Wednesday, April 23, 2014

“Başlangıçta söz vardı”


  
Timur F. Oğuz

“ÖNCE SÖZ VARDI”

YA SONRA?..


Şiddet meselesi karmaşık bir meseledir. İnsan ruhunun karmaşıklığını şiddet meselesinin karmaşıklığı kadar iyi anlatan bir karmaşıklık da zor bulunur. Bir psikiyatr eğer insanlık durumlarını gözlemek konusunda mesleki olarak avantajlı konumundan yararlanarak şiddet meselesine biraz olsun merakla yaklaşmış ise şiddet denen şeyin çok farklı yüzlerini zaman zaman hayret ederek gözlemiş olacaktır.

Şiddet insanların duygu, düşünce ve davranış repertuarının demirbaşıdır. Demirbaştır demirbaş olmasına ama, aynı zamanda en fazla yok sayılan ve inkâr edilenlerindendir. İnsanın kendisinin başkasına uyguladığının veya kendisine başkalarının uygulandığının bilincine varmakta zaman zaman bu kadar zorlandığı bir durum pek fazla olmasa gerekir.

Şiddet ile ilgili garip durumlardan biri de kötücüllük ve iyicillik; vicdan ve vicdansızlık; ahlak ve ahlaksızlık; onur ve onursuzluk ile bağlantılı zorlu ve çapraşık bir ilişkisinin olmasıdır. Bu ilişkiler o kadar çapraşık ilişkilerdir ki insanın hayat yolculuğunun paradokslarla yüklü doğasını çok çarpıcı bir biçimde temsil ederler.

Fiziksel şiddetin meşruluk sınırları toplumsal olarak sürekli yeniden çizilir. Birkaç yüzyıl -hatta birkaç yıl önce- meşru görülen bir şiddet türü ya da şiddet miktarı günümüzde meşru olarak görülmek şöyle dursun canavarca olarak bile tanımlanabilir. Bu durumun çok somut örnekleri olarak infaz hukuku alanında ölüm cezasına bakıştaki; özel hayat ele alındığında ise çocuklara ve kadınlara uygulanan fiziksel şiddete bakıştaki belirgin dönüşüm sayılabilir. Bir zamanlar sık sık uygulanan idam cezaları adaletin ve caydırıcılığın bir timsali sayılır ve hatta halka açık yerlerde uygulanır; ahali idamları en iyi yerden seyredebilmek için önceden yer tutarmış. Çocukları cezalandırma yöntemi olarak dayak, benim yaştakilerin bile hatırladığı zamanlarda gayet meşru bir yöntem olarak değerlendirilirdi. Öğretmenler dayağı rutin bir disiplin yöntemi olarak kullanırlardı.

Zaman içinde yaklaşımlar ve algılar belirgin bir biçimde değişiyor olsa da devletin, resmi otoritenin şiddet kullanma hakkı; onun tanımlayan, otoritesini ayrıksı kılan bir durumdur. Devlet iktidarının resmi şiddetinin bu bağlamda mutlaka vicdani haklılıkla desteklenmesi kaçınılmazdır. Devletin şiddet kullanımı mutlaka vicdani bir meşruiyete dayandırılmaya muhtaçtır. Eğer öyle olmazsa devletin gösterdiği şiddet psikopatça (yeni terminoloji ile söylersek antisosyal) bir nitelik kazanır ki bu toplumsal olarak katlanılması neredeyse imkânsız bir durumdur.

İşte tam bu noktada insan psikolojisi ile ilgili genellikle gözden kaçan önemli bir saptamayı yapmak yerinde olacaktır. Mevcut devlet iktidarının belli bir akıl sağlığı çerçevesi sınırları içinde davrandığı; şiddeti bu çerçevede uyguladığı duygusu bireyin ruh sağlığı açısından çok elzem bir duygudur. En radikal düzeyde muhalif olan bireyler, gruplar bile, mevcut iktidardan nefret dahi etseler onun belli bir tutarlılık, belli bir rasyonalite içinde hareket ettiğine inanmak isterler. Esasen bunu kendileri bile farkında olmadan varsayarlar. Böyle bir varsayımın artık yaşatılamaz olduğu durumlarda; yani iktidarın kendi içinde tutarlı, belli bir rasyonel içinde davranmadığı hallerde iktidarın gösterdiği şiddet de bu özellikleri gösterecektir. Böyle bir şiddet karşısında bireylerin yaşadığı anksiyete ve çaresizlik duyguları bambaşka özellikler taşıyacaktır.

Kısaca ifade etmek gerekirse insan düşmanının bile mantıklı olmasını arzu eder. Bir atasözü bunu çok iyi anlatır: Allah düşmanımın bile akıllısını nasip etsin.

Otoritenin uyguladığı şiddetle ilgili fazla formüle edilmeyen önemli bir özellik de otoritenin bu şiddetten haz alıp almadığı ile ilgilidir. Otorite ile nefret ilişkisi olan bir birey ya da grup bile otoritenin kendisine uyguladığı şiddetten bir haz alıyor olması durumundan olumsuz etkilenir. Böyle bir durum otoritenin şiddetine maruz kalan bireyleri koyu bir yalnızlık ve çaresizlik duygularına sürükleyecektir. Türkiye’de eskiden idam cezası mevcut iken yargıçlar idam cezası verdiklerinde genellikle kalemlerini kırarlardı. Bu sembolik hareket onların bu cezayı veriyor olmaktan hoşnut olmadıkları anlamına gelirdi. Okuyucu bu hareketin tersini hayal eder; yani idam cezası veren yargıcın kalemini kırmak yerine bu cezayı vermekten memnun olduğunu, hatta bundan haz duyduğunu ifade ettiğini zihninde canlandırır ise ne demek istediğimi daha iyi anlayacaktır.

Otoritenin hiddeti ve şiddeti mitolojinin ve tektanrılı dinlerin önde gelen temalarından biridir. Tektanrılı dinlere göre insanlık tarihi Âdem ve Havva’nın kendisinin koyduğu yasağı çiğnemelerine hiddetlenen Tanrı’nın onları Cennet’ten kovması ile başlar. Yani bir yanı ile insanlık tarihi bir hiddet ve şiddet hareketi ile başlar. Bu noktada sormak gerekir: Hiddet ve şiddet otoritenin esas unsurları mıdır?

Tektanrılı dinlerin inanışına göre Tanrı zaman zaman insanların yaptıkları yanlışlar, işledikleri günahlar nedeniyle büyük bir hiddet duyarak insanları cezalandırmak ��zere onlara şiddet uygular. Bunlardan en bilineni Nuh Tufanı’dır. Nuh Tufanı insanlığın işlediği günahlara karşı hiddetlenen Tanrı’nın –Nuh ve ailesi istisna olmak üzere- onları bütünüyle ortadan kaldırarak yeniden bir hayat kurma girişimidir. Bu öykü insanları çok etkileyen öyküler arasında başlarda gelir. Psikanalitik kuram içerisinden bakıldığında bu öykünün insanları bu kadar çok etkiliyor olması şaşırtıcı bir durum değildir.

Bu öykü insan ruhu için büyük önem arz eden bazı durumları apaçık içinde taşır. Bunlardan bir tanesi işlenen günahlar, suçlar ve kabahatler karşılığında üstbenin (süperegonun) göstereceği düşünülen asıl ve katıksız tepkinin bizi yok etmek olduğuna dair arkaik bir inançtır. Arkaik bir üstben için verilebilecek bir tek ceza bulunmaktadır; o da yasakları çiğneyen kişiyi yok etmek. Hem de duyulan öfkeyi yeterince ifade edebilecek bir şiddet uygulayarak yok etmek.

Bununla birlikte bu arkaik fantezi burada bitmez. Şiddetle yok edilen kişinin mucizevi bir biçimde yeniden canlanması da beklenir. Ortadan kaldırılan her zaman yeniden hayata getirilebilmelidir. Eğer bu mümkün değilse gösterilen şiddet bir acizliğe dönüşecektir. Yalnızca yok edişin olduğu yerde zayıflık ve ölümsellik vardır. Şiddeti uygulayarak yok eden unsurun var etme yeteneği bulunmuyorsa o eksikli bir güçtür. Tümgüçlülüğü (omnipotans)  olmayan bir gücün uyguladığı şiddet son çözümlemede güçsüzlüğün resmini çizer. Nuh tufanının ardından hayatın yeniden doğuyor olması bu arkaik fantezinin gereklerini tamamlamış olacaktır.

Gelelim Nuh Tufanı öyküsünün benlik algımızla ilgili bölümüne… Bu noktada okuyucuyu Nuh Tufanı öyküsünü ilk duyduğu zamana geri gitmeye davet ediyorum. Okuyucularımız arasında bu öyküde anlatılan Nuh ve ailesinin dışındaki diğer insanlarla; tufan tarafından cezalandırılarak helak edilen insanlarla kendini özdeş hisseden olmuş mudur acaba? Bunu düşük bir olasılık olarak görüyorum. Kanımca çok daha büyük olasılık bu öyküyü ilk olarak duyan kişinin kendini Nuh ile özdeş hissetmesi olasılığıdır. Eğer öyle değil ise; kişi o helak edilen günahkarlar güruhu ile kendini özdeş hissediyorsa büyük ihtimalle akla gelecek şey bu kişinin ruh sağlığında belli bazı sorunların olduğu ya da tam tersine bir çeşit olgunluğa sahip olduğu yönünde olacaktır. Bazen olgunluk ile ruhsal hastalık arasındaki fark yalnızca bir duygulanım farkıdır.

Tercih edilmek insanın en fazla arzuladığı durumlardan biri olduğu gibi; tercih edilmemek de insanın en büyük kâbuslarından biridir. Nuh Tufanı öyküsü özünde bir tercih edilme öyküsüdür. Bu bağlamda da insanın çok küçük yaşlardan beri yaşadığı temel bir arzuya ve korkuya denk düşer. Annemiz bizi mi tercih etti yoksa babamızı mı? Babamız bizi mi tercih etti yoksa annemizi mi? Anne ve babamız bizi mi tercih etti kardeşlerimizi mi? Öğretmenin gözdesi biz miyiz yoksa başka bir öğrenci mi?

Nuh Tufanı’nda olan şey mecazi olarak söylenen ve tercih edilmenin son noktasını ifade eden deyimin somutlaşmış halidir: Dünya bir yana, sen bir yana!

İnsanın bilinçdışı ruhsal hayatının derinlerinde bir yerde -ki bazı psikanalistler buna psikotik çekirdek adını verirler- zaten ‘dünya bir yana, kişi bir yanadır’. Sorun bu algı ve fikrin gerçek hayat ile örtüşmemesi sorunudur. Bu bizim ruhsal gerçekliğimizdir ve ruhsal gerçekliğimizi nesnel gerçeklik ile uyumlu hale getirme çabası insanın en trajik çabalarından biridir.

Otorite ve şiddet birbirini hatırlatır. Şiddet otoritenin dilidir. Bir otoritenin şiddetini nasıl organize ettiği onun kimliği, parmak izi, imzasıdır. Otoritenin şiddeti karşısında insan kişisinin bütün bir ruhsallığı da sahneye çıkmak durumunda kalır.

Eski Ahit müthiş bir cümle ile başlar: “Başlangıçta söz vardı”. Peki ya sonra? Sonrasında söz şiddete, şiddet söze karışmak zorundaydı.

Dr. Timur F. Oğuz
Psikiyatri Uzman

Monday, April 21, 2014

İşkenceci psikolog

Amerikan Merkezi Haberalma Teşkitalı CIA'nın dünyanın bir çok yerinde 'terör zanlısı' ilan ettiği sivillere yıllardır uyguladığı işkence yöntemlerinin arkasındaki isim James Mitchell, sonunda konuştu. İşkencelerin mimarı olarak bilinen ABD Hava Kuvvetleri personeli olan psikolog Mitchell, 'Yaptıklarımız insan haklarına aykırı değil. ABD yasalarını ihlal etmedik' dedi.
20 NİSAN 2014
11 Eylül 2001 saldırılarından sonra dünya genelinde ABD'nin gayrı resmi politikası haline gelen işkence yöntemlerinin mimarı konumundaki psikolog James Mitchel, bu insanlık dışı uyulamaları savundu.
ABD Senatosunun soruşturmayı derinleştirme kararı almasının ardından konuşan ABD Hava Kuvvetleri personeli olan Psikolog James Mitchell, Amerikan Merkezi Haberalma Teşkilatı CIA'nın dünyanın farklı ülkelerinde ve çoğunlukla Müslüman sivillere yaptığı işkencelerin insan haklarına aykırı olmadığını ve Amerikan yasalarına uygun olduğunu iddia etti.
SONUÇ ODAKLI SORGU!
Mitchell, kullandıkları sorgu yöntemlerinin sonuç odaklı olduğunu ve bu yöntemlerle başarılı sorgular yaparak önemli bilgilere ulaştıklarını ileri sürerek kendisini savundu. Soruşturmayı başlatan Senato üyelerini de eleştiren Mitchell, 'Şimdiye kadar hepimiz, bütün CIA, sorgulara katılan herkes yanlış yapıyordu, birtek Senato üyeleri doğru yapıyor öyle mi? Bu bana inandırıcı gelmiyor' ifadelerini kullandı.
HALKTAN SAKLANIYOR
11 Eylül 2001 saldırıları sonrasında başlatılan soruşturma çerçevesinde CIA işkenceyi bir sorgu yöntemi olarak kullanmış ve işkence altında aldığı ifadelerle soruşturmaarı yürütmüştü.
Son yıllarda yapılan detaylı araştırma sonucunda oluşturulan CIA işkence raporu, ABD Senatosuna sunuldu. CIA rapordan dolayı Senato ile de sorun yaşamıştı. 6 bin sayfadan uzun olan rapor hala kamuyoundan gizli tutuluyor ancak raporun kısa bir özeti kamoyuna sızdırıldı.
Rizzo'dan gelen itiraf
ABD'nin dış istihbarat örgütü CIA'in George W. Bush başkanlığı dönemindeki baş hukuk danışmanı olan John Rizzo, 11 Eylül saldırılarının hemen ardından gelen süreçte kendisinin CIA'in 'terörle mücadele' adına 11 Eylül şüphelilerine yaptığı işkencenin farkında olduğunu ve bu işkenceleri engelleyebilecek güçte olmasına rağmen kasten bunu yapmadığını itiraf etti. Rizzo, Nisan 2002'de Beyaz Saray Hukuk Konseyi Ofisi (OLC) üyelerinin kendisini ziyaret ederek CIA'in uyguladığı işkence yöntemlerini onaylayıp onaylamadığını sorduklarını anlattı.

Tuesday, April 15, 2014

PSİKOLOJİK TRAVMA VE TRAVMA SONRASI STRESS BOZUKLUĞU (TSSB)




Psikolojik Travma Nedir?

Psikolojik travma kişilerin hayatını,vücut bütünlüğünü ya da ruhsal dengesini tehdit eden, ve duygusal anlamda üstesinden gelmekte zorlandığı olaylar, deneyimler veya durumlardır. (Pearlman & Saakvitne, 1995, p. 60)

Prof. Dr. Vedat Şar'ın belirttiği tanımla “Kişinin başından geçen olayların yarattığı stres onun dayanabilme gücünü aştığında ruhsal travma yaşantısı ortaya çıkar.”

Travma Subjektif (Göreceli) Bir Deneyimdir

Bir olayın travmatik etki yaratıp yaratmaması tamamiyle kişinin bu olayı algılayış biçimine ve bu olayın hayatını, duygularını ve düşüncelerini ne kadar olumsuz etkilediğine bağlıdır. Bu anlamda travma kişisel bir deneyimdir ve her birey her olayı farklı değerlendirir.

Olaylar kişileri farklı şekillerde etkileyebilir. Aynı olumsuz deneyimleri yaşamış bireylerin bazıları için bu travma yaratabilirken, bazıları için yaratmayabilir. Bu nedenle yaşanan bir olayın travmatik olup olmadığını ortaya çıkarmaktan ziyade bu olayın kişiyi duygusal anlamda nasıl etkilediğine bakmamız gerekmektedir.

Psikolojik Travma Bize Ne yapar?

Genel olarak, psikolojik travma oldukça stress yaratan durumların kişinin güvende olma duygusunu zedeler ve kişide çaresizlik, yalnızlık ve tehlikeli bir dünyada her an zarar görebileceği hissi uyandırır ve onları tehlikelere açık hale getirir.

Psikolojik Travmalara Birkaç Örnek

—Fiziksel,duygusal,cinsel istismar
—Fiziksel ve duygusal ihmal
Aile içi şiddet
—Saldırıya uğramak ya da bir saldırıya tanık olmak
—Trafik kazaları
—Hayatı tehdit edebilecek hastalıklara yakalanmak ya da yakalanan birini tanıyor olmak
—Doğal afetler
—Savaş
—İşkence

Travma Sonrası Stress Bozukluğu Nedir?

Psikolojik travmaların yol açtığı bir kaygı bozukluğudur.

Travma Sonrası Stress Bozukluğu'nın Belirtileri Nelerdir?*


1) Kişinin yaşadığı travmayı zihninde tekrar tekrar yaşıyor olması.

a) Flashbackler
b) Kabuslar
c) Travmayla ilgili gün içerisinde zihne gelen ve durdurulamayan düşünceler

2)Kaçınma davranışları gösteriyor olması

a) Travmatik olaya dair konuşmalardan ve anılardan kaçınma
b) Travmatik olayla başlantılı olan aktivitelerden, yerlerden ve kişilerden uzak durma
c) Travmatik olayla ilgili önemli bir parçayı hatırlayamama
d) Günlük aktivitelere olan ilginin ve katılımın azalması
e) Diğer insanlardan kopmuş olma hissi
f) Duygu göstermekte zorlanma

3) Fiziksel olarak uyarılma belirtileri gösterme

a) Travmatik olay hatırlatılınca vucudun tetikleniyor olması
b) Hypervigilence (Aşırı uyarılmışlık hali)
c) Uyku problemleri (Insomnia)
d) Öfke
e) Konsantrasyon güçlüğü

American Psychiatric Association. (2000). Diagnostic and statistical manual of mental disorders (4th ed., text rev.). Washington, DC:


Travma Sonrası Stress Bozukluğu ile İlgili Bildiklerimiz

1) TSSB tedavi edilmez ise yıllarca sürebilir
2) Genellikle çocuk ve ergenlerde gözden kaçabilir Yaramaz davranış veya ergenlik problemi
3) Çocukluk çağında olan travmalar daha ağır ve karmaşık psikolojik sorunlara yol açar
4) Üst üste gerçekleşen travmalar (Kompleks Travma) daha ağır semptomlarla kendini gösterir ve kişilik yapısına daha ağır hasar verir

TSSB ile İlgili Bilmediklerimiz 

Psikolojik travmaya maruz kalan bireylerin sadece 1/3’ü TSSB semptomları geliştirmektedir. Geriye kalan kesimin neden TSSB geliştirmediğini, hangi faktörlerin bunu önlediğini tam olarak bilmemekteyiz.

Üst Üste Gerçekleşen (Kronik) Travmalar Nelere Yol Açar?

1) Kişinin kendisi ve dünya hakkındaki görüşlerini derinden etkiler
2) Kendine zarar verme davranışları görülebilir – kendini kesme, yakma
3) İlişki problemleri yaşayabilir (ya çok yakın ya da çok mesafeli)
4) Kısa süreli psikotik semptomlar da görülebilir (paranoya, delüzyon)

Beden Hatırlar!!

Travma sadece zihinde, davranışta ya da duyguda kodlanmaz. Bedenimiz de travma yaşandığı anda nasıl tepki verdiğini hatırlar. Bazı durumlarda zihnimiz tarafından bastırılmış, hafızamız tarafından getirilmekte zorlanan sahneler, anlar veya yaşantılar, bedenim tarafından hatırlanır. Bedenimizin verdiği tepkilere dikkatlice bakmak, bize yaşadığımız travma ve sonrası hakkında oldukça önemli bilgiler verir.

Hikayenin Sonunu Farklı Yazmak...

Kompleks Travmaya yaşantılarına sahip kişiler genellikle kendilerini süregelen bir travma ve istismar döngüsünün içinde bulurlar. Mesela çocukluk çağları fiziksel ve duygusal istismar içinde geçmiş bir kadın, yetişkinlikte kendisini aynı şekilde istismar eden ilişkiler yaşayabilir. Kendisini sözel olarak taciz eden, aşağılayan, döven ya da umursamayan veya değer vermeyen kişileri sevgili veya eş olarak seçebilir. Aslında çocukluğunda bu tür olaylara maruz kalmış bir kişinin yetişkinlikte bunun tam tersi insanlara yöneleceğini düşünürüz, fakat durum genellikle tersi olur. Bunun nedeni kişinin kendi hikayesinin sonunu farklı yazma ve geçmişte yaşadığı istismarla halleşebilme arzusu ve dürtüsüdür. Kişi kendisini eskiden yaşadığına benzer travma ve istismar döngülerinin içine sokarak, eskiden sağlayamadığı kontrolü sağlama ve bu sefer bu döngüye son verebilme çabası içerisindedir. Kişi geçmişteki travmalarına bağlı olarak geliştirdiği "güvende değilim" ve "yeteri kadar iyi değilim" gibi inançları da yeni travmalarda test eder. Bu nedenle aynı travmayı yeni durumlarla ve yeni kişilerle yaşar. Ensest geçmişi olan bir kadının yüksek derecede cinsel ilişki yaşaması, fiziksel olarak istismar edilen bir ergenin okulda sürekli kavga çıkartması veya tecavüz mağduru bir kadının sürekli tecavüz mahaline gitmesi yukarıda belirtilen nedenlerle yapılan davranışlardır.

Kişilerin TSSB ile Başa Çıkmada Kullandıkları Sağlıksız Yollar Nelerdir?

1) Alkol ve madde kullanımı ve diğer bağımlılıklar
2) Tehlikeli cinsellik
3) Şiddet
4) Kendine zarar verici davranışlar
5) Aşırı yemek yemek/Hiç yemek yememek
6) Impulsif davranışlar

TRAVMATİK DENEYİM YAŞAMIŞ KİŞİLERE NASIL YARDIM EDEBİLİRİZ?
—Güvenli Ortam Yaratmak (Fiziksel ve duygusal)
—Güvenilir olmak
Seçim yapmalarına izin vermek ve bunu desteklemek
—Seçim yapmalarına izin vermek ve bunu desteklemek
—Travma belirtileri gösteren kişileri gerekli yardımı alabilecekleri ruh sağlığı uzmanlarına yönlendirmek
—Kişilerin travmalarını açmaları ve paylaşmaları konusunda ısrar etmemek
—Onlar için güvenli bir yer yaratabiliyor olmak
—Limitler ve sınırları çizebilmek ve bunun travmaya maruz kalmış kişiler için yararlı olduğunu anlayabilmek


Monday, April 7, 2014

"Bildiklerimizi açıklarsak sonucu felaket olur!"

"Bildiklerimizi açıklarsak sonucu felaket olur!"
AHMET İNSEL

Politika / 08/04/2014
Bu; Erdoğan hükümeti tarafından kolay yenilip, yutulacak, bir çırpıda unutturulacak bir iddia değil!
77 yaşındaki Seymour Hersh, ABD’nin ünlü ve saygın gazetecilerinden biridir. 1969’da ABD’nin Vietnam’da yaptığı My Lai katliamını ortaya çıkardı ve 1970’te Pulitzer Ödülü'nü aldı. 2004’te ABD askerlerinin Irak’ta Ebu Graib Cezaevi'nde yaptıkları işkence ve kötü muamelelerin belgelerini yayımladı. Georges Orwell Ödülü'nü kazandı. Askeri konularda ve güvenlik politikaları hakkında iktidarların iddia ettiklerinin arkasındaki gerçeği aramasıyla ünlü Hersh, biri Aralık 2013’te, diğeri geçen pazar günü İngiliz basınının saygın fikir dergisi London Review of Books’ta iki uzun yazı yayımladı. Washington Post ve New Yorker’ın yayımlamayı reddettiği birinci yazısında, 21 Ağustos’ta Şam yakınlarına yapılan sarin gazı saldırısını Esad rejimi güçlerinin yapmamış olabileceği konusunda güçlü kanıtlar olduğunu ileri sürüyordu. ABD Başkanı’nın eylülün ilk günleri için planlanan ve tüm hazırlıkları bitirilen hava saldırısını ertelemesinin nedeninin, İngiliz askeri istihbaratından ve ABD genelkurmayından gelen bilgiler ışığında, Irak’a saldırı bahanesine benzer bir dezenformasyon tuzağına düşmekten çekinmesi olduğunu iddia ediyordu. Avam Kamarası da ağustos sonunda Başbakan Cameron’a Suriye’ye müdahale izni vermeyince, Rusların kimyasal silahları denetimli yok etme planını Obama kabul etti. Askeri müdahale yanlısı tutumunu açıkça koruyan Türkiye yalnız kaldı.

Hersh, ikinci yazısında Obama’nın saldırı planını askıya almasına yol açan gelişmelerin kronolojisini verirken bu kez Türkiye hükümetinin El Nusra ve müttefiklerinin sarin gazına sahip olmaları ve kullanmasını öğrenmeleri için aktif rol oynadığı iddiasını dile getiriyor. Obama’nın hava saldırısını ertelemesi, Esad güçlerinin savaşta hâkim konuma geçmesi karşısında, Erdoğan hükümetinin ABD’yi müdahale etmeye zorlayacak bir provokasyon düzenlediği kanaatine varmasına bağlıyor. 21 Ağustos’taki sarin gazı saldırısının Türkiye’nin bilgisi ve belki de desteğiyle yapıldığını iddia ediyor. Bu; Erdoğan hükümeti tarafından kolay yenilip, yutulacak, bir çırpıda unutturulacak bir iddia değil!

Mayıs ayında yaptığı ABD ziyareti sırasında yapılan toplantıda, Hakan Fidan’ın konuşması için iki kez Erdoğan’ın girişimde bulunduğunu, her seferinde Obama’nın Fidan’ın sözünü “Biliyoruz” diyerek kestiğini ve sonunda “Suriye’de radikallerle ne yaptığınızı biliyoruz” diyerek konuyu kapattığını, ABD kaynaklarına dayanarak aktarıyor Hersh. Ayrıca, eski bir ABD’li istihbarat görevlisinin kendisine, 21 Ağustos saldırısının, “Obama’nın kırmızı çizgisinin aşılması için Erdoğan’ın adamlarınca hazırlanan gizli bir eylem olduğunu artık biliyoruz” dediğini belirtiyor. Bu istihbaratın teyidinin de 'Türklerin saldırıdan sonra çeşitli dinlemelerdeki keyifli ve sırt sıvazlar gibi görünen hallerinden' edinildiğini ilave ediyor.

Bütün bunların neden ABD yetkililerince açıkça söylenmiyor olmasını ise aynı kaynak, meslektaşlarının kendisine, “Türkiye’nin NATO müttefiki olduğunu ama Batı’ya güvenmediğini, çıkarlarına karşı aktif bir rol üstlenirsek daha da yanımızda durmazlar” diyerek izah ettiğini aktarıyor. “Erdoğan’ın sarin gazı saldırısındaki rolüne ilişkin bildiklerimizi açıklarsak sonucu felaket olur” dendiğini, ABD’nin de tükürdüğünü yalamak istemediğini ilave ediyor. Hersh, yazı yayımlanınca ABD resmi sözcüsünün neden bu haberi yalanlayacağını da okuyucularına anlatmış oluyor böylece.

Erdoğan hükümeti, MİT ve jandarma teşkilatı için ağır suçlamaların yer aldığı yazıda, Türkiye’de sarin gazı temin etmek üzere oldukları iddia edilen kişilerin Adana’da yakalandığı, bir kısmının serbest bırakıldığı ve aralarındaki en önemli ismin hemen Suriye’ye geçtiği hatırlatılıyor. Ve elbette internete düşen Dışişleri Bakanlığı'ndaki toplantı dinleme kaydında Suriye’ye saldırmak için bir bahane yaratılması olasılığının konuşulmasını, Erdoğan’ın Suriye politikasında askeri ve siyasi olarak açıkta kalmış olmaya karşı son derece öfkeli ve bunun sonuçlarından endişeli olmasına bağlıyor.

Hersh’ün yazısında dile getirdiği iddialara, ABD’den ve Türkiye’den "külliyen yalan" açıklaması gelmesi oyunun kuralıdır. Ayrıca Hersh’ün aktardıklarının bir kısmı da karşı dezenformasyon olabilir. Bu tip konularda devletler önce yalanlarlar ama ciddi gazetecilerin iddiaları, çoğu zaman bir müddet sonra bir şekilde doğrulanır. Örneğin, son AGİT toplantısında Türkiye Büyükelçisi İldem’in Reyhanlı suikastını El Kaide’nin yaptığını söylemesi gibi. Dışişleri Bakanlığı'ndaki toplantının dinleme kayıtlarında Türkiye’nin iki bin TIR dolusu mühimmatı Suriye’ye yolladığının söylenmesi gibi. Bunlar bir yandan hâlâ resmen yalanlanmaya devam edilen bilgiler değil mi?

Geçen yaz aylarında 'değerli yalnızlık' politikasıyla tanışmıştık. Şimdi bundan geriye yalnızlık değil, büyük bir yanlış ve onu örtmek için üretilen yalanlar mı kalıyor? Suriye’de bir gün durum yatışırsa, Uluslararası Ceza Mahkemesi'ne gitmesi güçlü bir ihtimal olan Beşar
Esad ve çevresindeki bir dizi devlet sorumlusunun yanında, bu mahkemenin savcıları Türkiye’den bazı isimlerle de yakından ilgilenmek istemeyecekler midir?


Not: S. Hersh’ün yazısı için http://www.lrb.co.uk/2014/04/06/seymour-m-hersh/the-red-line-and-the-rat-line

Thursday, April 3, 2014

Kesab Ermenileri 1915 duygusunu yaşıyor

Vahakn Keşişyan, muhalifler tarafından ele geçirilen Kesab’ın Ermeniler için ne ifade ettiğini Evrensel gazetesi için yazdı.
02 Nisan 2014
VAHAKN KEŞİŞYAN
Modern Ermeni Diasporası, yani 1915’ten sonra ortaya çıkan diaspora Ortadoğu’da doğdu. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin güneyinde kalan Arap ülkelerinde yan yana gelen bertaraf Ermeniler geçen yüzyılın 20’li yıllarında bugünkü toplulukların temaslarını kurdular. O günlerden bugünlere neredeyse yüz yıl geçti. Pek de huzurlu geçmeyen Ortadoğu’nun 20. yüzyılı tabii ki Ermeni toplulukların da kaderini değiştirdi. Her geçen savaş Ortadoğu’daki Ermeni nüfusunu azalttı.
İlk yıllarda Türkiye’ye yakın kalmak isteyen Ermeniler, gün geçtikçe kendilerini uzaklaşmada buldu. Kimileri Avrupa, kimileriyse daha da uzaklara, okyanusları aşarak Amerika ve Avustralya’ya yerleşti. Mesela 15 yıl süren Lübnan İç Savaşı 100 bin Ermeni’nin Ortadoğu’yu terk etme sebebi oldu. Şimdi sıra Suriye savaşında. Savaşın ilk yılında çatışma bölgelerinden uzak olan Ermeniler, şehirlerini ve köylerini terk etmediler. Ama Temmuz 2012’de Halep’te patlayan ilk bomba ve ondan sonra gelen Halep cehennemi 20 bin Ermeni’yi Halep’i terk etmeye zorladı. Geçen hafta Türkiye sınırındaki bir kasaba olan Kesab’ta başlayan olaylar yeni bir Ermeni tehcir dalgasına tanık olmamızı sağladı.
Ama Kesab Halep değil. Kesab Beyrut ya da İstanbul da değil. Kesab Ermeniler için Ortaçağ’da var olan Ermeni krallıklarından kalma bir hatıra. Bir devamlılık unvanı. Ermenistan devletine bağımlı olmaksızın, Ermenilerin devamlı olarak yaşadığı yerlerden biri, ki öyle yerleri saymak için bir el parmakları bile çok gelir. Kısacası 1915’ten sonra Ermenilerin hâlâ yaşamaya devam ettikleri azıcık yerlerden biri. Kesab’ın bir diğer önemi ise, Ermenilerin orada köy ortamında yaşamaları. Tehcirlerden sonra Ermenilerin şehirleşen hayatı, geçmişle bağın kopmasının en önemli sebeplerden biri. Kesab gibi birkaç yerleşim yeri, bu geçmişle bağın korunduğu noktaları oluşturmakta.
ETKİSİ SADECE KESABLILARA DEĞİL
Böyle bir halkanın yok oluşu, başta Kesablılar olmak üzere, başka birçok Ermeni’nin hayatına da etkisi olacak. Her yıl Kesab’ı ziyaret eden, yazlarını orada geçiren, Kesab’la manevi bağı hep koruyan büyük bir topluluktan bahsediyoruz. Suriye ve Lübnan gençlik örgütlerinin kamp yapma merkezi idi Kesab. Avrupalı ve Amerikalı Ermeniler için ise Kesab, Ermeniliği simgelerdi. Gerçek ve otantik Ermeniliği yaşamak, o hissin tecrübesini almak isteyenlerin dünyada tek bir yeri Kesab’tı.
Her ne kadar da maceracı ve oryantalist görünse de, diaspora için kimlik böyle bir şeydir işte. Masal gibi hatırlanan geçmişin yaşanabileceği bir tek yer vardı belki de, o da Kesab’tı. Ama bunu da yok oluşu söz konusu olduğu bu günlerde diaspora umudunu nasıl kaybetmesin? Son bir umut damlası. Eski bir vatandan kalma hatıranın kaybolması nasıl etkiler bırakır bir toplumun üzerinde? İşte tam da bu sebepten dolayı, bu nedenle diaspora umudunu kaybetmek üzere. Hâlâ Halep’te olan Ermeniler bile Kesab’la umutlarını bir kez daha yitirdi. Her gün bombalar altında olan Halepliler bile “Kesab elden gidiyor, ne yapacağız?” diye soruyorlarsa, demek ki gerçekten Kesab önemli bir yermiş.
1915 HİSSİYATI
Kesablılar için deneyim başka olmalı. Onlar 1915’te Muş’tan ya da Urfa’dan çıkan Ermeniler gibi hissediyordur. “Yarın öbür gün döneriz” diyorlardır. Evlerinin anahtarları saklıyorlardır. Biz o yoldan yürüdük bir kere. En zoru, gerçekten en zoru, birinin üzerine umut koymak ve sonra hayal kırıklığı yaşamaktır. Ne tuhaf ki şimdiki umudumuz Suriye nizami ordusunun üzerinde. Ki onlar el Nusra cephesini mağlup edecek, yolu açacak, Ermenilere de, “Buyurun, geri dönün evlerinize” diyecek. Bundan daha pembe masal olur mu? Hiçbir zaman öyle olmadı, Kesab’da da öyle olmayacağını düşünsek, kim bizi kötümserlikle suçlayabilir ki?
Umut böyle yok olup gidiyor. Yok, yok olmuyor, mum gibi eriyor. Her gün umudu kaybetmek için yeni bir gündür diasporada. Tamam, hadi diyelim savaştı Ermeniler. Silahlandı, Kesab dağlarına çıktı ve direnişe başladı. Ama ne yapsalar da hiçbir şey aynı olmayacak artık. Neden? Çünkü işte o halka, bugünü geçmişe bağlayan geçit artık yok oldu. Hayal filmlerinde olduğu gibi, geçit kapandı bir kere. Kahramanlar geçidi bulmak için her gün çabalayabilirler, ama artık ne bugün aynı bugün, ne gelecek aynı gelecek, ne de geçmiş aynı geçmiş.