılmasına yol açabilir. Örneğin, şizofrenik bozukluklarda birçok başka düzenekle birlikte bastırma düzeneğinin de aşırı çözülmesi, bilinçdışı içeriğin darmadağınık biçimde açığa çıkması söz konusudur.

Dört beş yaşlarındaki bir çocuğun cinsel konulara ne denli ilgili olduğu bilinir. Bunlarda, ileride göreceğimiz gibi, anne-babaya yönelik kıskançlık duyguları, cinsel istekler, düşler, korkular vb. sık görülür, Ne var ki, çocukluk çağında bilinçli olan ve çoğu kez söze de dökülen, bu duygu, düş, istek ve korkular zamanla, tümden ya da kısmen, bilinçdışının derinliklerine itilirler. Bunların bir parçası önemli değişikliklere (örneğin yüceleştirme düzeneği) uğrar; bir parçası da bilinçdışında etkin bir güçle kalır; yani bastırılmış olur. Böylece bilinçdışı bir karmaşa (kompleks), bir tutku, bir saplantı olarak sürer. Kişi bunları ayırt edemez, ama davranışlarında etkileri çıkar. Yetişkin kişilerde anlamsız gibi görünen, açıklanamayan bir takım davranış örüntülerini biçimlendiren güçler bunlardır. Bastırma düzeneğinin zayıflayabildiği özel durumlarda, bilinç düzeyine çıkarak kendilerini belli edebilirler. O zaman benlik bir tehlike durumu algılar ve bunaltı ortaya çıkabilir. Bir karmaşa (kompleks) yoğunluğunda ve gücünde bastırılmış olan dürtü ve çatışmalar kümesi, (örneğin Oedipus çatışması) yetişkin kişinin yaşamında çok değişik davranış örüntülerine ya da ruhsal bozukluklara yol açabilir, örneğin, cinsel güç sorunları, evlenememe durumu, erkeklere ya da kadınlara karşı aşın çelişkili tutumlar, uygun olmayan özdeşim belirtileri vb.

Bu tür büyük karmaşaların yanısıra, bastırma düzeneği, günlük yaşamın içinde dil ve devinim sürçmeleri (parapraksiler) olarak belirebilir. Dilimizin ucunda dediğimiz unutmalarımız, çeşitli dalgınlıklarımız ve kasıtsız gibi görünen unutkanlıklar, atlamalar, ertelemeler, yanlış anlatımlar vb. de bastırma belirtileridir ve bilinçdışı güdüler, korkular, baskılar altında yapılan sürçmeler, aksamalardır. Daha ağır biçimleri, bir yaşantıyı tümüyle ya da bir parçası ile hiç anımsayamamaktır. Örneğin, bir görüşme saatinde, oldukça ağır bir bunaltı içine giren bir kadın hasta, görüşmeden çıkarken kapıda bir bayılma nöbeti geçirmiş; uyandığında görüşmeden hiç bir şey anımsayamamıştı.

YADSIMA

(İnkâr, denial)

Benlik için tehlikeli olarak algılanan ve bunaltı doğurabilecek bir gerçeği yok saymak, görmemek, değişik derecelerde oldukça yaygın olarak kullanılan ilkel bir savunma biçimidir. İnsanoğlu acı veren gerçeği kolay kolay görmek istemez; kaçınır ve bu kaçınmanın da bilincinde değildir. Bazı özürlerimizi, utanç ya da suçluluk duygusu doğurabilen eski deneyimlerimizi yalnız bilinçdışına itmekle kalmayız; bunları biz hiç yaşamamışız gibi, başımızdan hiç geçmemiş gibi algılayabiliriz; kendimize hiç konduramayabiliriz. Örneğin, birçok insan, ruhsal bunalım içinde olduğu halde bunalım ve acıyı kendine hiç kondurmak istemez; kendine yakıştırmaz. Öfke en çok yadsınan duygudur. Kızdığı, öfkeli olduğu dışardan belli olduğu halde kişi bunu hiç farkında olmaksızın yadsıyabilir. Ağır suçlayıcı üstbenlikleri, kendilerini yargılama eğilimi olan kişiler doğal cinsel kamçılanışları bile yadsıyabilirler, özsevi duyguları kolayca incinebilecek kişiler yaşlanmayı, çirkinleşmeyi, sakat, hasta olmayı yadsıma gereksinimi duyabilirler.

Bu düzeneğin ağırlık kazanması ve yoğunlaşması ile bireyin gerçekle bağlantısı zayıflar. Bir bakıma sanki devekuşu felsefesi uygulanmaktadır. Yadsıma düzeneğinin doğal kabul edilebileceği durumlar çoktur, örneğin ölüme yaklaşmış kanserli bir kişi, kanseri ve yakında öleceğini tümden yadsıyarak, güç kazanabilir. Ama, bu yadsıma düzeneğine başvurmadan da, yani kanseri ve sonucunu gerçekçi biçimde kabul ederek de, kalan yaşamı göreli bir sağlık içinde sürdürmek olasıdır. Gerçeğin kesin ve sarsılmaz biçimde yadsınması ancak, normal dışı durumlarda görülebilir.

Bu tür ağır yadsımalar, genellikle, psikoz denilen ve halk arasında delile diye bilinen ağır ruhsal hastalıklarda olur. Şizofreni hastalığında kullanılan en belirgin savunma düzeneklerinden biri yadsımadır. Başlangıçta, gerçek yaşam içinde ağır bir bunaltı, bir parçalanma duygusu içinde olan bir şizofreni hastası, gerçek dünyanın birçok yanını yok sayarak, kendine özgü bir dünya içinde denge kurmaya çalışabilir.

Yadsımanın, bastırmadan ayırımını yapmak güç görünmektedir. Aslında bastırma düzeneği bütün başka savunmalara eşlik eder. Bastırmada bir yaşantının bilinçdışına itilmesi söz konusu iken; bu bilinç düzeyine getirildiğinde önce yadsınabilir, sonra kabul edilebilir. Yadsıma düzeneğinde ise bilinçdışı bir yakıştırmama, yok sayma özelliği vardır ve bunun yerine gerçek dışı başka kabullenişler, başka düşünce ve inançlar oluşturulur. Sanrı (hezeyan, İng. delusion, Fr. delire) oluşumunda yadsıma düzeneği önemli yer alır.

Örneğin paranoid türden kötülük görme sanrılarında kişi kendi içinde ki düşmanca duyguları, kin ve nefreti önce yadsımakta, sonra yansıtarak dışarıdan kendisine kötülük gelecekmiş gibi algılamaktadır.

YANSITMA

(Projection)

Kimi duygu, dürtü, gereksinim ya da yaşam olaylarına karşı yalnızca bastırma ya da yadsıma düzenekleri yetmez. Bunların dışarıya aktarılıp, yansıtılıp, dışarıdaymış ya da dışarıdan kendisine yöneltiliyormuş gibi algılanması da önemli, ilkel savunma düzeneklerinden biridir. Özürlerimizi kendimiz için yadsıdığımız, kendimize yakıştıramadığımız gibi, bunları başkalarında görmek de kolaydır. Kendi tembelliğini, kendi kişilik sapkınlıklarını yadsıyıp

başkalarına aktaran, hep başkalarını eleştiren kişiler az değildir. Yansıtma düzeneği ile birey, kendi içinde yadsıdığı bir dürtüyü başkalarında görür ya da başkalarının bu dürtüleri kendisinde gördüğünü sanır, örneğin, içinde öfke ve kin olan bir kişi, “bana kızıyorlar, benden nefret ediyorlar” diye düşünebilir. Burada, hem yadsıma: “bende kin, öfke yok”, hem de yansıtma: “onlarda var, bana karşı var” düzeneği işlemektedir.

Orta yaşlı yakışıklı, esmer, töre duyguları ve üstbenliğin yargılayıcı yönü ağır basan bir erkek, karısının kendisinden hoşlanıp hoşlanmadığını merak ediyor ve karısının sarışın erkeklerden hoşlanıp hoşlanmadığını kurup duruyor ve kuşkulanıyordu. Araştırılınca, kendisinin son zamanlarda sarışın bir kadından hoşlanmaya başladığı; fakat göstermek istediği ilgiyi gösteremediği; bu yüzden karısına hem kızdığı, hem de ona karşı suçluluk duygusu duyduğu anlaşıldı. Üstbenliğin etkisi altında frenlenen benlik, yasaklanmış olan eğilimi önce yadsıyarak, sonra da “bende yok, demek ki karım da yar.” biçiminde bir yansıtma yaparak kendisini açığa, temize çıkarmaya çalışıyordu.

Bu tür sanrılar paranoid psikozlarda görülür. Yansıtma düzeneği ile birey kendisinin izlendiğine, kendisine kötülük yapılacağına, aldatıldığına inanır. Bu düşünceleri herhangi bir mantıksal tartışma ile değiştirebilme olasılığı çok zayıftır. Kişi, kendi içindeki kin, nefret ve sapkın dürtüleri dışarı yansıtarak, dışarıdan kendisine yöneltiliyormuş gibi algılar. “Onlar benden nefret ediyorlar, bana düşmanca bakıyorlar, hakkımda kötü şeyler düşünüyorlar, kötü şeyler konuşuyorlar, bana eşcinsel diyorlar” gibi inançlara kapılarak, hiç olmazsa benliğini zorlayan yasak dürtülerin kendisinde olmadığını, başkalarının öyle sandığını düşünerek ve buna inanarak bir savunma yapmaktadır.

İÇE-ATIM

(Introjection)

Benliğin ilkel savunma düzeneklerinden biri olan içe-atımda bir başkasının tüm varlığı ya da bir parçası benliğin içine sanki yenip yutulmuşçasına atılır. İçe-atılmış olan bu nesne, benlik içinde yabancı bir cisim gibi varlığını sürdüren, hatta onunla ilişki kurulan bir nesnedir. Kişinin içine şeytan girdiğini iddia ettiği durumlarda olduğu gibi, ilkel toplumlarda öldürülmüş olan düşmanın eti yenilerek onun kişiliğinin alınması inançlarında da içe-atım düzeneğinin işlediğini görürüz.

Küçük çocuk dışarıdaki eşyayı, kişileri sanki yiyip yutarak içine atar, içinde yaşatır. Bu bakımdan içe-atım daha sonra açıklayacağımız özdeşim (identification) düzeneğinin bir öncüsü gibidir; fakat ondan çok değişiktir, özdeşimde bir başka bireyin özelliklerinin benimsenerek kendi benliğinin bir parçası, bir özelliği durumuna getirilmesi söz konusudur, İçe-atımda ise nesne içeride sanki ayrı bir varlıkmış gibi yaşatılır. Örneğin, içe-atılmış bir sevgi nesnesine karşı duyulan kin ve nefret o denli ağır olabilir ki, kişi kendi içindeki bu nesneyi öldürmek isteyebilir. Bazı özkıyımlarda (intihar), böyle içe-atılmış bir nesnenin yok edilmesi amacı yatar.

Şizofrenisi olan bir hasta hekimini içe-atmıştı. Yalnız kaldığı sıralarda bu içe-atılmış hekimle konuşmakta, kavgalar etmekte, sevgi gösterilerinde bulunmaktaydı.

İçe-alım (incorporation) eylemi ile içe-atım düzeneği arasında genellikle bir ayırım yapılmaz ve her ikisi de sanki eş-anlam taşıyormuş gibi kullanılır. Kanımıza göre, içe-alım doğal bir beslenme eylemidir ve bunu bilinçdışı savunma düzeneği saymamak yerinde olur. İçe-alımda küçük çocuk dıştan verilen besileri, gelen uyaranları her türlü içe-alım organı ile (örneğin ağız, duyu organları) içine alarak; bunlarla beslenir, bedensel ve ruhsal yapısını geliştirir, zenginleştirir. Annenin verdiği sütün, çıkardığı tatlı sesin içe-alınması (incorporation) ile çocuk çevreden gelen uyaranlarla ve besilerle doyum sağlar, gelişir. Yaşamın her döneminde olumlu, doyum sağlayıcı şeylerin içe- alımı söz konusudur. İçe-atımda ise, bir nesnenin yok edilmek ya da benlik içinde yaşatılmak amacıyla benliğe alınması ve onun, sanki ayrı bir nesne imiş gibi içeride tutulması; gerekirse yaşatılması, gerekirse yok edilmesi gibi ilkel bir savunma söz konusudur.

BÖLME

(Splitting)

İçe-atılmış nesnenin olumlu ve olumsuz yanları olabilir. İnsan benliğinde bulunan doğal dürtülerin ya da içe-atılmış olan nesnenin olumlu ve olumsuz, iyi ve kötü diye bilinen parçaların bölünmesi; iyinin yaşatılmaya, kötünün yok edilmeye ya da kötünün yaşatılmaya iyinin yok edilmeye çalışılması en ilkel savunma düzeneklerinden biridir. Şizofreni ve sınır bozukluklarda (borderline disorder) böyle bir bölme ya da bölme eğilimi belirgin olarak bulunur.

Şizofrenideki parçalanma ve dağılmada, böyle bir düzeneğin önemli yeri olduğu görüşü giderek yaygınlaşmıştır. Bu hastalıkta bireyin “kötü ben”, “iyi ben” arasındaki bocalaması; bunlar arasında bir bütünleştirme çabası; bir yandan da içe-atılmış bulunan nesnenin iyi ve kötü parçalanma ayrı tutulmaya çalışılması, yani bölünmesi hastalığın dinamiğinde önemli yer almaktadır.

Bir başka deyişle, benlik içinde yaşatılan önemli nesne (ilk örneği annedir) iki parça (iyi ve kötü) olarak tutuldukça, benliğin kendisi de bölünmeye uğramaktadır (ego splitting).

Oldukça tartışmalı bir konu olan bölme düzeneği, özellikle “sınır bozukluklar” konusunu nesne ilişkileri açısından ele alanlar tarafından çok kullanılmaktadır. Kernberg: “…Benliğin içe-atılan olumlu ve olumsuz nesneleri etkin olarak ayırması, benliğin de tam bir bölünmesi demektir ve sonuç olarak dış gerçeğin de bölünmesi bölme düzeneğinin özünü oluşturur” demektedir.

ÇÖZÜLME

(Dissociation)

Çözülme düzeneği önce Fransız ruhbilimcisi Pierre Janet tarafından ortaya atılmış, Freud, Breuer ve daha sonra gelen ruh hekimlerince de işlenmişti. Janet, histeride, zihinsel süreçlerin bir parçasının bilincin bütünlüğünden çözülerek özerklik, bir başka deyişle otomatizma kazandığını ve bilinç bütünlüğündeki zayıflama gibi bir durumda, bu düşünce parçacıklarının özerk etkinliği altında uyurgezerlik, histerik unutmalar, kaçmalar (fugue) ve çoğul- kişilik (multiple personality) gibi bir takım belirtilerin ortaya çıktığını ileri sürmüştü.

Benliğin savunma düzeneklerinden biri olarak çözülme de, bölünme (splitting) gibi oldukça tartışmalı bir konudur. Çoğu kez her ikisi eş-anlam taşımakta, birbirinin yerine kullanılabilmektedir. Bunun yanı sıra, histeride Janet’nin tanımladığı çözülmeden ayrı olarak, şizofrenide de bu terim kullanılmakta ve benlik bütünlüğünün dağılması anlamına gelmektedir.

Kanıma göre, terimin klasik anlamım koruduğumuzda kavram kargaşasını az da olsa önleyebiliriz. Bu nedenle biz bu terimi şöyle tanımlamak isteriz: Çözülme, zihindeki bir takım düşünce ve duygu kümelerinin ya da karmaşaların bağlı oldukları olay ve yaşantılardan koparak, ayrılarak, özerkleşmeleri (otomatizma kazanmaları) ve benliği etkilemeleri sürecidir. Janet, çözülmeyi bir savunma düzeneği olarak tanımlamamıştı; fakat bugünkü bilgilerimizle çözülmeyi çatışma ve bunaltıyı yatıştırıcı bir düzenek olarak görmek yerinde olur.

17 yaşında bir erkeğin akşamlan evde acayip sesler çıkararak bir goril gibi davranışlar gösterdiği anlatıldı. Görüşme sırasında genç bu davranışları anımsamadığını, kendinde olmadığım, isteyerek yapmadığını anlattı. Davranışım taklit edip edemeyeceği sorulduğunda, bunu yapamayacağım, ancak böyle bir “ruh hali” içine girdiğinde bunun olabileceğini açıkladı. Az sonra başım ellerinin arasına aldı, bir iki dakika içinde bir öz-geçi (trance) durumuna girdi. Ardından gorile ve başka acayip, korkunç hayvanlara benzer yüz görünümü ile, sıçrama devinimleri yaparak ve garip sesler çıkararak inşam gerçekten ürküten bir duruma girdi. 3-6 dakika içinde devinimlerini, seslerini yavaş ya- öldürüp kırmak isteyen, bir yanı ile de bunları durdurmaya çalışan ikili bir kişilik taşıdığım anlattı. Bu belirtinin 4-5 yaşlarında ağır korkulara (şeytan, hırsız, kötü kişiler) karşı oluşturulmuş korku giderici, hatta başkalarına korku verici oyun gibi davranışlarla başladığı; zamanla, hastanın kısa süreli nöbetlerle kendisini tam kaptırarak, sanki başka bir yaratıkmış gibi bir kimliğe girdiği anlaşılmıştı. Bu örnekte kişiliğin geçici nöbetler içinde çözüldüğünü ve başka bir kişilik görüntüsünün belirdiği gözlenmektedir.

Tipik çözülme örnekleri, histerinin çözülme nevrozu (disosiatif nevroz) denilen türünde unutmalar, bayılma nöbetleri, uyurgezerlik gibi belirtilerde görülür. Bunlarda bir düşünce (id6e, fikir) zihin bütünlüğünden ayrılarak bağımsız ve otomatik bir davranış belirtisini ortaya çıkarmaktadır. İkili ya da çoğul-kişilik durumlarında sanki bireyin bir parçası, öbüründen habersiz kendiliğinden işlerlik göstermekte ve diğer parçayı tanımamaktadır.

YER DEĞİŞTİRME

(Displacement)

Bir dürtünün ya da duygunun asıl nesnesinden başka bir nesneye yöneltilmesidir. Çatışmaya, bunaltıya neden olabilecek ve benlikçe kabul edilemeyen bir dürtü asıl yöneleceği nesne yerine başka bir nesneye yöneltilerek çatışma ve bunaltı bir derece azaltılabilir ya da önlenebilir, örneğin, içinde annesine ya da babasına karşı derin bir öfke, aşırı bir saldırganlık duygusu uyanmış olan bir genç bu öfkesini başkalarına, topluma, babayı ya da anneyi temsil eden yetke (otorite) örneklerine yöneltebilir. Saldırgan davranışları, böylece, kendine derin suçluluk verebilecek bir nesneden başka bir nesneye yer değiştirmiştir. Çalıştığı yerde patronuna kızıp eve gelince acısını karısından, çocuklarından çıkaran kişinin yaptığı aynı şeydir. Bu örnekler günlük yaşamda sık görülen davranışlardandır,

Yer değiştirme düzeneği ayrıca doğal olarak düşlerde görülür. Düşler genellikle yer, biçim, kılık değiştirmiş ve birçok anlamın yoğunlaştırıldığı (kondansasyon) ve simgeleştirildiği (sembolizasyon) yaşantılardır, örneğin, kişi düşünde, kendi evi yerine başka evi görebilir; düşte anne-baba, eş, kardeş yerine bir yabancının imgesi geçebilir. Fobik nevroz diye bilinen ruhsal bozukluklarda da yer değiştirme düzeneğinin önemli yer tuttuğunu Freud ortaya atmıştı. Atlardan ürken Küçük Hans’ın ruhsal çözümlemesinde asıl korku nesnesinin baba olduğunu göstermişti”. Kapalı, açık, tehlikesiz yüksek yerlerden korku duyarak kaçan insanların gerçekte, kendi içsel dürtü, çatışma ve ruhsal karmaşalarına bağlı başka korkulan vardır. Bilinçli olarak algıladığı korkunun altında yasak bir dürtüden, eğilimden korku yatmaktadır, örneğin, bir kişide açık yerlerde çırılçıplak soyunma dürtüsü olsa birey ağır bir çatışmaya girebilir. Bu yasak dürtü bilinçdışıdır. Ama bir gücü. etkinliği vardır. Buna karşı kişide nedenini bilmediği bir alan fobisi (agorafobi) gelişir. Bu kişi açık yerlere, geniş sokaklara, alanlara çıkmaktan sakınarak derinde yatan dürtüye karşı kendini savunur. Bu tür fobilerin kaynağında çocukluktan kalma yasak dürtü ve gereksinimlerin doğurduğu korkular yatar. Ancak  şunu unutmamak gerekir ki her agorafobik hasta hastalık belirtilerini yukarıda verilen örnekteki dürtülere bağlı olarak geliştirmez, başka tür dürtüler, korkular da rol oynayabilir.

Obsesif kompülsif nevrozda yer değiştirme düzeneğinin rolü vardır. Acımasız bir üstbenlik yüzünden kendini suçlu, kirli olarak algılayan bir kişide, bu ruhsal kirlilik duygusu bedeninin ya da eşyaların kirli olduğu duygusu, ile yer değiştirir., Ellerini, bedenini ya da eşyaları sürekli yıkayarak ruhsal kirlilik duygusunu gidermeye çalışabilir. Böyle, boyuna ellerini yıkayan ve pis olacak korkusu ile bir yere, eşyaya dokunamayan kişi gerçekte ellerinin, eşyanın pis olmadığını, davranışının anlamsız olduğunu söyler. İçindeki “sen pissin, suçlusun” dedirten dürtülerin, eğilimlerin bilincinde değildir. Bilinçdışı yer değiştirme düzeneği ile içsel soyut kirlilik duygusu, bedensel kirlilik duygusuna değişmiştir. Sanki ellerini yıkamakla derindeki suçluluk duygusu yıkanacaktır. Derindeki yasak dürtü (örneğin kin ve saldırganlık) ve buna bağlı suçluluk sürdükçe, el yıkama zorunluluğu da sürer. Shakespeare’in Machbeth adlı oyununda, kralı kocasına öldürten Lady Macbeth’in el yıkama hastalığı bunun güzel bir örneğidir.

KENDİNE YÖNELTME

(Turning toward one’s self)

Saldırganlık dürtüsü doyum sağlayıcı bir nesnenin elde edilmesini önleyen engellere karşı ortaya çıkar. Bu engel çevrede, toplumda bulunabilir. Örneğin, cinsel doyum sağlayıcı nesnelerin elde edilmesine karşı toplumsal, birçok engel vardır: Yasalar, inançlar, gelenekler, yasa uygulayıcıları, vb. Ama, engelleyici güçlerin büyük bir bölüğü bireyin kendi içindedir. Yargılayıcı, yasaklayıcı değerler, bireyi birçok alanlarda engelleyebilir. Bireyin kendi içine-atılmış (Bakınız: içe-atım düzeneği) kişi örnekleri ve imgeleri de yasaklayıcı, suçlayıcı olabilir. “Anana babana kızmayacaksın, kötü duygular beslemeyeceksin” ilkesi ile yetişmiş bir kişi, herhangi bir nedenle ana-babasına kızma ve kin duygusu duysa ne yapacaktır? Bu duyguları

    ana-babaya yöneltebilir,
    bilinçli olarak baskıda tutabilir,
    bilinçdışı bastırma düzeneği ile kontrol altında tutabilir,
    yer değiştirme düzeneği ile başka nesnelere yöneltebilir,

Bir yol da, bu duyguların bireyin kendisine yöneltilmesidir. Sevdiklerine kızınca kendi canım acıtan, başım duvara vuran, kendine ceza veren kişiler az değildir. Eğer içe-atılmış ve içerde yaşatılan bir sevgi nesnesi varsa ve yaşamın bir çağında sevgi nesnesine karşı kin uyanmışsa, birey kendine acı vererek; hatta kendine kıyarak içinde yaşattığı nesneyi yok edebilir, özkıyımların (intihar) çoğunda ya kişinin içinde yaşattığı sevgi nesnesini ya da benlik saygısının yitimi nedeniyle kendisini yok etmeye götüren bir kendine yöneltilmiş kin ve nefret duygusunun bulunduğu görüşü psikanalitik kuramda yaygındır.

AKLA-UYGUNLAŞTIRMA

(Rationalization)

Benlik için acı, bunaltı verici durumlarda, akla yatkın görünen, fakat sıkıntı vermeyecek bir neden, bir açıklama bulmak çok sık kullanılan savunma düzeneklerinden biridir. Başkalarıyla kolay geçinemeyen, kendini sevdiremeyen ve insanları sevmeyen bir kişi, “ben yalnızlıktan hoşlanırım” diyerek bilinçdışı bir aldatıcı açıklama ile kendini rahatlatabilir. Bir genç kızı evlenme sözü vererek aldatan bir erkek, kendi vicdanını rahatlatmak için, “ben aldatmasaydım, başkalarına zaten kanacaktı” diyerek, kendini suçluluk duygusundan kurtarmaya çalışabilir. Birçok içkiye düşkün kişi içkiyi bıraktıktan sonra yeniden başlarken akla yatkın görünen nedenler ileri sürerler; kendileri de bunlara inanırlar. Okuldan, dersten, sorumluluktan kaytaran insan, rahatlatıcı birtakım açıklamalar, nedenlerle kendini özürsüz, hatta haklı bulabilir. örneğin, çalışmadığından değil de derslerin pek yaran olmadığından, öğretmenlerin yetersizliğinden dolayı kırık not almıştır.

Görevine geç gelmeyi alışkanlık edinen bir görevli, sabah normal çalışma saatinde geldiğinde pek verimli olmadığını, bu saatlerin “ölü” saat olduğunu, geç gelerek daha verimli olabileceğini söylemişti. Kendisine, eksik bırakmakta olduğu işler gösterilerek, vaktinde geldiğinde bunları yapabileceği belirtilince; bu kez evine işçi kadının sabah geç geldiğini, onu beklediğini söyleyerek kendini haklı çıkarmaya çalışmıştı.

Akla-uygunlaştırma düzeneğine eğilimli kişiler böyle kendilerini ve çevreyi aldatıcı açıklamalarla geçiştirmeyi alışkanlık edinerek bir çeşit yaşam biçimi oluştururlar, az çok rahat edebilirler, fakat eninde sonunda en çok aldanan kendileri olur. Bu, aslında, bahane bulma düzeneğidir. Kişi bunu aşırı düzeyde kullanırsa, bir dizi aldatmaca içinde öncelikle topluma uyumunda büyük güçlükler çıkabilir. Ağır kişilik bozukluklarında, içki ve ilaç tutkunluğu gösteren kişilerde akla-uygunlaştırma en çok başvurulan savunma yollarındandır.

KARŞIT-TEPKİ-KURMA

(Reaction-formation)

Kişi kendi içindeki bilinçdışı yasak dürtü ve eğilimlerinin tam karşıtı tepkiler göstermekle de benliğini savunmaya çalışabilir. Örneğin, içindeki kin nefret ve kabalık eğilimlerine karşı kişi aşın derecede kibar ve nazik; pislik, kirlilik eğilimlerine karşı anormal derecede titiz ve temizlik düşkünü olabilir. Benlikçe kabul edilemeyen birçok dürtü ve gereksinim aşırı baskıcı, bağnaz, ahlâkçı bir tutumla durdurulmaya çalışılabilir. Normal ve doğal dürtülerini, örneğin cinsel yönden uyanışları bile kendine ve başkalarına yasak sayarak katı ahlakçı bir tutum gösterebilir. Her türlü bağnazlığın altında karşıt-tepki kurma düzeneğini görebiliriz, örneğin, Tanrı’yı seven, ona bağlı olan, ahlak değerlerinden bir zoru olmayan kişi için, bunlar rahatlatıcı, esenlik, mutluluk verici duygular olabilir. Ama, sık sık dinden, imandan söz ederek başkalarını suçlayan ve aşırı dinci görünen kişinin yaptığı, kendi içindeki ayartıcı dürtülere karşıt bir tutum geliştirme çabasından başka bir şey değildir. Başkalarını sömürmeye eğilimli bir politikacı sürekli olarak insan eşitliğinden, sömürüye karşı savaşımdan bağnazca söz ederken kendi içindeki bilinçdışı dürtü ve eğilimlerle savaşıyor olabilir. Bireyin içinde sürekli olarak onu uyaran ve sıkıştıran olumsuz dürtüler ve eğilimler canlılıklarını sürdürmekte, birey de kendi benliğini sürekli olarak bunların karşıtı davranış ve tutum örnekleri ile korumaya çalışmaktadır.

Karşıt tepki kurmayı yüceleştirmeden (sublimation) ayırt etmeliyiz. Yüceleştirmede bilinçdışı dürtülere karşı bir savaşım, bir zorlama yoktur. Çocukluk çağında dürtüler amaç ve nesnelerinde köklü değişmelere uğrayarak, toplum ve benlik için olumlu güdülere dönüşmüşlerdir. Oysa ki, karşıt-tepki-kurma düzeneğinde, yasak ve olumsuz sayılan bilinçdışı dürtü ve eğilimler (örneğin kin, nefret, kabalık, çocuksu dürtüler) bireyi sıkıştırmakta, birey de bunların karşıtı olan davranışlarla savunma gereğini duymaktadır. Temizlik, düzenlilik, insanlara iyilik, naziklik her biri olumlu özelliklerdir. Ama, kişi aşırı derecede iyiliksever, rahatsız edecek kadar kibar olma zorunluluğunu duyuyorsa, karşıt tepkilerle içindeki olumsuz dürtülere karşı savaşmaktadır. Bu tür savunma düzeneğinin sık kullanıldığı ruhsal bozukluk türü eskiden psikasteni denen saplantı zorlantı nevrozudur (obsesif kompulsif nevroz). “Anal kişilik” diye bilinen ve aşırı cimrilik, düzenlilik, titizlik, inatçılık ve kararsızlık özellikleri gösteren kişilik türünde bu savunma düzeneği yoğun olarak kullanılır.

DÜŞÜNSELLEŞTİRME

 (Intellectualization)

Yasak dürtülerin, anıların ve yaşantıların, düşünsel (entelektüel) yetiler ve bilgilerle açıklanmaya çalışılması, asıl bunalım kaynağının bu tür düşünce ve bilgi ürünleri ile kapatılması öncelikle okumuş kişilerin sık kullandığı savunmalardan biridir. Kişi, sorunlarını bir tıp konusu olarak inceler, hastalığına adlar bulur, nedenlerini bilimsel terimlerle açıklar; bir hekim gibi konuşur. Kendi sorunları yerine dünya sorunlarını bilgili ve gerçekten eleştirici bir kavrayışla tartışır. Ülkenin sosyo-ekonomik bunalımlarını anlatmaya dalar ve kendi bunalımları ya da sorunları ile bunlar arasındaki bağlantı sorulduğunda, genel tartışmalarını yapmakta direnir. Kendisinde iğdişlik korkusu, Oedipus kompleksi vb. vardır. Bunların ne olduğunu, uzun uzadıya, bildiklerini kanıtlamak istercesine anlatır; fakat gerçekte bu anlatımlarının kendi sorunları, kendi bunalımları ile bağlantılarının ayırımını yapamaz. Bu anlatımları kendi benliğine bunalım veren sorunları ve duygu yüklü konulan örtmek için yaptığının bilincinde değildir.

YALITMA

(Isolation)

Her ruhsal yaşantının (anılar, algılar vb.) hem bilişsel (cognitive), hem duygusal (affective) yanları vardır. Uyaranları, geçmiş yaşantıları yalnız tanımakla kalmayız; onlara karşı içimizde bir takım hoş ya da hoş olmayan duygular da uyanır, örneğin, geçmişe ilişkin bir olay hem yeri, zamanı, nedenleri gibi bilişsel yanları hem de bu olaya karşı bireyin duygusal tepkileri ile birlikte anımsanır, örneğin, olay sırasında duyulan kin, nefret, öfke, sevinç, hoşlanma gibi duygular, olay anımsanınca az çok yeniden canlanır.

Yalıtma düzeneğinde bir anının bilişsel, yani bilme, tanıma ve anlama ile ilgili yanı tümü ile anımsanabilirken, duygusal yanı ayrılarak bastırılır ve bilinçdışı kalır; ya da duygular ilgisiz gibi görünen bir başka yaşantıya, başka nesneye aktarılır (yer değiştirme). Böylece, kişi çocuklukta yaşadığı hoş ya da acı bir olayı kuru kuruya hiçbir duygu yükü olmaksızın anımsar ve anlatır. Anlatış biçimine dikkat eden bir dinleyici böylesine duygu yüklü bir olayın kupkuru anlatılışını ilginç bulabilir. Sanki olayı bir başkası yaşamıştır ve öyle anlatılmaktadır.

Bu savunma genellikle saplantı-zorlantı nevrozunda (obsesif kompulsif nevroz) ve bu tür ruhsal belirtilere yatkın kişilik türlerinde sık görülür. Bunlar rahatsızlıkları ile ilgili buldukları bir takım olayları, çok iyi bir bellekle anımsayıp anlatırlarken; olaylara ilişkin duygusal tepkileri anımsamakta güçlük çekerler. Bu nedenle, anlattıkları ilginç geçmiş olayların psikoterapide çoğu kez bir yararı olmaz. Olayın duygusal yanı ile birlikte anımsanabilmesi için çok uğraşmak gerekebilir.

DÖNDÜRME

(Conversion)

Ağır bir bunaltı insanın uzun süre dayanabileceği bir acı değildir; ne yolla olursa olsun, bunu yatıştırmaya çabalar, örneğin, ağır bir karı-koca kavgasında kadının birden bayılıvermesi, karşılaştığı acı durumdan bir kurtulmadır. Bir süre için bilinç, uyaranlara kapatılarak benlik bunaltıdan uzak tutulmaktadır. Kuşkusuz sürekli bir çözüm yolu bulunmamıştır. Ama hiç olmazsa geçici bir rahatlık, daha doğrusu bir şey duymama, bir şey algılamama durumuna girilmiştir.

Ağır bunaltı doğuran durumlarda, yatkın kişilerde, hareket ya da duyu organlarında işlev yitimi ortaya çıkabilir, örneğin, kollar bacaklar tutmaz olur, hasta görmeyebilir, işitmeyebilir, konuşamayabilir. Bu tür bir rahatsızlıkta bunaltı, organın işlev yitimine, işlev bozukluğuna döndürülmüştür. Bu işlev bozukluğu hem bunaltıyı durdurmakta, hem de bunaltı ile ilgili bir dürtüyü ve çatışmayı simgeleştirmektedir. Örneğin, bir hastada sürekli olarak geğirme, bir başkasında kolun tutmaması saldırgan dürtülere bağlı bunaltının yatıştırılmasına hizmet etmiştir. Yasak bir nesneye bakmak isteği kişide bir iç-çatışma doğurabilir: Bir yandan görme isteği, bir yandan buna karşı derin bir içsel yasak. Böyle bir kişide görme tutkusuna karşı yasağın baskısı ile ortaya çıkacak bunaltıyı ruhsal bir körlük ortadan kaldırabilir. Gerçek bir görme bozukluğu olmadığı halde görmeme, görmek istenilen bir şey karşısında duyulan bunaltının giderilmesine ve yasak şeyleri görme dürtüsüne karşı savunmaya yarar.

Bunaltının bu tür işlev bozukluğuna döndürülmesi histerinin döndürme nevrozunda (konversiyon nevrozu) görülür. Böyle bir savunma yalnız bunaltının yatıştırılmasına (birincil kazanç) değil; aynı zamanda, bireyin bir hasta olarak bakılmasına, sorumluluklarından bir süre uzak tutulmasına da yarayacaktır (ikincil kazanç).

SOMUTLAŞTIRMA

(Concretization)

İnsan zihni, karmaşık ve belirsiz durumdan tedirgin olur. Eşyanın, uyaranların, olayların, geleceğe dönük tasarımların belirsizliği, karmaşıklığı, açık olmayışı sıkıntı, bunaltı verir. Zihin, açık ve somut olmayan, belirsiz olan şeyleri açık, somut ve belirli yapmaya yönelir (belirsizliğe dayanamamak, intolerance of ambiguity). işte, kaynağı ve nedeni belli olmayan bunaltı ve sıkıntıların giderilebilmesi için, sıkıntı ve bunaltının belli somut bir şeye, bir nedene, bir duruma bağlanması da insanoğlunun başvurduğu önemli savunmalardandır. Ruhsal bir sıkıntının fiziksel bir rahatsızlığa (örneğin kalp nevrozunda); karmaşık ve açıkça tanımlanamayan bir kuşkunun belirli düşmanlara bağlanması (paranoid psikozlarda) somutlaştırmaya örnek verilebilir. Arieti, fobide yer-değiştirme düzeneği yanısıra somutlaştırma düzeneğinin de önemli yeri olduğunu ileri sürer. Belirsiz olan bir korku belirli somut bir nesneye yöneltilerek, bireyin kaçınabileceği bir durum yaratılmaktadır.

İnsanoğlu eski çağlardan beri doğadaki zorluklar karşısında çaresiz kaldıkça ve birçok doğal olay için açık seçik, kolay anlaşılır nedenler bulamayınca, yansıtma ve somutlaştırma gibi savunmaları kullanarak, gerçekle bağdaşmasa bile rahatlatıcı açıklamalar bulabilmekte; bunları, cin, şeytan, büyü gibi doğaüstü güçlere bağlamakta ve bunlara karşı özel savunma yollan geliştirmektedir.

YAPMA-BOZMA

(Undoing)

Kişinin gerçekte ya da düşüncesinde yaptığı ya da yaptığım düşündüğü olumsuz bir eylemi yansızlaştırmak (nötrleştirmek), etkisini kaldırmak ve yapılmamış gibi saymak amacı ile yürütülen bir takım işlemler yapma-bozma düzeneğini oluşturur. Bu düzenek daha çok obsesif kompulsif kişilik ve bozuklukta görülür. Örneğin, havagazı musluğunu sık sık açıp kapayarak kontrol etmek; her akşam pencereden biri girmiş ya da girecekmiş gibi düşünerek pencereleri açıp kapamak; yatağın altını yoklayarak araştırmalar yapmak gibi. Kişi sanki havagazı musluğunu önce açarak herkesi zehirlemiş, hemen ardından kapatarak herkesi kurtarmış olmaktadır.

Yaşlı bir erkek öğretmen yıllar boyunca bir çocuk görünce, hemen aklına olumsuz bir düşünce geliyordu. Örneğin, balkonda bir çocuk görse çocuk düşecek diye düşünüyordu. Bunun hemen ardından da “çocuklar ülkemizin medarı iftiharıdırlar (övünülen varlıklarıdır), yaşarlar” düşüncesi yetişiyor ve rahatlık veriyordu.

Halk arasında, kötü bir şey olmasını, uğursuzluğu önlemek amacıyla kullanılan “maşallah” sözcüğü, tahtaya vurma gibi gelenekler de yapma-bozma düzeneğine örneklerdir. El yıkama zorlantısında ruhsal kirlilik duygusu bedensel pislik duygusuna yer değiştirirken, yapma-bozma düzeneğinin de işlediğini görürüz. Birey ellerini kirlenmiş olarak algılamakta ve hemen arkasından ellerini uzun süre yıkayarak kirlenme duygusunu bozmaya çalışmaktadır.

SAPLANMA

(Fixation)

Gelişme basamak basamak ilerlerken, çocuğun bir basamakta saplanıp kalması, daha doğrusu bir basamağın özelliklerini bırakamaması; onları sonraki basamakların gereklerine uyduramaması kimi kişilik türlerinde daha belirgindir.

Bir gelişme döneminde aşırı engellenmiş olan kişi, yaşam boyunca doyurulmamış gereksinimlerinin özlemi ve arayışı içinde kalabilir. Bir dönemde aşırı doyurulmuş olmak daha sonraki dönemlere ilerlemeyi güçleştirebilir. Örneğin ilk çocukluk döneminin en önemli ruhsal özelliği, çocuğun bağımlı oluşu; bakımı, korunmayı başkalarından bekleyişidir. Bu özelliği yetişkin çağda da sürdüren, sanki dünya kendisine borçlu imiş gibi hep dışarıdan verilmeyi bekleyen bağımlı kişilik gelişimi çeşitli nedenlerle çocukluğun ilk dönemlerinde bir saplanma sonucudur. Bir döneme özgü tüm özelliklerin hepsinin kişilikte süregelmesi olanaksızdır. Ağır saplanma gösteren kişilik türlerinde bile daha sonraki dönemlere ilişkin gelişmiş özellikler de bulunur.

GERİLEME

(Regression)

Ulaşılmış bir gelişme dönemi kişi için ileri derecede bunaltı doğuracak nitelikte olursa, daha önceki bir döneme gerileme kişinin başvurabileceği bir savunma yoludur. Örneğin, çocukluk çağında, yeni bir kardeş gelince, çocuğun çişini, kakasını söylemeyi bırakması “ben de bebeğim” dercesine bir gerileme belirtisidir. Ağır bedensel hastalıklar çok insanda gelip geçici gerileme belirtilerine neden olabilir. On sekiz yaşındaki bir lise son sınıf öğrencisi çok ağır ve yaşamını tehlikeye sokan bir kaç hastalığı peş peşe geçirdikten sonra annesinin yanından ayrılmayan, yalnız sütlü ve yumuşak besinleri yiyen bir duruma girmiş ve hastaneye yatırılırken, beş yaşındaki bir çocuk gibi annesinin eteğine yapışarak, annesinin hastanede kalması için ağlamıştı.

Şizofreni hastalığı olan yetişkin bir insanın küçük bir çocuk gibi düşündüğü, davrandığı sık görülen bir durumdur.

Gerileme düzeneğinin yalnızca anormal durumlarda ortaya çıktığı söylenemez. Çocukluk çağında öncelikle oyunlarda başvurulan ve kimi kez gelişme için gerekli de olabilen bir savunmadır. Yetişkin çağda da eğlence, sohbet, dostlarla karşılaşma durumlarında gelip geçici çocuklaşmaya, yani gerilemeye yer verilir. Ozanlar, ressamlar da yapıtlarında sağlıklı gerileme örnekleri gösterebilirler: Buna “benlik hizmetinde gerileme” (regression in the service of the ego) denir ve E. Kris tarafından açıklanmıştır.

DÜŞ-KURMA

(Fantasy-formation, day-dreaming)

Kişinin gerçek dünyada doyum sağlayamadığı istek ve dürtülerini düşler kurarak doyurmaya çalışması en sık görülen savunma düzeneklerinden biridir. Öncelikle, çocukluk ve ergenlik çağlarında, birçok bireysel ve toplumsal yasağın etkisi altında doyurulamayan dürtü ve istekler karşısında düş-kurma yoluna başvurulur.

Çocuk, oyun dünyasında düşler kurarken, bir yandan da bunlara biçim, ad vererek bunları gerçekleştirmeye çalışır. Ergenlik çağında da büyük bir tutku ile sevme ve sevilme, güçlü, üstün olma düşlemleri çok sık görülür. Ancak, zamanla bunlar azalır ve doyum kaynakları giderek daha gerçek nesnelere dönüşür. İçe-kapanık kişilik türlerinde düş-kurma düzeneği yoğun biçimde bütün yaşam boyunca sürebilir.

ÖZDEŞİM

(Identification)

Başka bir kişinin özelliklerini, duygu ve davranış biçimlerini, değerlerini ve inançlarını benimseyerek; kendi benliğimize sindirip kişiliğimizin bir parçası, bir özelliği durumuna getirmek anlamına gelen özdeşim her insanın çocukluktan yetişkinlik çağına dek kullandığı bilinçdışı bir olgunlaşma ve savunma düzeneğidir, özdeşimi belki bir savunma olarak görmemek daha doğru olurdu. Ancak, çocukluk çağında karşılaşılan bir takım çatışmalı durumların çözümünde de kullanıldığı için, aynı zamanda bir savunma niteliği taşımaktadır.

Çocuk gelişirken, kendisinden büyükleri, anneyi, babayı benimser, onlara benzemeye çalışır. Büyüdükçe, onların değer yargılarını, dünya görüşlerini, düşünce ve davranış biçimlerini bilinçli bir çaba göstermeden benimser ve benliği, giderek az çok anneden ve babadan gelen ruhsal özelliklerle yapılaşır. Anne ve babadan çocuğa aktarılan bu değerler, inançlar vb. aynı zamanda toplumun da değerleri, inançlarıdır. Yani, özdeşim ile çocuk, anne-baba aracılığı ile toplumun benimsediği özellikleri de kendine indirmektedir. Giderek, erkek çocuk o aileye, o topluma uygun erkek benliğini, kız çocuk da kız benliğini özdeşini ile kazanmaktadır. Bu sürecin nesi bir savunmadır diye sorulabilir. Yukarıda tanımladığımız açıklama bu soruyu yerinde kılmaktadır.

Ancak, psikanaliz kuramındaki Ödipus çatışmasını ele alınca, özdeşimin savunma yönü anlaşılabilir. Erkek çocuğun annesine olan sevgisi 3-4 yaşlarından başlayarak bebeksi özelliğini yitirir, bu ilişki cinsel anlam da kazanmaya başlar. Yani, erkek çocuk artık annesini karşı cinsten bir kişi olarak da algılamaya ve babasını kendine rakip olarak görmeye başlamıştır. Doğrudan doğruya eşeysel organlarla (genital) ilgili bilinçli duygulan olmasa bile, anneye karşı sevgisinin artık yasak ve ürkütecek yanları da çocuk zihninde belirmeye başlamaktadır. Çünkü, babasına karşı hem sevgi, hem kıskançlık duyguları ile karışık çelişkili bir çatışma durumu gelişmektedir. İşte bu dönemde çocukta iğdişlik korkuları, yani kendisinin en çok değer verdiği cinsel organına bir tehlike gelebilecek korkuları uyanmaya başlar ve bu tehlikenin bir ceza olarak babadan geleceğini düşünür, özetle, Oedipus çatışmasının özü budur. Çocuk böyle bir çatışmadan ve iğdişlik korkusundan kendini kurtarabilmek için babası ile özdeşim yapar; onu bir rakip olarak görmeyi bırakır. Böylece, birkaç yıl içinde Oedipus çatışması çözülür ya da gücünü yitirir; onun yerine üstbenlik (süperego) yapılaşır. Bu çatışmalı gelişme olayı göz önünde tutulunca, özdeşimin bir savunma düzeneği olduğu daha iyi anlaşılır.

Altı yedi yaşlarından başlayarak çocukta cinsel yönden bir dinme ile giden gizillik (latence) dönemi başlar. Bu dönem boyunca da özdeşim pekişir, özdeşim yalnızca belirli bir gelişme çağında ve yalnızca ana-baba ile olmaz. Yaklaşık olarak iki üç yaşlarından gençlik çağına dek sürer. İmrenilen, beğenilen her bireyin benimsenecek, özdeşim yapılacak özellikleri olabilir. Geniş aile içinde ağabeyler, ablalar, başka yakınlar, okulda öğretmenler, ergenlik çağında arkadaşları, onların ana-babaları, kahramanlar vb. gelişmekte olan çocuk için sürekli olarak özdeşim örnekleridir. Özdeşim örneklerinin bulunuşu sağlıklı bir gelişim için zorunludur. Ancak her türlü örneğin de sağlıklı olduğunu söyleyemeyiz. Çocuk, sağlıksız örnekleri de (örneğin bozuk ve sapık davranışlar gösteren anne, baba örneği) kendisine bir özdeşim örneği olarak alabilir ve bu yüzden olumsuz kişilik özellikleri gelişebilir. Ayrıca, yanlış ya da uygun olmayan özdeşimler de olabilir, örneğin, erkek çocuk daha çok annesi, baz çocuk daha çok babası ile özdeşim yaparak ileride cinsel uyum göçtükleri ile karşılaşabilir.

Şunun açıkça belirtmek gerekir ki, özdeşim yalnız ve yalnız anne, yalnız ve yalnız baba ile olmamaktadır. Çocuk gelişirken her ikisinden de özellikleri kendi benliğine sindirmektedir. Önemli olan kendi cinsine uygun özdeşimin temel olarak yerleşmesidir. Erkek çocuk kuşkusuz annesinden de özellikler taşır; 2-4 yaşlarından başlayarak, belki de daha erken, babası ile özdeşim yapar ve yaşamı boyunca temel özdeşim örneği onun için baba yada baba yerine geçen kişilerdir.

YANSITMALI ÖZDEŞİM

(Projective Identification)

Aile dinamiklerinin incelenmesi ile giderek önem kazanmış olan bu düzenek, çocuğun kendine güre zihninde geliştirmiş olduğu ana-baba özelliklerini onlara yansıtarak; onlarda varsayarak, buna göre özdeşim yapması anlamını taşır. Örneğin, kendi annesini daha güçlü algılamak isteyen bir çocukta bu özellik onunun gerçek kişiliğine uymasa bile anneye yansıtılır; anne öyle algılanır ve özdeşim de anneye yansıtılmış bu özelliğe göre olur. Çocukluk çağında ana-baba özelliklerinin algılanışı ve değerlendirilmeleri onların gerçek kişilik özelliklerine tam uymayabilir.

Yansıtmalı özdeşim terimi giderek daha çok kullanılır olmuşsa da, kavramı değişik biçimlerde anlayanlar ve tanımlayanlar vardır. Yukarda yansıtmalı özdeşim kavramı en yalın anlamı ile anlatılmıştır. Nesne-ilişkileri kuramı ve özbenlik (kendilik, self) ruhbilimi ile uğraşanlar bu konu üzerinde durmuşlar ve yansıtmalı özdeşim sürecinin gerçek görüngüsünü (fenomenolojisi) aydınlatmaya çalışmışlardır. Bunlar arasında en tanınmışı olan Ogden’e göre yansıtmalı özdeşim süreci bir kaç aşamayı içermektedir. Bu aşamalar şöyle özetlenebilir:

Birinci aşamada, kişinin özbenlik duygusu içinde, kendini artık tehdit eden, özbenliğini parçalamaya, yok etmeye çalışan parçalar vardır. Örneğin, derinde, kişinin özünde onun özsaygısını (self-esteem) ve özsevgisini (narcissism) ağır derecede sarsan yetersiz, güvensiz, kin dolu bir yanının olması gibi. Bu tanımlamada, bir bakıma, bölünme (splitting) düzeneğinin de işlediği anlaşılmaktadır. Birinci aşamada kişi, bu parçasını kendisi ile özdeş tutar ve kendisi için önemli olan kişiye (anne, baba, sevgili) yansıtır. Bu yansıtmada o kişi üzerinde denetim kurma, ona bir kişilik kalıbı verme amacı yatmaktadır Bu süreci şöyle yalın bir dile sokabiliriz: Kişinin içinde olumsuzluklarla yüklü bir parçası onu sevmemekte, özsaygısını, özsevgisini tehdit etmektedir. Bu olumsuz özbenlik parçası anneye yansıtılır ve artık anne yetersiz, güvensiz, kin dolu kişidir. Fakat yansıtmayı yapan kişi aynı zamanda yansıtılan kişi ile özdeşleşmiştir. Yani artık kendisinde bu olumsuz yan yoktur, kendisi annesi gibi olmaktadır. Böyle bir durum, kişinin kendilik sınırları ile annenin sınırları arasında bir belirsizliğin de olmasını gerektirir.

Salt yansıtmada, kişi yansıttığı kişiden ayrı bir varlıktır ve yansıtılan kişi kendisini tehdit eden ayrı bir kişi olarak algılanmaktadır. Oysa, yansıtmalı özdeşimde kişi, artık yansıtılan kişi ile özdeşleşmiştir.

İkinci aşamada, yansıtmayı yapan kişi, değişik tutum ve davranıştan ile yansıtılan kişi üzerinde etkisini sürdürerek, onu zorlayarak, yansıttığı parçası gibi olmasını, onun kendi kendisini öyle algılamasını ve öyle davranmasını sağlamaya çalışır. Olumsuz anne artık kendisini yetersiz, özsaygısız, olumsuz algılamalı çocuğuna karşı da güvensiz ve yetersiz bir kişi gibi davranışlar göstermelidir. Giderek anne çocuğu karşısında yetersiz, çaresiz, öfkeli hissetmeye ve böyle davranmaya başlar. Yani artık anne, çocuğun yansıttığı parçası ile özdeşleşmiştir.

Üçüncü aşamada, çocuk artık bir yeni anne ile özdeşim yapar. Yani çocuk bir zamanlar kendi içinde bulup anneye yansıttığı parçasını, anneyle özdeşim aracılığı ile yeniden içine alır. Bu kez, içine aldığı ve kendi benliğinin bir parçam haline getirdiği bu özellik, sanki önceden kendisinin olan bir parçası değil, annenin özbenlik yapısının bir parçasıdır.

Yukarıda kısaca açıklanmaya çalışılan bu karmaşık düzeneğin yalın anlamı şudur: Çocuklar, ana-babalarına, kendi içlerindeki olumsuzlukları yansıtabilirler; onları bu doğrultuda zorlayabilirler, öyle olmalarını sağlayabilirler, arkasından da onlarla özdeşleşerek, onlar gibi olduklarını sanabilirler ve bu özdeşleşmeyi savunma amacıyla kullanabilirler. Ana-babasına “siz beni böyle yaptınız” türünden suçlamaların çoğunun altında, salt yansıtma değil, bu tür bir düzenek de yatmaktadır.

YÜCELEŞTİRME

(Sublimation)

Çocukluk çağının her türlü dürtüsel yaşantısının bir çatışma ve bunalım kaynağı olacağını düşünemeyiz. Sağlıklı bir gelişme süreci insanoğlunda birçok dürtünün olgunlaşmasına, yeri ve sırası gelince doyum yollan bulunmasına olanak sağlar, örneğin, çocukluk çağındaki aşın bağımlılık ve sevilme gereksinimi yetişkin kişide sevişmeye, uyumlu ve doyumlu cinsel ilişki kurabilmeye temel olur. Çocuk gelişirken, öğrenme, olgunlaşma ve özdeşim yapma süreçleri ile birçok doğal dürtüleri değişimlere uğrar. Kimi dürtüler nesnelerini ya da amaçlarını tümden değiştirirler, benlik için yapıcı, yaratıcı bir amaç ve nesne edinirler. Giderek bunlar toplum ve kişi için yararlı, beğenilen davranışları doğuran eğilimler olarak belirir.

Öbür savunma düzeneklerinde dürtüye ya da dürtü ile ilgili çatışma ve bunaltıya karşı benliğin kendini koruması vardır. Benliğin böyle bir korumaya gereksinmesi için, kendini tehlikede, bunaltıda görmesi ya da tehlike olabilir gibi bir değerlendirme yapması gerekir. Çocukluk çağında, özellikle 3-4 yaşlarından başlayarak, o döneme ve daha önceki dönemlere (fallik ve pregenital dönemler) özgü saldırgan ve cinsel dürtülerin bir bölüğü tümden amaç ve nesnelerini değiştirirler. Yani saldırganlık dürtüsünün enerjisi kalır, fakat saldırgan niteliğini yitirir. Cinsel dürtünün enerjisi kalır, fakat cinsel yönelişi kalmaz (deseksüalizasyon). Böylelikle, benliğin hizmetinde cinsellikten ve saldırganlıktan tümden arınmış dürtü enerjileri kalır. İşte, dürtülerin bu tür asıl amaç ve nesnelerini bırakmaları ve toplum içinde kabul edilen yaratıcı, yapıcı eylemler için kullanılabilir duruma gelmeleri düzeneğine yüceleştirme diyoruz. Örneğin, çocukluk çağında cinsel konuları bilme tutkusu oldukça yaygın ve etkin bir dürtünün belirtisidir. Bu eğilimin bir parçası cinsellikten sıyrılır; çocuğun bilmediği şeyleri öğrenme tutkusuna dönüşür. Bakma, görme, tanıma eylemleri cinsel amaçların dışında da doyum sağlar.

Görülüyor ki yüceleştirmede, gereksiz bir enerji harcanması, bilinçdışı bir dürtüye karşı savunma kalmamıştır. Karşıt-tepki-kurma düzeneğinde de toplumsal yönden olumlu bir eylem olabilir; ama birey, bu eylem için kendini zorlamakta, yapmayınca da tedirgin olmaktadır. Yani yasak dürtü bilinçdışından benliği sıkıştırmakta; benlik buna karşıt bir tepki oluşturarak tedirginlikten korunmaya çalışmaktadır.

Çalışma merakı, toplum için yararlı çeşitli uğraşılar, bilme, öğrenme tutkusu, sanat yapıtları yüceleştirme ürünleridir. Yüceleştirme düzeneğinin en önemli noktası benliğin herhangi bir bunaltı kaynağına karşı savunma gereksinimine bağlı olmamasıdır. Bu nedenle anormal yanı olmayan tek düzenektir diyebiliriz. Bütün öbür düzenekler, yerine, sırasına, derecesine göre normal olmayan özellik taşıyabilir. Fenichel’e göre erişkin çağdaki cinsel ya da saldırganlık eğilimlerinin yüceleştirilmesi söz konusu değildir. Bunlar, bilinçdışına bastırılabilir; değişik nesne ve yollarla doyurulabilir. Bilinçli baskı ve denetim altında tutulabilir. Yüceleştirmeye ham madde olan dürtü ve eğilimler çocukluk çağına, öncelikle cinsellik öncesi (pregenital) çocukluk çağına ilişkin dürtü ve eğilimlerdir. Kuşkusuz yetişkin çağdaki cinsel doyumlar ve doyumsuzluklar yüceleştirme eğilim ve gereksinimlerini etkileyebilir; ama yüceleştirmenin kaynağı olamazlar.

KAYNAK:

ÖZTÜRK, M. O., ULUŞAHİN, A., Ruh Sağlığı Ve Bozuklukları Cilt -II, 11. Baskı, Ankara 2008

No comments:

Post a Comment