Her organizma
kendini en uygun bir denge içinde tutmaya eğilim gösterir (homeo-stasis
ilkesi). Bu dengenin sağlanabilmesi için organizmanın doğal olarak bulunan,
gelişebilen; denge bozucu uyanları tanıma, değiştirme ve ona göre korumaya
yönelme yetileri vardır. Evrimsel gelişim merdiveninde en yüksek düzeye ulaşmış
olan insanda, koruyucu ve yaşamı sürdürücü dizgeler karmaşıktır. Bunlar
biyolojik, ruhsal ve toplumsal yönlerden ele alınabilir; fakat hepsi birbiri
ile bağlantılıdır. Biyolojik koruyucu dizgeler, daha çok organizmanın
kalıtımsal yapısı ile kurulmuş olan ve tepkisel çalışan ilkel düzeneklerdir.
Örneğin ağrıdan kaçma tepkisi gibi. Hastalık yapabilen mikroplar bedenimize
girdiğinde kan
hücrelerinde ve beden kimyasında değişimler ve organizmayı korumaya yönelik
hazırlanmalar başlar. Mikroplara karşı kanda akyuvarların çoğalması biyolojik
anlamda bir savunma düzeneğidir.
İnsanda biyolojik
korunma araçları kimi bakımlardan hayvanlardakine benzerse de, insanın
dürtüleri ve koruyucu düzenekleri, zamanla, topluma ve çevresel etkilerle
değişebilir, gelişebilir ya da cılız kalabilir. Oysa, hayvanlardaki korunma
düzenekleri ve içgüdüler doğal koşullarda genellikle değişkenlik göstermez;
belli bir kalıp içinde kuşaktan kuşağa aktarılır. Örneğin; insanlarda da bir
açlık dürtüsünden ya da içgüdüsünden söz etmek olasıdır. Ancak insan, kendisini
doyurmak, açlığını gidermek için değişik yollar ve yiyecek şeyler öğrenebilir,
kendisine yararlı bir besin yerine, tümden zararlı olanı da severek alabilir,
öyle ki, insan kendi yaşamını sürdürecek olan dürtü ve gereksinimlerini bir
yana itebilir; uzun süre erteleyebilir ya da bastırabilir yok sayabilir.
Örneğin açlık duygusunun, cinsel gereksinimin bastırılması İle oluşan güçlü
yoksunluk ya da doyumsuzluk olağan uyarıcı niteliğini yitirebilir.
İnsanda biyolojik
dürtülerin yanı sıra çoğu kez bu dürtülerden kaynaklanarak gelişen, önemli
ruhsal-toplumsal gereksinimler ve güdüler vardır.
Bunlar da
organizmanın biyolojik, ruhsal, toplumsal uyumuna, dengesinin korunmasına
yararlar. Ancak şunu hemen belirtmek gerekir ki, bu tür ayırım yapaydır.
Biyolojik olanın nerede bittiğini, ruhsal ve toplumsal olanın nerede
başladığını kesinlikle belirtmek olanaksızdır ve hepsi birbiri ile
bağlantılıdır. Bu tür ayrımlar bir olguyu açıklamak için yapılan
soyutlamalardan başka bir şey değildir. Biyolojik dürtüler doyurulmadan, ruhsal
gelişim ve toplumsal uyum ya da denge söz konusu olamaz. Ruhsal-toplumsal uyumunu
yapmayan bir birey de biyolojik gereksinimlerini karşılayamaz duruma düşebilir.
Örneğin, anne kucağındaki çocuğun, açlık dürtüsü ile besi gereksinimi doyurulup
gelişmesi sağlanırken; anne kucağından aldığı korunma, sıcaklık, sevgi ve
yakınlık onda güven duygusu, sevmek, sevilmek gereksinim ve güdülerini
geliştirir.
İşte doğumdan
sonraki çocuk-anne, çocuk-çevre ilişkileri ile insan giderek karmaşık ve
yaşamsal önemi olan ruhsal-toplumsal gereksinimler geliştirir. Bunlardan en
önemlileri: güven, korunma, sevme, sevilme, güçlü olma ,beğenilme, onur, namus,
özgürlük, gerçeği öğrenme, ilerleme, kişilikli olma gibi gereksinimlerdir.
Bunlar kuşkusuz biyolojik dürtüler gibi doğuştan değildir. Toplumsal bir
etkileşim ortamında öğrenme ile kazanılan özelliklerdir.
Ama doğuştan
varolan, insanın bu gereksinimleri geliştirebilme öğrenebilme yetisidir.
Fiziksel ağrıdan korkma ve kaçma doğal bir savunma belirtisi iken:
sevilmemekten, onurumuzun kırılmasından korkma ve kaçma da belli bir doğal
yeteneği olan organizmanın toplumsal etkileşim ile kazandığı savunma
yetileridir.
Uyum dengesini
bozacak herhangi bir etken organizmada bir tehlike olarak algılanır. Dış
dünyadan gelen tehlikeli uyaran ve etkenlere karşı her canlı varlığın ortak
savunma düzenekleri vardır. Bunlar genellikle, kaçma ya da tehlikeyi ortadan
kaldırmaya yönelik saldırma biçimindedir. Ağır tehlikeli durumlarda organizma,
Cannon ve Bard’ın tanımladığı “ivedi durumda savaşma ya da kaçma durumuna
geçiş” (emergency mobilization for fight or flight) biçiminde temel savunma
yollarına başvurur.
Kaçma ve savunma
işlemleri kuşkusuz yalnızca biyolojik tepkiler olarak görülemez. Bu tür
davranışlarda da karmaşık benlik işlemleri (örneğin tehlikenin algılanması,
değerlendirilmesi, savunma aygıtlarının işlemeye hazırlanması ve eyleme
geçilmesi gibi) yürürlüktedir. Fakat benliğin savunma düzenekleri denilince, bu
tür dış tehlikelere karşı olan savunmalar anlaşılmamaktadır. Benliğin savunma
düzenekleri, daha önceki bölümlerde tanımlanan, çatışma ve bunaltıya karşı kullanılan
benlik işlemleridir. Genellikle bilinçdışı süreçlerdir w birey, ne tehlikenin,
ne de kullandığı savunmanın bilincinde değildir. Daha önce açıkladığımız gibi
korku nasıl dışarıdan gelen gerçek bir tehlikeye karşı ilk koruyucu tepki ise,
bunaltı da içte olan bir çatışma ve tehlikeyi haber veren tepkidir. Bunun için
bu tür bunaltı “uyaran bunaltı” (signal anxiety) olarak da bilinir.
Korku, bizi
kaçmaya, saldırmaya ya da teslim olmaya götürebilir. Ancak, bilinçdışı olan ve
bireyin ayırt edemediği bir çatışmadan bilinçli olarak ; kaçması ya da ona
bilinçli bir çözüm yolu bulması olanaksızdır. Bilinçdışı bir eğilim ya da dürtü
karşısında benliğin çatışmaya girmesi durumunda neyle savaşılacaktır? Bilinçli
olarak ve istençle (irade ile) nasıl bir önlem alınacaktır? İşte, benliğin,
bilinçdışı çatışmaya ve bunun doğurabileceği bunaltıya karşı kullandığı çok
değişik türde savunmaları vardır ve bunlar bir çok karmaşık davranışların
gerçek anlamını açıklamaya yarar.
BASTIRMA
(Repression,
refoulement)
Benliğin savunma
düzenekleri arasında ilk tanımlanan ve bütün öbür düzeneklere de temel olan
bastırma, dürtü, anı ve deneyimlerin bilinçdışına itilmesi ve orada
tutulmasıdır.İlk olarak Sigmund Freud tarafından ortaya atılmış ve çağdaş ruh
hekimliğinin gelişmesinde temel kavramlardan biri olmuştur. Freud çağına dek
açıklanamayan birçok normaldışı davranış biçiminin, anlam verilemeyen ruhsal
sorunun ve belirtinin anlaşılması, bu düzeneğin aydınlatılması ve bununla
birlikte bilinçdışı kuramının ortaya atılması ile sağlanmıştır. Çocuklukta
hepimizi uğraştıran, davranışlarımıza yön veren birçok istek ve gereksinimimiz,
duygumuz ve yaşam deneyimimiz olmuştur. Bunların bir bölüğünü anımsarız; büyük
bir bölüğü de bilinçli anılarımızda yok gibidir, anımsayamayız. Ancak, psikanaliz
yöntemleriyle bunların birçoğunu bilinç düzeyine çıkarmak, bunları bilinçli bir
anı olarak anımsamak olanağı vardır.
Bilinçdışına
itilen ve orada tutulan dürtü, istek, anı ve duyguların bilinç düzeyine
çıkmasını benlik genellikle kabul edilemez bulur.. Bir başka deyimle, bunlar
üstbenlikçe yargılanarak yasaklanan ve benliğe acı, bunaltı veren öğelerdir. Bu
nedenle benlik tarafından bastırılırlar. Bastırma, her insanın kullandığı bir
savunma olmakla birlikte, yaşamımızda ne kadar çok olayı bastırırsak, doyum ve
yeni uyum yolları öğrenmede o oranda güçlük çekeriz. Herhangi bir dürtünün,
duygunun ya da anının bilinçdışına itilmesi ve orada tutulması belirli bir
enerji harcanmasına; kimi doğal dürtülerin doyurulmamasına yol açarak,
kişiliğin sağlıklı gelişmesini kısıtlayabilir.
Kişinin kendini
“bilmesi”, kendini “tanıması” büyük oranda bastırma düzeneğinin yoğun etkisi
altında kalmamasına bağlıdır. Ama, hür türlü bilinç dışı dürtünün, eğilimin
çırılçıplak ortaya çıkması ve bilinçlenmesi de kişinin dağılmasına yol
açabilir. Örneğin, şizofrenik bozukluklarda birçok başka düzenekle birlikte
bastırma düzeneğinin de aşırı çözülmesi, bilinçdışı içeriğin darmadağınık
biçimde açığa çıkması söz konusudur.
Dört beş
yaşlarındaki bir çocuğun cinsel konulara ne denli ilgili olduğu bilinir.
Bunlarda, ileride göreceğimiz gibi, anne-babaya yönelik kıskançlık duyguları,
cinsel istekler, düşler, korkular vb. sık görülür, Ne var ki, çocukluk çağında
bilinçli olan ve çoğu kez söze de dökülen, bu duygu, düş, istek ve korkular
zamanla, tümden ya da kısmen, bilinçdışının derinliklerine itilirler. Bunların
bir parçası önemli değişikliklere (örneğin yüceleştirme düzeneği) uğrar; bir
parçası da bilinçdışında etkin bir güçle kalır; yani bastırılmış olur. Böylece
bilinçdışı bir karmaşa (kompleks), bir tutku, bir saplantı olarak sürer. Kişi
bunları ayırt edemez, ama davranışlarında etkileri çıkar. Yetişkin kişilerde
anlamsız gibi görünen, açıklanamayan bir takım davranış örüntülerini
biçimlendiren güçler bunlardır. Bastırma düzeneğinin zayıflayabildiği özel
durumlarda, bilinç düzeyine çıkarak kendilerini belli edebilirler. O zaman
benlik bir tehlike durumu algılar ve bunaltı ortaya çıkabilir. Bir karmaşa
(kompleks) yoğunluğunda ve gücünde bastırılmış olan dürtü ve çatışmalar kümesi,
(örneğin Oedipus çatışması) yetişkin kişinin yaşamında çok değişik davranış
örüntülerine ya da ruhsal bozukluklara yol açabilir, örneğin, cinsel güç
sorunları, evlenememe durumu, erkeklere ya da kadınlara karşı aşın çelişkili
tutumlar, uygun olmayan özdeşim belirtileri vb.
Bu tür büyük
karmaşaların yanısıra, bastırma düzeneği, günlük yaşamın içinde dil ve devinim
sürçmeleri (parapraksiler) olarak belirebilir. Dilimizin ucunda dediğimiz
unutmalarımız, çeşitli dalgınlıklarımız ve kasıtsız gibi görünen unutkanlıklar,
atlamalar, ertelemeler, yanlış anlatımlar vb. de bastırma belirtileridir ve
bilinçdışı güdüler, korkular, baskılar altında yapılan sürçmeler, aksamalardır.
Daha ağır biçimleri, bir yaşantıyı tümüyle ya da bir parçası ile hiç
anımsayamamaktır. Örneğin, bir görüşme saatinde, oldukça ağır bir bunaltı içine
giren bir kadın hasta, görüşmeden çıkarken kapıda bir bayılma nöbeti geçirmiş;
uyandığında görüşmeden hiç bir şey anımsayamamıştı.
YADSIMA
(İnkâr, denial)
Benlik için
tehlikeli olarak algılanan ve bunaltı doğurabilecek bir gerçeği yok saymak,
görmemek, değişik derecelerde oldukça yaygın olarak kullanılan ilkel bir
savunma biçimidir. İnsanoğlu acı veren gerçeği kolay kolay görmek istemez;
kaçınır ve bu kaçınmanın da bilincinde değildir. Bazı özürlerimizi, utanç ya da
suçluluk duygusu doğurabilen eski deneyimlerimizi yalnız bilinçdışına itmekle
kalmayız; bunları biz hiç yaşamamışız gibi, başımızdan hiç geçmemiş gibi
algılayabiliriz; kendimize hiç konduramayabiliriz. Örneğin, birçok insan,
ruhsal bunalım içinde olduğu halde bunalım ve acıyı kendine hiç kondurmak
istemez; kendine yakıştırmaz. Öfke en çok yadsınan duygudur. Kızdığı, öfkeli
olduğu dışardan belli olduğu halde kişi bunu hiç farkında olmaksızın yadsıyabilir.
Ağır suçlayıcı üstbenlikleri, kendilerini yargılama eğilimi olan kişiler doğal
cinsel kamçılanışları bile yadsıyabilirler, özsevi duyguları kolayca
incinebilecek kişiler yaşlanmayı, çirkinleşmeyi, sakat, hasta olmayı yadsıma
gereksinimi duyabilirler.
Bu düzeneğin
ağırlık kazanması ve yoğunlaşması ile bireyin gerçekle bağlantısı zayıflar. Bir
bakıma sanki devekuşu felsefesi uygulanmaktadır. Yadsıma düzeneğinin doğal
kabul edilebileceği durumlar çoktur, örneğin ölüme yaklaşmış kanserli bir kişi,
kanseri ve yakında öleceğini tümden yadsıyarak, güç kazanabilir. Ama, bu
yadsıma düzeneğine başvurmadan da, yani kanseri ve sonucunu gerçekçi biçimde
kabul ederek de, kalan yaşamı göreli bir sağlık içinde sürdürmek olasıdır.
Gerçeğin kesin ve sarsılmaz biçimde yadsınması ancak, normal dışı durumlarda
görülebilir.
Bu tür ağır
yadsımalar, genellikle, psikoz denilen ve halk arasında delile diye bilinen
ağır ruhsal hastalıklarda olur. Şizofreni hastalığında kullanılan en belirgin
savunma düzeneklerinden biri yadsımadır. Başlangıçta, gerçek yaşam içinde ağır
bir bunaltı, bir parçalanma duygusu içinde olan bir şizofreni hastası, gerçek
dünyanın birçok yanını yok sayarak, kendine özgü bir dünya içinde denge kurmaya
çalışabilir.
Yadsımanın,
bastırmadan ayırımını yapmak güç görünmektedir. Aslında bastırma düzeneği bütün
başka savunmalara eşlik eder. Bastırmada bir yaşantının bilinçdışına itilmesi
söz konusu iken; bu bilinç düzeyine getirildiğinde önce yadsınabilir, sonra
kabul edilebilir. Yadsıma düzeneğinde ise bilinçdışı bir yakıştırmama, yok
sayma özelliği vardır ve bunun yerine gerçek dışı başka kabullenişler, başka
düşünce ve inançlar oluşturulur. Sanrı (hezeyan, İng. delusion, Fr. delire)
oluşumunda yadsıma düzeneği önemli yer alır.
Örneğin paranoid
türden kötülük görme sanrılarında kişi kendi içinde ki düşmanca duyguları, kin
ve nefreti önce yadsımakta, sonra yansıtarak dışarıdan kendisine kötülük
gelecekmiş gibi algılamaktadır.
YANSITMA
(Projection)
Kimi duygu, dürtü,
gereksinim ya da yaşam olaylarına karşı yalnızca bastırma ya da yadsıma
düzenekleri yetmez. Bunların dışarıya aktarılıp, yansıtılıp, dışarıdaymış ya da
dışarıdan kendisine yöneltiliyormuş gibi algılanması da önemli, ilkel savunma
düzeneklerinden biridir. Özürlerimizi kendimiz için yadsıdığımız, kendimize
yakıştıramadığımız gibi, bunları başkalarında görmek de kolaydır. Kendi
tembelliğini, kendi kişilik sapkınlıklarını yadsıyıp
başkalarına
aktaran, hep başkalarını eleştiren kişiler az değildir. Yansıtma düzeneği ile
birey, kendi içinde yadsıdığı bir dürtüyü başkalarında görür ya da başkalarının
bu dürtüleri kendisinde gördüğünü sanır, örneğin, içinde öfke ve kin olan bir
kişi, “bana kızıyorlar, benden nefret ediyorlar” diye düşünebilir. Burada, hem
yadsıma: “bende kin, öfke yok”, hem de yansıtma: “onlarda var, bana karşı var”
düzeneği işlemektedir.
Orta yaşlı
yakışıklı, esmer, töre duyguları ve üstbenliğin yargılayıcı yönü ağır basan bir
erkek, karısının kendisinden hoşlanıp hoşlanmadığını merak ediyor ve karısının
sarışın erkeklerden hoşlanıp hoşlanmadığını kurup duruyor ve kuşkulanıyordu.
Araştırılınca, kendisinin son zamanlarda sarışın bir kadından hoşlanmaya
başladığı; fakat göstermek istediği ilgiyi gösteremediği; bu yüzden karısına
hem kızdığı, hem de ona karşı suçluluk duygusu duyduğu anlaşıldı. Üstbenliğin
etkisi altında frenlenen benlik, yasaklanmış olan eğilimi önce yadsıyarak,
sonra da “bende yok, demek ki karım da yar.” biçiminde bir yansıtma yaparak
kendisini açığa, temize çıkarmaya çalışıyordu.
Bu tür sanrılar
paranoid psikozlarda görülür. Yansıtma düzeneği ile birey kendisinin
izlendiğine, kendisine kötülük yapılacağına, aldatıldığına inanır. Bu
düşünceleri herhangi bir mantıksal tartışma ile değiştirebilme olasılığı çok
zayıftır. Kişi, kendi içindeki kin, nefret ve sapkın dürtüleri dışarı
yansıtarak, dışarıdan kendisine yöneltiliyormuş gibi algılar. “Onlar benden
nefret ediyorlar, bana düşmanca bakıyorlar, hakkımda kötü şeyler düşünüyorlar,
kötü şeyler konuşuyorlar, bana eşcinsel diyorlar” gibi inançlara kapılarak, hiç
olmazsa benliğini zorlayan yasak dürtülerin kendisinde olmadığını, başkalarının
öyle sandığını düşünerek ve buna inanarak bir savunma yapmaktadır.
İÇE-ATIM
(Introjection)
Benliğin ilkel
savunma düzeneklerinden biri olan içe-atımda bir başkasının tüm varlığı ya da
bir parçası benliğin içine sanki yenip yutulmuşçasına atılır. İçe-atılmış olan
bu nesne, benlik içinde yabancı bir cisim gibi varlığını sürdüren, hatta onunla
ilişki kurulan bir nesnedir. Kişinin içine şeytan girdiğini iddia ettiği
durumlarda olduğu gibi, ilkel toplumlarda öldürülmüş olan düşmanın eti
yenilerek onun kişiliğinin alınması inançlarında da içe-atım düzeneğinin
işlediğini görürüz.
Küçük çocuk
dışarıdaki eşyayı, kişileri sanki yiyip yutarak içine atar, içinde yaşatır. Bu
bakımdan içe-atım daha sonra açıklayacağımız özdeşim (identification)
düzeneğinin bir öncüsü gibidir; fakat ondan çok değişiktir, özdeşimde bir başka
bireyin özelliklerinin benimsenerek kendi benliğinin bir parçası, bir özelliği
durumuna getirilmesi söz konusudur, İçe-atımda ise nesne içeride sanki ayrı bir
varlıkmış gibi yaşatılır. Örneğin, içe-atılmış bir sevgi nesnesine karşı
duyulan kin ve nefret o denli ağır olabilir ki, kişi kendi içindeki bu nesneyi
öldürmek isteyebilir. Bazı özkıyımlarda (intihar), böyle içe-atılmış bir
nesnenin yok edilmesi amacı yatar.
Şizofrenisi olan
bir hasta hekimini içe-atmıştı. Yalnız kaldığı sıralarda bu içe-atılmış hekimle
konuşmakta, kavgalar etmekte, sevgi gösterilerinde bulunmaktaydı.
İçe-alım
(incorporation) eylemi ile içe-atım düzeneği arasında genellikle bir ayırım
yapılmaz ve her ikisi de sanki eş-anlam taşıyormuş gibi kullanılır. Kanımıza
göre, içe-alım doğal bir beslenme eylemidir ve bunu bilinçdışı savunma düzeneği
saymamak yerinde olur. İçe-alımda küçük çocuk dıştan verilen besileri, gelen
uyaranları her türlü içe-alım organı ile (örneğin ağız, duyu organları) içine
alarak; bunlarla beslenir, bedensel ve ruhsal yapısını geliştirir,
zenginleştirir. Annenin verdiği sütün, çıkardığı tatlı sesin içe-alınması
(incorporation) ile çocuk çevreden gelen uyaranlarla ve besilerle doyum sağlar,
gelişir. Yaşamın her döneminde olumlu, doyum sağlayıcı şeylerin içe- alımı söz
konusudur. İçe-atımda ise, bir nesnenin yok edilmek ya da benlik içinde
yaşatılmak amacıyla benliğe alınması ve onun, sanki ayrı bir nesne imiş gibi
içeride tutulması; gerekirse yaşatılması, gerekirse yok edilmesi gibi ilkel bir
savunma söz konusudur.
BÖLME
(Splitting)
İçe-atılmış
nesnenin olumlu ve olumsuz yanları olabilir. İnsan benliğinde bulunan doğal
dürtülerin ya da içe-atılmış olan nesnenin olumlu ve olumsuz, iyi ve kötü diye
bilinen parçaların bölünmesi; iyinin yaşatılmaya, kötünün yok edilmeye ya da
kötünün yaşatılmaya iyinin yok edilmeye çalışılması en ilkel savunma
düzeneklerinden biridir. Şizofreni ve sınır bozukluklarda (borderline disorder)
böyle bir bölme ya da bölme eğilimi belirgin olarak bulunur.
Şizofrenideki
parçalanma ve dağılmada, böyle bir düzeneğin önemli yeri olduğu görüşü giderek
yaygınlaşmıştır. Bu hastalıkta bireyin “kötü ben”, “iyi ben” arasındaki
bocalaması; bunlar arasında bir bütünleştirme çabası; bir yandan da içe-atılmış
bulunan nesnenin iyi ve kötü parçalanma ayrı tutulmaya çalışılması, yani
bölünmesi hastalığın dinamiğinde önemli yer almaktadır.
Bir başka deyişle,
benlik içinde yaşatılan önemli nesne (ilk örneği annedir) iki parça (iyi ve
kötü) olarak tutuldukça, benliğin kendisi de bölünmeye uğramaktadır (ego
splitting).
Oldukça tartışmalı
bir konu olan bölme düzeneği, özellikle “sınır bozukluklar” konusunu nesne
ilişkileri açısından ele alanlar tarafından çok kullanılmaktadır. Kernberg:
“…Benliğin içe-atılan olumlu ve olumsuz nesneleri etkin olarak ayırması,
benliğin de tam bir bölünmesi demektir ve sonuç olarak dış gerçeğin de
bölünmesi bölme düzeneğinin özünü oluşturur” demektedir.
ÇÖZÜLME
(Dissociation)
Çözülme düzeneği
önce Fransız ruhbilimcisi Pierre Janet tarafından ortaya atılmış, Freud, Breuer
ve daha sonra gelen ruh hekimlerince de işlenmişti. Janet, histeride, zihinsel
süreçlerin bir parçasının bilincin bütünlüğünden çözülerek özerklik, bir başka
deyişle otomatizma kazandığını ve bilinç bütünlüğündeki zayıflama gibi bir
durumda, bu düşünce parçacıklarının özerk etkinliği altında uyurgezerlik,
histerik unutmalar, kaçmalar (fugue) ve çoğul- kişilik (multiple personality)
gibi bir takım belirtilerin ortaya çıktığını ileri sürmüştü.
Benliğin savunma
düzeneklerinden biri olarak çözülme de, bölünme (splitting) gibi oldukça tartışmalı
bir konudur. Çoğu kez her ikisi eş-anlam taşımakta, birbirinin yerine
kullanılabilmektedir. Bunun yanı sıra, histeride Janet’nin tanımladığı
çözülmeden ayrı olarak, şizofrenide de bu terim kullanılmakta ve benlik
bütünlüğünün dağılması anlamına gelmektedir.
Kanıma göre,
terimin klasik anlamım koruduğumuzda kavram kargaşasını az da olsa
önleyebiliriz. Bu nedenle biz bu terimi şöyle tanımlamak isteriz: Çözülme,
zihindeki bir takım düşünce ve duygu kümelerinin ya da karmaşaların bağlı
oldukları olay ve yaşantılardan koparak, ayrılarak, özerkleşmeleri (otomatizma
kazanmaları) ve benliği etkilemeleri sürecidir. Janet, çözülmeyi bir savunma
düzeneği olarak tanımlamamıştı; fakat bugünkü bilgilerimizle çözülmeyi çatışma
ve bunaltıyı yatıştırıcı bir düzenek olarak görmek yerinde olur.
17 yaşında bir
erkeğin akşamlan evde acayip sesler çıkararak bir goril gibi davranışlar
gösterdiği anlatıldı. Görüşme sırasında genç bu davranışları anımsamadığını,
kendinde olmadığım, isteyerek yapmadığını anlattı. Davranışım taklit edip
edemeyeceği sorulduğunda, bunu yapamayacağım, ancak böyle bir “ruh hali” içine
girdiğinde bunun olabileceğini açıkladı. Az sonra başım ellerinin arasına aldı,
bir iki dakika içinde bir öz-geçi (trance) durumuna girdi. Ardından gorile ve
başka acayip, korkunç hayvanlara benzer yüz görünümü ile, sıçrama devinimleri
yaparak ve garip sesler çıkararak inşam gerçekten ürküten bir duruma girdi. 3-6
dakika içinde devinimlerini, seslerini yavaş ya- öldürüp kırmak isteyen, bir
yanı ile de bunları durdurmaya çalışan ikili bir kişilik taşıdığım anlattı. Bu
belirtinin 4-5 yaşlarında ağır korkulara (şeytan, hırsız, kötü kişiler) karşı
oluşturulmuş korku giderici, hatta başkalarına korku verici oyun gibi
davranışlarla başladığı; zamanla, hastanın kısa süreli nöbetlerle kendisini tam
kaptırarak, sanki başka bir yaratıkmış gibi bir kimliğe girdiği anlaşılmıştı.
Bu örnekte kişiliğin geçici nöbetler içinde çözüldüğünü ve başka bir kişilik
görüntüsünün belirdiği gözlenmektedir.
Tipik çözülme
örnekleri, histerinin çözülme nevrozu (disosiatif nevroz) denilen türünde
unutmalar, bayılma nöbetleri, uyurgezerlik gibi belirtilerde görülür. Bunlarda
bir düşünce (id6e, fikir) zihin bütünlüğünden ayrılarak bağımsız ve otomatik
bir davranış belirtisini ortaya çıkarmaktadır. İkili ya da çoğul-kişilik
durumlarında sanki bireyin bir parçası, öbüründen habersiz kendiliğinden
işlerlik göstermekte ve diğer parçayı tanımamaktadır.
YER DEĞİŞTİRME
(Displacement)
Bir dürtünün ya da
duygunun asıl nesnesinden başka bir nesneye yöneltilmesidir. Çatışmaya,
bunaltıya neden olabilecek ve benlikçe kabul edilemeyen bir dürtü asıl
yöneleceği nesne yerine başka bir nesneye yöneltilerek çatışma ve bunaltı bir
derece azaltılabilir ya da önlenebilir, örneğin, içinde annesine ya da babasına
karşı derin bir öfke, aşırı bir saldırganlık duygusu uyanmış olan bir genç bu
öfkesini başkalarına, topluma, babayı ya da anneyi temsil eden yetke (otorite)
örneklerine yöneltebilir. Saldırgan davranışları, böylece, kendine derin
suçluluk verebilecek bir nesneden başka bir nesneye yer değiştirmiştir.
Çalıştığı yerde patronuna kızıp eve gelince acısını karısından, çocuklarından
çıkaran kişinin yaptığı aynı şeydir. Bu örnekler günlük yaşamda sık görülen
davranışlardandır,
Yer değiştirme
düzeneği ayrıca doğal olarak düşlerde görülür. Düşler genellikle yer, biçim,
kılık değiştirmiş ve birçok anlamın yoğunlaştırıldığı (kondansasyon) ve
simgeleştirildiği (sembolizasyon) yaşantılardır, örneğin, kişi düşünde, kendi
evi yerine başka evi görebilir; düşte anne-baba, eş, kardeş yerine bir
yabancının imgesi geçebilir. Fobik nevroz diye bilinen ruhsal bozukluklarda da
yer değiştirme düzeneğinin önemli yer tuttuğunu Freud ortaya atmıştı. Atlardan
ürken Küçük Hans’ın ruhsal çözümlemesinde asıl korku nesnesinin baba olduğunu
göstermişti”. Kapalı, açık, tehlikesiz yüksek yerlerden korku duyarak kaçan
insanların gerçekte, kendi içsel dürtü, çatışma ve ruhsal karmaşalarına bağlı
başka korkulan vardır. Bilinçli olarak algıladığı korkunun altında yasak bir
dürtüden, eğilimden korku yatmaktadır, örneğin, bir kişide açık yerlerde
çırılçıplak soyunma dürtüsü olsa birey ağır bir çatışmaya girebilir. Bu yasak
dürtü bilinçdışıdır. Ama bir gücü. etkinliği vardır. Buna karşı kişide nedenini
bilmediği bir alan fobisi (agorafobi) gelişir. Bu kişi açık yerlere, geniş
sokaklara, alanlara çıkmaktan sakınarak derinde yatan dürtüye karşı kendini
savunur. Bu tür fobilerin kaynağında çocukluktan kalma yasak dürtü ve
gereksinimlerin doğurduğu korkular yatar. Ancak
şunu unutmamak gerekir ki her agorafobik hasta hastalık belirtilerini
yukarıda verilen örnekteki dürtülere bağlı olarak geliştirmez, başka tür
dürtüler, korkular da rol oynayabilir.
Obsesif kompülsif
nevrozda yer değiştirme düzeneğinin rolü vardır. Acımasız bir üstbenlik
yüzünden kendini suçlu, kirli olarak algılayan bir kişide, bu ruhsal kirlilik
duygusu bedeninin ya da eşyaların kirli olduğu duygusu, ile yer değiştirir.,
Ellerini, bedenini ya da eşyaları sürekli yıkayarak ruhsal kirlilik duygusunu
gidermeye çalışabilir. Böyle, boyuna ellerini yıkayan ve pis olacak korkusu ile
bir yere, eşyaya dokunamayan kişi gerçekte ellerinin, eşyanın pis olmadığını,
davranışının anlamsız olduğunu söyler. İçindeki “sen pissin, suçlusun” dedirten
dürtülerin, eğilimlerin bilincinde değildir. Bilinçdışı yer değiştirme düzeneği
ile içsel soyut kirlilik duygusu, bedensel kirlilik duygusuna değişmiştir.
Sanki ellerini yıkamakla derindeki suçluluk duygusu yıkanacaktır. Derindeki
yasak dürtü (örneğin kin ve saldırganlık) ve buna bağlı suçluluk sürdükçe, el
yıkama zorunluluğu da sürer. Shakespeare’in Machbeth adlı oyununda, kralı
kocasına öldürten Lady Macbeth’in el yıkama hastalığı bunun güzel bir
örneğidir.
KENDİNE YÖNELTME
(Turning toward
one’s self)
Saldırganlık
dürtüsü doyum sağlayıcı bir nesnenin elde edilmesini önleyen engellere karşı
ortaya çıkar. Bu engel çevrede, toplumda bulunabilir. Örneğin, cinsel doyum
sağlayıcı nesnelerin elde edilmesine karşı toplumsal, birçok engel vardır:
Yasalar, inançlar, gelenekler, yasa uygulayıcıları, vb. Ama, engelleyici
güçlerin büyük bir bölüğü bireyin kendi içindedir. Yargılayıcı, yasaklayıcı
değerler, bireyi birçok alanlarda engelleyebilir. Bireyin kendi içine-atılmış
(Bakınız: içe-atım düzeneği) kişi örnekleri ve imgeleri de yasaklayıcı, suçlayıcı
olabilir. “Anana babana kızmayacaksın, kötü duygular beslemeyeceksin” ilkesi
ile yetişmiş bir kişi, herhangi bir nedenle ana-babasına kızma ve kin duygusu
duysa ne yapacaktır? Bu duyguları
ana-babaya yöneltebilir,
bilinçli olarak baskıda tutabilir,
bilinçdışı bastırma düzeneği ile kontrol
altında tutabilir,
yer değiştirme düzeneği ile başka nesnelere
yöneltebilir,
Bir yol da, bu
duyguların bireyin kendisine yöneltilmesidir. Sevdiklerine kızınca kendi canım
acıtan, başım duvara vuran, kendine ceza veren kişiler az değildir. Eğer
içe-atılmış ve içerde yaşatılan bir sevgi nesnesi varsa ve yaşamın bir çağında
sevgi nesnesine karşı kin uyanmışsa, birey kendine acı vererek; hatta kendine
kıyarak içinde yaşattığı nesneyi yok edebilir, özkıyımların (intihar) çoğunda
ya kişinin içinde yaşattığı sevgi nesnesini ya da benlik saygısının yitimi
nedeniyle kendisini yok etmeye götüren bir kendine yöneltilmiş kin ve nefret
duygusunun bulunduğu görüşü psikanalitik kuramda yaygındır.
AKLA-UYGUNLAŞTIRMA
(Rationalization)
Benlik için acı,
bunaltı verici durumlarda, akla yatkın görünen, fakat sıkıntı vermeyecek bir
neden, bir açıklama bulmak çok sık kullanılan savunma düzeneklerinden biridir.
Başkalarıyla kolay geçinemeyen, kendini sevdiremeyen ve insanları sevmeyen bir
kişi, “ben yalnızlıktan hoşlanırım” diyerek bilinçdışı bir aldatıcı açıklama
ile kendini rahatlatabilir. Bir genç kızı evlenme sözü vererek aldatan bir
erkek, kendi vicdanını rahatlatmak için, “ben aldatmasaydım, başkalarına zaten
kanacaktı” diyerek, kendini suçluluk duygusundan kurtarmaya çalışabilir. Birçok
içkiye düşkün kişi içkiyi bıraktıktan sonra yeniden başlarken akla yatkın
görünen nedenler ileri sürerler; kendileri de bunlara inanırlar. Okuldan,
dersten, sorumluluktan kaytaran insan, rahatlatıcı birtakım açıklamalar,
nedenlerle kendini özürsüz, hatta haklı bulabilir. örneğin, çalışmadığından
değil de derslerin pek yaran olmadığından, öğretmenlerin yetersizliğinden
dolayı kırık not almıştır.
Görevine geç
gelmeyi alışkanlık edinen bir görevli, sabah normal çalışma saatinde geldiğinde
pek verimli olmadığını, bu saatlerin “ölü” saat olduğunu, geç gelerek daha
verimli olabileceğini söylemişti. Kendisine, eksik bırakmakta olduğu işler
gösterilerek, vaktinde geldiğinde bunları yapabileceği belirtilince; bu kez
evine işçi kadının sabah geç geldiğini, onu beklediğini söyleyerek kendini
haklı çıkarmaya çalışmıştı.
Akla-uygunlaştırma
düzeneğine eğilimli kişiler böyle kendilerini ve çevreyi aldatıcı açıklamalarla
geçiştirmeyi alışkanlık edinerek bir çeşit yaşam biçimi oluştururlar, az çok
rahat edebilirler, fakat eninde sonunda en çok aldanan kendileri olur. Bu,
aslında, bahane bulma düzeneğidir. Kişi bunu aşırı düzeyde kullanırsa, bir dizi
aldatmaca içinde öncelikle topluma uyumunda büyük güçlükler çıkabilir. Ağır kişilik
bozukluklarında, içki ve ilaç tutkunluğu gösteren kişilerde akla-uygunlaştırma
en çok başvurulan savunma yollarındandır.
KARŞIT-TEPKİ-KURMA
(Reaction-formation)
Kişi kendi
içindeki bilinçdışı yasak dürtü ve eğilimlerinin tam karşıtı tepkiler göstermekle
de benliğini savunmaya çalışabilir. Örneğin, içindeki kin nefret ve kabalık
eğilimlerine karşı kişi aşın derecede kibar ve nazik; pislik, kirlilik
eğilimlerine karşı anormal derecede titiz ve temizlik düşkünü olabilir.
Benlikçe kabul edilemeyen birçok dürtü ve gereksinim aşırı baskıcı, bağnaz,
ahlâkçı bir tutumla durdurulmaya çalışılabilir. Normal ve doğal dürtülerini,
örneğin cinsel yönden uyanışları bile kendine ve başkalarına yasak sayarak katı
ahlakçı bir tutum gösterebilir. Her türlü bağnazlığın altında karşıt-tepki
kurma düzeneğini görebiliriz, örneğin, Tanrı’yı seven, ona bağlı olan, ahlak
değerlerinden bir zoru olmayan kişi için, bunlar rahatlatıcı, esenlik, mutluluk
verici duygular olabilir. Ama, sık sık dinden, imandan söz ederek başkalarını
suçlayan ve aşırı dinci görünen kişinin yaptığı, kendi içindeki ayartıcı
dürtülere karşıt bir tutum geliştirme çabasından başka bir şey değildir.
Başkalarını sömürmeye eğilimli bir politikacı sürekli olarak insan
eşitliğinden, sömürüye karşı savaşımdan bağnazca söz ederken kendi içindeki
bilinçdışı dürtü ve eğilimlerle savaşıyor olabilir. Bireyin içinde sürekli
olarak onu uyaran ve sıkıştıran olumsuz dürtüler ve eğilimler canlılıklarını
sürdürmekte, birey de kendi benliğini sürekli olarak bunların karşıtı davranış
ve tutum örnekleri ile korumaya çalışmaktadır.
Karşıt tepki
kurmayı yüceleştirmeden (sublimation) ayırt etmeliyiz. Yüceleştirmede
bilinçdışı dürtülere karşı bir savaşım, bir zorlama yoktur. Çocukluk çağında
dürtüler amaç ve nesnelerinde köklü değişmelere uğrayarak, toplum ve benlik
için olumlu güdülere dönüşmüşlerdir. Oysa ki, karşıt-tepki-kurma düzeneğinde,
yasak ve olumsuz sayılan bilinçdışı dürtü ve eğilimler (örneğin kin, nefret,
kabalık, çocuksu dürtüler) bireyi sıkıştırmakta, birey de bunların karşıtı olan
davranışlarla savunma gereğini duymaktadır. Temizlik, düzenlilik, insanlara
iyilik, naziklik her biri olumlu özelliklerdir. Ama, kişi aşırı derecede
iyiliksever, rahatsız edecek kadar kibar olma zorunluluğunu duyuyorsa, karşıt
tepkilerle içindeki olumsuz dürtülere karşı savaşmaktadır. Bu tür savunma
düzeneğinin sık kullanıldığı ruhsal bozukluk türü eskiden psikasteni denen
saplantı zorlantı nevrozudur (obsesif kompulsif nevroz). “Anal kişilik” diye
bilinen ve aşırı cimrilik, düzenlilik, titizlik, inatçılık ve kararsızlık
özellikleri gösteren kişilik türünde bu savunma düzeneği yoğun olarak
kullanılır.
DÜŞÜNSELLEŞTİRME
(Intellectualization)
Yasak dürtülerin,
anıların ve yaşantıların, düşünsel (entelektüel) yetiler ve bilgilerle
açıklanmaya çalışılması, asıl bunalım kaynağının bu tür düşünce ve bilgi
ürünleri ile kapatılması öncelikle okumuş kişilerin sık kullandığı
savunmalardan biridir. Kişi, sorunlarını bir tıp konusu olarak inceler,
hastalığına adlar bulur, nedenlerini bilimsel terimlerle açıklar; bir hekim
gibi konuşur. Kendi sorunları yerine dünya sorunlarını bilgili ve gerçekten
eleştirici bir kavrayışla tartışır. Ülkenin sosyo-ekonomik bunalımlarını
anlatmaya dalar ve kendi bunalımları ya da sorunları ile bunlar arasındaki
bağlantı sorulduğunda, genel tartışmalarını yapmakta direnir. Kendisinde
iğdişlik korkusu, Oedipus kompleksi vb. vardır. Bunların ne olduğunu, uzun
uzadıya, bildiklerini kanıtlamak istercesine anlatır; fakat gerçekte bu
anlatımlarının kendi sorunları, kendi bunalımları ile bağlantılarının ayırımını
yapamaz. Bu anlatımları kendi benliğine bunalım veren sorunları ve duygu yüklü
konulan örtmek için yaptığının bilincinde değildir.
YALITMA
(Isolation)
Her ruhsal
yaşantının (anılar, algılar vb.) hem bilişsel (cognitive), hem duygusal
(affective) yanları vardır. Uyaranları, geçmiş yaşantıları yalnız tanımakla
kalmayız; onlara karşı içimizde bir takım hoş ya da hoş olmayan duygular da
uyanır, örneğin, geçmişe ilişkin bir olay hem yeri, zamanı, nedenleri gibi
bilişsel yanları hem de bu olaya karşı bireyin duygusal tepkileri ile birlikte
anımsanır, örneğin, olay sırasında duyulan kin, nefret, öfke, sevinç, hoşlanma
gibi duygular, olay anımsanınca az çok yeniden canlanır.
Yalıtma
düzeneğinde bir anının bilişsel, yani bilme, tanıma ve anlama ile ilgili yanı
tümü ile anımsanabilirken, duygusal yanı ayrılarak bastırılır ve bilinçdışı
kalır; ya da duygular ilgisiz gibi görünen bir başka yaşantıya, başka nesneye
aktarılır (yer değiştirme). Böylece, kişi çocuklukta yaşadığı hoş ya da acı bir
olayı kuru kuruya hiçbir duygu yükü olmaksızın anımsar ve anlatır. Anlatış
biçimine dikkat eden bir dinleyici böylesine duygu yüklü bir olayın kupkuru
anlatılışını ilginç bulabilir. Sanki olayı bir başkası yaşamıştır ve öyle
anlatılmaktadır.
Bu savunma
genellikle saplantı-zorlantı nevrozunda (obsesif kompulsif nevroz) ve bu tür
ruhsal belirtilere yatkın kişilik türlerinde sık görülür. Bunlar
rahatsızlıkları ile ilgili buldukları bir takım olayları, çok iyi bir bellekle
anımsayıp anlatırlarken; olaylara ilişkin duygusal tepkileri anımsamakta güçlük
çekerler. Bu nedenle, anlattıkları ilginç geçmiş olayların psikoterapide çoğu
kez bir yararı olmaz. Olayın duygusal yanı ile birlikte anımsanabilmesi için
çok uğraşmak gerekebilir.
DÖNDÜRME
(Conversion)
Ağır bir bunaltı
insanın uzun süre dayanabileceği bir acı değildir; ne yolla olursa olsun, bunu
yatıştırmaya çabalar, örneğin, ağır bir karı-koca kavgasında kadının birden
bayılıvermesi, karşılaştığı acı durumdan bir kurtulmadır. Bir süre için bilinç,
uyaranlara kapatılarak benlik bunaltıdan uzak tutulmaktadır. Kuşkusuz sürekli
bir çözüm yolu bulunmamıştır. Ama hiç olmazsa geçici bir rahatlık, daha doğrusu
bir şey duymama, bir şey algılamama durumuna girilmiştir.
Ağır bunaltı
doğuran durumlarda, yatkın kişilerde, hareket ya da duyu organlarında işlev
yitimi ortaya çıkabilir, örneğin, kollar bacaklar tutmaz olur, hasta
görmeyebilir, işitmeyebilir, konuşamayabilir. Bu tür bir rahatsızlıkta bunaltı,
organın işlev yitimine, işlev bozukluğuna döndürülmüştür. Bu işlev bozukluğu
hem bunaltıyı durdurmakta, hem de bunaltı ile ilgili bir dürtüyü ve çatışmayı
simgeleştirmektedir. Örneğin, bir hastada sürekli olarak geğirme, bir
başkasında kolun tutmaması saldırgan dürtülere bağlı bunaltının
yatıştırılmasına hizmet etmiştir. Yasak bir nesneye bakmak isteği kişide bir
iç-çatışma doğurabilir: Bir yandan görme isteği, bir yandan buna karşı derin
bir içsel yasak. Böyle bir kişide görme tutkusuna karşı yasağın baskısı ile
ortaya çıkacak bunaltıyı ruhsal bir körlük ortadan kaldırabilir. Gerçek bir
görme bozukluğu olmadığı halde görmeme, görmek istenilen bir şey karşısında
duyulan bunaltının giderilmesine ve yasak şeyleri görme dürtüsüne karşı
savunmaya yarar.
Bunaltının bu tür
işlev bozukluğuna döndürülmesi histerinin döndürme nevrozunda (konversiyon
nevrozu) görülür. Böyle bir savunma yalnız bunaltının yatıştırılmasına
(birincil kazanç) değil; aynı zamanda, bireyin bir hasta olarak bakılmasına,
sorumluluklarından bir süre uzak tutulmasına da yarayacaktır (ikincil kazanç).
SOMUTLAŞTIRMA
(Concretization)
İnsan zihni,
karmaşık ve belirsiz durumdan tedirgin olur. Eşyanın, uyaranların, olayların,
geleceğe dönük tasarımların belirsizliği, karmaşıklığı, açık olmayışı sıkıntı,
bunaltı verir. Zihin, açık ve somut olmayan, belirsiz olan şeyleri açık, somut
ve belirli yapmaya yönelir (belirsizliğe dayanamamak, intolerance of
ambiguity). işte, kaynağı ve nedeni belli olmayan bunaltı ve sıkıntıların
giderilebilmesi için, sıkıntı ve bunaltının belli somut bir şeye, bir nedene,
bir duruma bağlanması da insanoğlunun başvurduğu önemli savunmalardandır.
Ruhsal bir sıkıntının fiziksel bir rahatsızlığa (örneğin kalp nevrozunda);
karmaşık ve açıkça tanımlanamayan bir kuşkunun belirli düşmanlara bağlanması
(paranoid psikozlarda) somutlaştırmaya örnek verilebilir. Arieti, fobide
yer-değiştirme düzeneği yanısıra somutlaştırma düzeneğinin de önemli yeri
olduğunu ileri sürer. Belirsiz olan bir korku belirli somut bir nesneye
yöneltilerek, bireyin kaçınabileceği bir durum yaratılmaktadır.
İnsanoğlu eski
çağlardan beri doğadaki zorluklar karşısında çaresiz kaldıkça ve birçok doğal
olay için açık seçik, kolay anlaşılır nedenler bulamayınca, yansıtma ve
somutlaştırma gibi savunmaları kullanarak, gerçekle bağdaşmasa bile rahatlatıcı
açıklamalar bulabilmekte; bunları, cin, şeytan, büyü gibi doğaüstü güçlere
bağlamakta ve bunlara karşı özel savunma yollan geliştirmektedir.
YAPMA-BOZMA
(Undoing)
Kişinin gerçekte
ya da düşüncesinde yaptığı ya da yaptığım düşündüğü olumsuz bir eylemi
yansızlaştırmak (nötrleştirmek), etkisini kaldırmak ve yapılmamış gibi saymak
amacı ile yürütülen bir takım işlemler yapma-bozma düzeneğini oluşturur. Bu
düzenek daha çok obsesif kompulsif kişilik ve bozuklukta görülür. Örneğin,
havagazı musluğunu sık sık açıp kapayarak kontrol etmek; her akşam pencereden
biri girmiş ya da girecekmiş gibi düşünerek pencereleri açıp kapamak; yatağın
altını yoklayarak araştırmalar yapmak gibi. Kişi sanki havagazı musluğunu önce
açarak herkesi zehirlemiş, hemen ardından kapatarak herkesi kurtarmış
olmaktadır.
Yaşlı bir erkek
öğretmen yıllar boyunca bir çocuk görünce, hemen aklına olumsuz bir düşünce
geliyordu. Örneğin, balkonda bir çocuk görse çocuk düşecek diye düşünüyordu.
Bunun hemen ardından da “çocuklar ülkemizin medarı iftiharıdırlar (övünülen
varlıklarıdır), yaşarlar” düşüncesi yetişiyor ve rahatlık veriyordu.
Halk arasında,
kötü bir şey olmasını, uğursuzluğu önlemek amacıyla kullanılan “maşallah”
sözcüğü, tahtaya vurma gibi gelenekler de yapma-bozma düzeneğine örneklerdir.
El yıkama zorlantısında ruhsal kirlilik duygusu bedensel pislik duygusuna yer
değiştirirken, yapma-bozma düzeneğinin de işlediğini görürüz. Birey ellerini
kirlenmiş olarak algılamakta ve hemen arkasından ellerini uzun süre yıkayarak
kirlenme duygusunu bozmaya çalışmaktadır.
SAPLANMA
(Fixation)
Gelişme basamak
basamak ilerlerken, çocuğun bir basamakta saplanıp kalması, daha doğrusu bir
basamağın özelliklerini bırakamaması; onları sonraki basamakların gereklerine
uyduramaması kimi kişilik türlerinde daha belirgindir.
Bir gelişme
döneminde aşırı engellenmiş olan kişi, yaşam boyunca doyurulmamış
gereksinimlerinin özlemi ve arayışı içinde kalabilir. Bir dönemde aşırı
doyurulmuş olmak daha sonraki dönemlere ilerlemeyi güçleştirebilir. Örneğin ilk
çocukluk döneminin en önemli ruhsal özelliği, çocuğun bağımlı oluşu; bakımı,
korunmayı başkalarından bekleyişidir. Bu özelliği yetişkin çağda da sürdüren,
sanki dünya kendisine borçlu imiş gibi hep dışarıdan verilmeyi bekleyen bağımlı
kişilik gelişimi çeşitli nedenlerle çocukluğun ilk dönemlerinde bir saplanma
sonucudur. Bir döneme özgü tüm özelliklerin hepsinin kişilikte süregelmesi
olanaksızdır. Ağır saplanma gösteren kişilik türlerinde bile daha sonraki
dönemlere ilişkin gelişmiş özellikler de bulunur.
GERİLEME
(Regression)
Ulaşılmış bir
gelişme dönemi kişi için ileri derecede bunaltı doğuracak nitelikte olursa,
daha önceki bir döneme gerileme kişinin başvurabileceği bir savunma yoludur.
Örneğin, çocukluk çağında, yeni bir kardeş gelince, çocuğun çişini, kakasını
söylemeyi bırakması “ben de bebeğim” dercesine bir gerileme belirtisidir. Ağır
bedensel hastalıklar çok insanda gelip geçici gerileme belirtilerine neden
olabilir. On sekiz yaşındaki bir lise son sınıf öğrencisi çok ağır ve yaşamını
tehlikeye sokan bir kaç hastalığı peş peşe geçirdikten sonra annesinin yanından
ayrılmayan, yalnız sütlü ve yumuşak besinleri yiyen bir duruma girmiş ve
hastaneye yatırılırken, beş yaşındaki bir çocuk gibi annesinin eteğine
yapışarak, annesinin hastanede kalması için ağlamıştı.
Şizofreni hastalığı
olan yetişkin bir insanın küçük bir çocuk gibi düşündüğü, davrandığı sık
görülen bir durumdur.
Gerileme
düzeneğinin yalnızca anormal durumlarda ortaya çıktığı söylenemez. Çocukluk
çağında öncelikle oyunlarda başvurulan ve kimi kez gelişme için gerekli de
olabilen bir savunmadır. Yetişkin çağda da eğlence, sohbet, dostlarla
karşılaşma durumlarında gelip geçici çocuklaşmaya, yani gerilemeye yer verilir.
Ozanlar, ressamlar da yapıtlarında sağlıklı gerileme örnekleri gösterebilirler:
Buna “benlik hizmetinde gerileme” (regression in the service of the ego) denir
ve E. Kris tarafından açıklanmıştır.
DÜŞ-KURMA
(Fantasy-formation,
day-dreaming)
Kişinin gerçek
dünyada doyum sağlayamadığı istek ve dürtülerini düşler kurarak doyurmaya
çalışması en sık görülen savunma düzeneklerinden biridir. Öncelikle, çocukluk
ve ergenlik çağlarında, birçok bireysel ve toplumsal yasağın etkisi altında
doyurulamayan dürtü ve istekler karşısında düş-kurma yoluna başvurulur.
Çocuk, oyun
dünyasında düşler kurarken, bir yandan da bunlara biçim, ad vererek bunları
gerçekleştirmeye çalışır. Ergenlik çağında da büyük bir tutku ile sevme ve
sevilme, güçlü, üstün olma düşlemleri çok sık görülür. Ancak, zamanla bunlar
azalır ve doyum kaynakları giderek daha gerçek nesnelere dönüşür. İçe-kapanık
kişilik türlerinde düş-kurma düzeneği yoğun biçimde bütün yaşam boyunca
sürebilir.
ÖZDEŞİM
(Identification)
Başka bir kişinin
özelliklerini, duygu ve davranış biçimlerini, değerlerini ve inançlarını
benimseyerek; kendi benliğimize sindirip kişiliğimizin bir parçası, bir
özelliği durumuna getirmek anlamına gelen özdeşim her insanın çocukluktan
yetişkinlik çağına dek kullandığı bilinçdışı bir olgunlaşma ve savunma
düzeneğidir, özdeşimi belki bir savunma olarak görmemek daha doğru olurdu.
Ancak, çocukluk çağında karşılaşılan bir takım çatışmalı durumların çözümünde
de kullanıldığı için, aynı zamanda bir savunma niteliği taşımaktadır.
Çocuk gelişirken,
kendisinden büyükleri, anneyi, babayı benimser, onlara benzemeye çalışır.
Büyüdükçe, onların değer yargılarını, dünya görüşlerini, düşünce ve davranış
biçimlerini bilinçli bir çaba göstermeden benimser ve benliği, giderek az çok
anneden ve babadan gelen ruhsal özelliklerle yapılaşır. Anne ve babadan çocuğa
aktarılan bu değerler, inançlar vb. aynı zamanda toplumun da değerleri,
inançlarıdır. Yani, özdeşim ile çocuk, anne-baba aracılığı ile toplumun
benimsediği özellikleri de kendine indirmektedir. Giderek, erkek çocuk o
aileye, o topluma uygun erkek benliğini, kız çocuk da kız benliğini özdeşini
ile kazanmaktadır. Bu sürecin nesi bir savunmadır diye sorulabilir. Yukarıda
tanımladığımız açıklama bu soruyu yerinde kılmaktadır.
Ancak, psikanaliz
kuramındaki Ödipus çatışmasını ele alınca, özdeşimin savunma yönü
anlaşılabilir. Erkek çocuğun annesine olan sevgisi 3-4 yaşlarından başlayarak
bebeksi özelliğini yitirir, bu ilişki cinsel anlam da kazanmaya başlar. Yani,
erkek çocuk artık annesini karşı cinsten bir kişi olarak da algılamaya ve
babasını kendine rakip olarak görmeye başlamıştır. Doğrudan doğruya eşeysel
organlarla (genital) ilgili bilinçli duygulan olmasa bile, anneye karşı
sevgisinin artık yasak ve ürkütecek yanları da çocuk zihninde belirmeye
başlamaktadır. Çünkü, babasına karşı hem sevgi, hem kıskançlık duyguları ile
karışık çelişkili bir çatışma durumu gelişmektedir. İşte bu dönemde çocukta
iğdişlik korkuları, yani kendisinin en çok değer verdiği cinsel organına bir
tehlike gelebilecek korkuları uyanmaya başlar ve bu tehlikenin bir ceza olarak
babadan geleceğini düşünür, özetle, Oedipus çatışmasının özü budur. Çocuk böyle
bir çatışmadan ve iğdişlik korkusundan kendini kurtarabilmek için babası ile
özdeşim yapar; onu bir rakip olarak görmeyi bırakır. Böylece, birkaç yıl içinde
Oedipus çatışması çözülür ya da gücünü yitirir; onun yerine üstbenlik
(süperego) yapılaşır. Bu çatışmalı gelişme olayı göz önünde tutulunca,
özdeşimin bir savunma düzeneği olduğu daha iyi anlaşılır.
Altı yedi
yaşlarından başlayarak çocukta cinsel yönden bir dinme ile giden gizillik
(latence) dönemi başlar. Bu dönem boyunca da özdeşim pekişir, özdeşim yalnızca
belirli bir gelişme çağında ve yalnızca ana-baba ile olmaz. Yaklaşık olarak iki
üç yaşlarından gençlik çağına dek sürer. İmrenilen, beğenilen her bireyin
benimsenecek, özdeşim yapılacak özellikleri olabilir. Geniş aile içinde
ağabeyler, ablalar, başka yakınlar, okulda öğretmenler, ergenlik çağında
arkadaşları, onların ana-babaları, kahramanlar vb. gelişmekte olan çocuk için
sürekli olarak özdeşim örnekleridir. Özdeşim örneklerinin bulunuşu sağlıklı bir
gelişim için zorunludur. Ancak her türlü örneğin de sağlıklı olduğunu
söyleyemeyiz. Çocuk, sağlıksız örnekleri de (örneğin bozuk ve sapık davranışlar
gösteren anne, baba örneği) kendisine bir özdeşim örneği olarak alabilir ve bu
yüzden olumsuz kişilik özellikleri gelişebilir. Ayrıca, yanlış ya da uygun
olmayan özdeşimler de olabilir, örneğin, erkek çocuk daha çok annesi, baz çocuk
daha çok babası ile özdeşim yaparak ileride cinsel uyum göçtükleri ile
karşılaşabilir.
Şunun açıkça
belirtmek gerekir ki, özdeşim yalnız ve yalnız anne, yalnız ve yalnız baba ile
olmamaktadır. Çocuk gelişirken her ikisinden de özellikleri kendi benliğine
sindirmektedir. Önemli olan kendi cinsine uygun özdeşimin temel olarak
yerleşmesidir. Erkek çocuk kuşkusuz annesinden de özellikler taşır; 2-4
yaşlarından başlayarak, belki de daha erken, babası ile özdeşim yapar ve yaşamı
boyunca temel özdeşim örneği onun için baba yada baba yerine geçen kişilerdir.
YANSITMALI ÖZDEŞİM
(Projective
Identification)
Aile
dinamiklerinin incelenmesi ile giderek önem kazanmış olan bu düzenek, çocuğun
kendine güre zihninde geliştirmiş olduğu ana-baba özelliklerini onlara
yansıtarak; onlarda varsayarak, buna göre özdeşim yapması anlamını taşır.
Örneğin, kendi annesini daha güçlü algılamak isteyen bir çocukta bu özellik
onunun gerçek kişiliğine uymasa bile anneye yansıtılır; anne öyle algılanır ve
özdeşim de anneye yansıtılmış bu özelliğe göre olur. Çocukluk çağında ana-baba
özelliklerinin algılanışı ve değerlendirilmeleri onların gerçek kişilik
özelliklerine tam uymayabilir.
Yansıtmalı özdeşim
terimi giderek daha çok kullanılır olmuşsa da, kavramı değişik biçimlerde
anlayanlar ve tanımlayanlar vardır. Yukarda yansıtmalı özdeşim kavramı en yalın
anlamı ile anlatılmıştır. Nesne-ilişkileri kuramı ve özbenlik (kendilik, self)
ruhbilimi ile uğraşanlar bu konu üzerinde durmuşlar ve yansıtmalı özdeşim
sürecinin gerçek görüngüsünü (fenomenolojisi) aydınlatmaya çalışmışlardır.
Bunlar arasında en tanınmışı olan Ogden’e göre yansıtmalı özdeşim süreci bir
kaç aşamayı içermektedir. Bu aşamalar şöyle özetlenebilir:
Birinci aşamada,
kişinin özbenlik duygusu içinde, kendini artık tehdit eden, özbenliğini parçalamaya,
yok etmeye çalışan parçalar vardır. Örneğin, derinde, kişinin özünde onun
özsaygısını (self-esteem) ve özsevgisini (narcissism) ağır derecede sarsan
yetersiz, güvensiz, kin dolu bir yanının olması gibi. Bu tanımlamada, bir
bakıma, bölünme (splitting) düzeneğinin de işlediği anlaşılmaktadır. Birinci
aşamada kişi, bu parçasını kendisi ile özdeş tutar ve kendisi için önemli olan
kişiye (anne, baba, sevgili) yansıtır. Bu yansıtmada o kişi üzerinde denetim
kurma, ona bir kişilik kalıbı verme amacı yatmaktadır Bu süreci şöyle yalın bir
dile sokabiliriz: Kişinin içinde olumsuzluklarla yüklü bir parçası onu
sevmemekte, özsaygısını, özsevgisini tehdit etmektedir. Bu olumsuz özbenlik
parçası anneye yansıtılır ve artık anne yetersiz, güvensiz, kin dolu kişidir. Fakat
yansıtmayı yapan kişi aynı zamanda yansıtılan kişi ile özdeşleşmiştir. Yani
artık kendisinde bu olumsuz yan yoktur, kendisi annesi gibi olmaktadır. Böyle
bir durum, kişinin kendilik sınırları ile annenin sınırları arasında bir
belirsizliğin de olmasını gerektirir.
Salt yansıtmada,
kişi yansıttığı kişiden ayrı bir varlıktır ve yansıtılan kişi kendisini tehdit
eden ayrı bir kişi olarak algılanmaktadır. Oysa, yansıtmalı özdeşimde kişi,
artık yansıtılan kişi ile özdeşleşmiştir.
İkinci aşamada,
yansıtmayı yapan kişi, değişik tutum ve davranıştan ile yansıtılan kişi
üzerinde etkisini sürdürerek, onu zorlayarak, yansıttığı parçası gibi olmasını,
onun kendi kendisini öyle algılamasını ve öyle davranmasını sağlamaya çalışır.
Olumsuz anne artık kendisini yetersiz, özsaygısız, olumsuz algılamalı çocuğuna
karşı da güvensiz ve yetersiz bir kişi gibi davranışlar göstermelidir. Giderek
anne çocuğu karşısında yetersiz, çaresiz, öfkeli hissetmeye ve böyle davranmaya
başlar. Yani artık anne, çocuğun yansıttığı parçası ile özdeşleşmiştir.
Üçüncü aşamada,
çocuk artık bir yeni anne ile özdeşim yapar. Yani çocuk bir zamanlar kendi
içinde bulup anneye yansıttığı parçasını, anneyle özdeşim aracılığı ile yeniden
içine alır. Bu kez, içine aldığı ve kendi benliğinin bir parçam haline
getirdiği bu özellik, sanki önceden kendisinin olan bir parçası değil, annenin
özbenlik yapısının bir parçasıdır.
Yukarıda kısaca
açıklanmaya çalışılan bu karmaşık düzeneğin yalın anlamı şudur: Çocuklar,
ana-babalarına, kendi içlerindeki olumsuzlukları yansıtabilirler; onları bu
doğrultuda zorlayabilirler, öyle olmalarını sağlayabilirler, arkasından da
onlarla özdeşleşerek, onlar gibi olduklarını sanabilirler ve bu özdeşleşmeyi
savunma amacıyla kullanabilirler. Ana-babasına “siz beni böyle yaptınız”
türünden suçlamaların çoğunun altında, salt yansıtma değil, bu tür bir düzenek
de yatmaktadır.
YÜCELEŞTİRME
(Sublimation)
Çocukluk çağının
her türlü dürtüsel yaşantısının bir çatışma ve bunalım kaynağı olacağını
düşünemeyiz. Sağlıklı bir gelişme süreci insanoğlunda birçok dürtünün
olgunlaşmasına, yeri ve sırası gelince doyum yollan bulunmasına olanak sağlar,
örneğin, çocukluk çağındaki aşın bağımlılık ve sevilme gereksinimi yetişkin
kişide sevişmeye, uyumlu ve doyumlu cinsel ilişki kurabilmeye temel olur. Çocuk
gelişirken, öğrenme, olgunlaşma ve özdeşim yapma süreçleri ile birçok doğal
dürtüleri değişimlere uğrar. Kimi dürtüler nesnelerini ya da amaçlarını tümden
değiştirirler, benlik için yapıcı, yaratıcı bir amaç ve nesne edinirler.
Giderek bunlar toplum ve kişi için yararlı, beğenilen davranışları doğuran
eğilimler olarak belirir.
Öbür savunma
düzeneklerinde dürtüye ya da dürtü ile ilgili çatışma ve bunaltıya karşı
benliğin kendini koruması vardır. Benliğin böyle bir korumaya gereksinmesi
için, kendini tehlikede, bunaltıda görmesi ya da tehlike olabilir gibi bir
değerlendirme yapması gerekir. Çocukluk çağında, özellikle 3-4 yaşlarından
başlayarak, o döneme ve daha önceki dönemlere (fallik ve pregenital dönemler)
özgü saldırgan ve cinsel dürtülerin bir bölüğü tümden amaç ve nesnelerini
değiştirirler. Yani saldırganlık dürtüsünün enerjisi kalır, fakat saldırgan
niteliğini yitirir. Cinsel dürtünün enerjisi kalır, fakat cinsel yönelişi
kalmaz (deseksüalizasyon). Böylelikle, benliğin hizmetinde cinsellikten ve
saldırganlıktan tümden arınmış dürtü enerjileri kalır. İşte, dürtülerin bu tür
asıl amaç ve nesnelerini bırakmaları ve toplum içinde kabul edilen yaratıcı,
yapıcı eylemler için kullanılabilir duruma gelmeleri düzeneğine yüceleştirme
diyoruz. Örneğin, çocukluk çağında cinsel konuları bilme tutkusu oldukça yaygın
ve etkin bir dürtünün belirtisidir. Bu eğilimin bir parçası cinsellikten
sıyrılır; çocuğun bilmediği şeyleri öğrenme tutkusuna dönüşür. Bakma, görme,
tanıma eylemleri cinsel amaçların dışında da doyum sağlar.
Görülüyor ki
yüceleştirmede, gereksiz bir enerji harcanması, bilinçdışı bir dürtüye karşı
savunma kalmamıştır. Karşıt-tepki-kurma düzeneğinde de toplumsal yönden olumlu
bir eylem olabilir; ama birey, bu eylem için kendini zorlamakta, yapmayınca da
tedirgin olmaktadır. Yani yasak dürtü bilinçdışından benliği sıkıştırmakta;
benlik buna karşıt bir tepki oluşturarak tedirginlikten korunmaya
çalışmaktadır.
Çalışma merakı,
toplum için yararlı çeşitli uğraşılar, bilme, öğrenme tutkusu, sanat yapıtları
yüceleştirme ürünleridir. Yüceleştirme düzeneğinin en önemli noktası benliğin
herhangi bir bunaltı kaynağına karşı savunma gereksinimine bağlı olmamasıdır.
Bu nedenle anormal yanı olmayan tek düzenektir diyebiliriz. Bütün öbür
düzenekler, yerine, sırasına, derecesine göre normal olmayan özellik
taşıyabilir. Fenichel’e göre erişkin çağdaki cinsel ya da saldırganlık
eğilimlerinin yüceleştirilmesi söz konusu değildir. Bunlar, bilinçdışına
bastırılabilir; değişik nesne ve yollarla doyurulabilir. Bilinçli baskı ve
denetim altında tutulabilir. Yüceleştirmeye ham madde olan dürtü ve eğilimler
çocukluk çağına, öncelikle cinsellik öncesi (pregenital) çocukluk çağına
ilişkin dürtü ve eğilimlerdir. Kuşkusuz yetişkin çağdaki cinsel doyumlar ve
doyumsuzluklar yüceleştirme eğilim ve gereksinimlerini etkileyebilir; ama
yüceleştirmenin kaynağı olamazlar.
KAYNAK:
ÖZTÜRK, M. O.,
ULUŞAHİN, A., Ruh Sağlığı Ve Bozuklukları Cilt -II, 11. Baskı, Ankara 2008
No comments:
Post a Comment