Timur F. Oğuz |
“ÖNCE SÖZ VARDI” YA SONRA?..Şiddet
meselesi karmaşık bir meseledir. İnsan ruhunun karmaşıklığını şiddet
meselesinin karmaşıklığı kadar iyi anlatan bir karmaşıklık da zor
bulunur. Bir psikiyatr eğer insanlık durumlarını gözlemek konusunda
mesleki olarak avantajlı konumundan yararlanarak şiddet meselesine biraz
olsun merakla yaklaşmış ise şiddet denen şeyin çok farklı yüzlerini
zaman zaman hayret ederek gözlemiş olacaktır.Şiddet
insanların duygu, düşünce ve davranış repertuarının demirbaşıdır.
Demirbaştır demirbaş olmasına ama, aynı zamanda en fazla yok sayılan ve
inkâr edilenlerindendir. İnsanın kendisinin başkasına uyguladığının veya
kendisine başkalarının uygulandığının bilincine varmakta zaman zaman bu
kadar zorlandığı bir durum pek fazla olmasa gerekir.Şiddet
ile ilgili garip durumlardan biri de kötücüllük ve iyicillik; vicdan ve
vicdansızlık; ahlak ve ahlaksızlık; onur ve onursuzluk ile bağlantılı
zorlu ve çapraşık bir ilişkisinin olmasıdır. Bu ilişkiler o kadar
çapraşık ilişkilerdir ki insanın hayat yolculuğunun paradokslarla yüklü
doğasını çok çarpıcı bir biçimde temsil ederler.Fiziksel
şiddetin meşruluk sınırları toplumsal olarak sürekli yeniden çizilir.
Birkaç yüzyıl -hatta birkaç yıl önce- meşru görülen bir şiddet türü ya
da şiddet miktarı günümüzde meşru olarak görülmek şöyle dursun canavarca
olarak bile tanımlanabilir. Bu durumun çok somut örnekleri olarak infaz
hukuku alanında ölüm cezasına bakıştaki; özel hayat ele alındığında ise
çocuklara ve kadınlara uygulanan fiziksel şiddete bakıştaki belirgin
dönüşüm sayılabilir. Bir zamanlar sık sık uygulanan idam cezaları
adaletin ve caydırıcılığın bir timsali sayılır ve hatta halka açık
yerlerde uygulanır; ahali idamları en iyi yerden seyredebilmek için
önceden yer tutarmış. Çocukları cezalandırma yöntemi olarak dayak, benim
yaştakilerin bile hatırladığı zamanlarda gayet meşru bir yöntem olarak
değerlendirilirdi. Öğretmenler dayağı rutin bir disiplin yöntemi olarak
kullanırlardı.Zaman
içinde yaklaşımlar ve algılar belirgin bir biçimde değişiyor olsa da
devletin, resmi otoritenin şiddet kullanma hakkı; onun tanımlayan,
otoritesini ayrıksı kılan bir durumdur. Devlet iktidarının resmi
şiddetinin bu bağlamda mutlaka vicdani haklılıkla desteklenmesi
kaçınılmazdır. Devletin şiddet kullanımı mutlaka vicdani bir meşruiyete
dayandırılmaya muhtaçtır. Eğer öyle olmazsa devletin gösterdiği şiddet
psikopatça (yeni terminoloji ile söylersek antisosyal) bir nitelik
kazanır ki bu toplumsal olarak katlanılması neredeyse imkânsız bir
durumdur.İşte
tam bu noktada insan psikolojisi ile ilgili genellikle gözden kaçan
önemli bir saptamayı yapmak yerinde olacaktır. Mevcut devlet iktidarının
belli bir akıl sağlığı çerçevesi sınırları içinde davrandığı; şiddeti
bu çerçevede uyguladığı duygusu bireyin ruh sağlığı açısından çok elzem
bir duygudur. En radikal düzeyde muhalif olan bireyler, gruplar bile,
mevcut iktidardan nefret dahi etseler onun belli bir tutarlılık, belli
bir rasyonalite içinde hareket ettiğine inanmak isterler. Esasen bunu
kendileri bile farkında olmadan varsayarlar. Böyle bir varsayımın artık
yaşatılamaz olduğu durumlarda; yani iktidarın kendi içinde tutarlı,
belli bir rasyonel içinde davranmadığı hallerde iktidarın gösterdiği
şiddet de bu özellikleri gösterecektir. Böyle bir şiddet karşısında
bireylerin yaşadığı anksiyete ve çaresizlik duyguları bambaşka
özellikler taşıyacaktır.Kısaca
ifade etmek gerekirse insan düşmanının bile mantıklı olmasını arzu
eder. Bir atasözü bunu çok iyi anlatır: Allah düşmanımın bile akıllısını
nasip etsin. Otoritenin
uyguladığı şiddetle ilgili fazla formüle edilmeyen önemli bir özellik
de otoritenin bu şiddetten haz alıp almadığı ile ilgilidir. Otorite ile
nefret ilişkisi olan bir birey ya da grup bile otoritenin kendisine
uyguladığı şiddetten bir haz alıyor olması durumundan olumsuz etkilenir.
Böyle bir durum otoritenin şiddetine maruz kalan bireyleri koyu bir
yalnızlık ve çaresizlik duygularına sürükleyecektir. Türkiye’de eskiden
idam cezası mevcut iken yargıçlar idam cezası verdiklerinde genellikle
kalemlerini kırarlardı. Bu sembolik hareket onların bu cezayı veriyor
olmaktan hoşnut olmadıkları anlamına gelirdi. Okuyucu bu hareketin
tersini hayal eder; yani idam cezası veren yargıcın kalemini kırmak
yerine bu cezayı vermekten memnun olduğunu, hatta bundan haz duyduğunu
ifade ettiğini zihninde canlandırır ise ne demek istediğimi daha iyi
anlayacaktır.Otoritenin
hiddeti ve şiddeti mitolojinin ve tektanrılı dinlerin önde gelen
temalarından biridir. Tektanrılı dinlere göre insanlık tarihi Âdem ve
Havva’nın kendisinin koyduğu yasağı çiğnemelerine hiddetlenen Tanrı’nın
onları Cennet’ten kovması ile başlar. Yani bir yanı ile insanlık tarihi
bir hiddet ve şiddet hareketi ile başlar. Bu noktada sormak gerekir:
Hiddet ve şiddet otoritenin esas unsurları mıdır?Tektanrılı
dinlerin inanışına göre Tanrı zaman zaman insanların yaptıkları
yanlışlar, işledikleri günahlar nedeniyle büyük bir hiddet duyarak
insanları cezalandırmak ��zere
onlara şiddet uygular. Bunlardan en bilineni Nuh Tufanı’dır. Nuh Tufanı
insanlığın işlediği günahlara karşı hiddetlenen Tanrı’nın –Nuh ve
ailesi istisna olmak üzere- onları bütünüyle ortadan kaldırarak yeniden
bir hayat kurma girişimidir. Bu öykü insanları çok etkileyen öyküler
arasında başlarda gelir. Psikanalitik kuram içerisinden bakıldığında bu
öykünün insanları bu kadar çok etkiliyor olması şaşırtıcı bir durum
değildir.Bu
öykü insan ruhu için büyük önem arz eden bazı durumları apaçık içinde
taşır. Bunlardan bir tanesi işlenen günahlar, suçlar ve kabahatler
karşılığında üstbenin (süperegonun) göstereceği düşünülen asıl ve
katıksız tepkinin bizi yok etmek olduğuna dair arkaik bir inançtır.
Arkaik bir üstben için verilebilecek bir tek ceza bulunmaktadır; o da
yasakları çiğneyen kişiyi yok etmek. Hem de duyulan öfkeyi yeterince
ifade edebilecek bir şiddet uygulayarak yok etmek.Bununla
birlikte bu arkaik fantezi burada bitmez. Şiddetle yok edilen kişinin
mucizevi bir biçimde yeniden canlanması da beklenir. Ortadan kaldırılan
her zaman yeniden hayata getirilebilmelidir. Eğer bu mümkün değilse
gösterilen şiddet bir acizliğe dönüşecektir. Yalnızca yok edişin olduğu
yerde zayıflık ve ölümsellik vardır. Şiddeti uygulayarak yok eden
unsurun var etme yeteneği bulunmuyorsa o eksikli bir güçtür.
Tümgüçlülüğü (omnipotans) olmayan bir gücün uyguladığı şiddet son
çözümlemede güçsüzlüğün resmini çizer. Nuh tufanının ardından hayatın
yeniden doğuyor olması bu arkaik fantezinin gereklerini tamamlamış
olacaktır.Gelelim
Nuh Tufanı öyküsünün benlik algımızla ilgili bölümüne… Bu noktada
okuyucuyu Nuh Tufanı öyküsünü ilk duyduğu zamana geri gitmeye davet
ediyorum. Okuyucularımız arasında bu öyküde anlatılan Nuh ve ailesinin
dışındaki diğer insanlarla; tufan tarafından cezalandırılarak helak
edilen insanlarla kendini özdeş hisseden olmuş mudur acaba? Bunu düşük
bir olasılık olarak görüyorum. Kanımca çok daha büyük olasılık bu öyküyü
ilk olarak duyan kişinin kendini Nuh ile özdeş hissetmesi olasılığıdır.
Eğer öyle değil ise; kişi o helak edilen günahkarlar güruhu ile kendini
özdeş hissediyorsa büyük ihtimalle akla gelecek şey bu kişinin ruh
sağlığında belli bazı sorunların olduğu ya da tam tersine bir çeşit
olgunluğa sahip olduğu yönünde olacaktır. Bazen olgunluk ile ruhsal
hastalık arasındaki fark yalnızca bir duygulanım farkıdır.Tercih
edilmek insanın en fazla arzuladığı durumlardan biri olduğu gibi;
tercih edilmemek de insanın en büyük kâbuslarından biridir. Nuh Tufanı
öyküsü özünde bir tercih edilme öyküsüdür. Bu bağlamda da insanın çok
küçük yaşlardan beri yaşadığı temel bir arzuya ve korkuya denk düşer.
Annemiz bizi mi tercih etti yoksa babamızı mı? Babamız bizi mi tercih
etti yoksa annemizi mi? Anne ve babamız bizi mi tercih etti
kardeşlerimizi mi? Öğretmenin gözdesi biz miyiz yoksa başka bir öğrenci
mi? Nuh
Tufanı’nda olan şey mecazi olarak söylenen ve tercih edilmenin son
noktasını ifade eden deyimin somutlaşmış halidir: Dünya bir yana, sen
bir yana!İnsanın
bilinçdışı ruhsal hayatının derinlerinde bir yerde -ki bazı
psikanalistler buna psikotik çekirdek adını verirler- zaten ‘dünya bir
yana, kişi bir yanadır’. Sorun bu algı ve fikrin gerçek hayat ile
örtüşmemesi sorunudur. Bu bizim ruhsal gerçekliğimizdir ve ruhsal
gerçekliğimizi nesnel gerçeklik ile uyumlu hale getirme çabası insanın
en trajik çabalarından biridir.Otorite
ve şiddet birbirini hatırlatır. Şiddet otoritenin dilidir. Bir
otoritenin şiddetini nasıl organize ettiği onun kimliği, parmak izi,
imzasıdır. Otoritenin şiddeti karşısında insan kişisinin bütün bir
ruhsallığı da sahneye çıkmak durumunda kalır. Eski
Ahit müthiş bir cümle ile başlar: “Başlangıçta söz vardı”. Peki ya
sonra? Sonrasında söz şiddete, şiddet söze karışmak zorundaydı.
Dr. Timur F. Oğuz Psikiyatri Uzman
|
|
No comments:
Post a Comment