Wednesday, June 26, 2013

Tutku ve Sado-Mazoşist İlişkiler


Tutku nedir? Aşktan, sevgiden bağımsız başlı başına bir olgu mu?

Kadın ve erkek arasındaki ilişkiler genelde üst beynin hoşlanımıdır. Yani birbirlerine politika yaparlar: "Ben Pink Floyd'u seviyorum", "Ah ben de!"; "Ben piyano çalmayı seviyorum", "Ah ben de dinlemeyi" gibi. Bunlar daha çok kısa süreli ilişkilerdir.

Bu yüzden mi ilişkinin başlangıcında fizik çok önemli rol oynuyor?

Tabii, çünkü üst beynin en önem verdikleri şekil ve para. İkinci neden de şuuraltının nevrotik libidosu. Toplumun yüzde 80'inin şuuraltı takıntıları sert. Bu takıntıların sebepleri üzerinde daha önce durmuştuk. Örneğin, anne, baba, kardeşle aynı yatakta uyumak gibi masum gözüken olaylarda aktarılan seks içgüdüsünün suçluluk ipleri çok daha kalın oluyor. Yani, Elektra ve Oidipus kompleksleri dediğimiz özel takıntılar sertleşiyor. Şuuraltı takıntılar sert olduğu zaman da libido, yani cinsel enerji alt beyne inmiyor, sadece şuuraltı seviyede kalıyor. O zaman kadınla erkek arasında tutku ya da hastalıklı ilişki diyebileceğimiz bir ilişki başlıyor. Çünkü karşılıklı olarak birbirlerinin şuuraltı takıntılarını besliyorlar.

Nasıl oluyor bu?

En sık rastladığımız takıntıyı cinsel kimlik kargaşası olarak özetleyebiliriz. Örneğin, kız bebek annesinin yanında uzun süre yatarsa, şuuraltı sistem kadın etkileşimine alışır. Sonradan bir de klitorisle oynarsa -ki klitoris bir yer

de gelişmemiş bir penis-, bu takıntı daha da sertleşir. Yani şuuraltı sistem yüzde 50 dişi, yüzde 50 erkek gibi çalışmaya başlar. Aynı şey erkek için de geçerli. Böylece, şuuraltının libidosu karşılıklı akmaya başladığı zaman birbirlerinin takıntılarını beslerler. Bu tarz aktarım genelde poligamdır. Çünkü şuuraltının nevrotik libidosu dış etkilere açıktır. Bunlar sıklıkla aşk zannedilir, çünkü yoğun bir duygusallık vardır, ama nevrotik bir duygusallıktır. Alt beyin açılmamış okluğu için kişiler birbirlerine güvenmezler ve paranoyalar başlar: "Nerdeydin, nereye gittin, kuaförden neden geç geldin, cep telefonunda numarası kayıtlı bu kadın kim..?" Çok azımız bunları aştı, alt beyin açıldı diyelim. Toplumumuzda rahim etkisi nedeniyle alt beyin açıldığında çok sıklıkla çocuk alt beyin çıkıyor ortaya. Kadınlar bu noktada daha şanslı.

Kadın doğurduğu için daha güçlü

Çünkü kadın doğurduğunda alt beyin otomatikman tedavi oluyor, büyüyor. Annelik içgüdüsü; büyüyecek ki bebeğine baksın. Ama erkeğin öyle bir şansı yok. Erkek üst beyinde çok zeki olabilir; doktor, mühendis, avukat, politikacı olabilir. Ama alt beyni çocuk kalıyor.

Çocuk sahibi olmak erkeğe bu anlamda hiçbir olumlu etki yapmıyor mu?

Hayır. Çünkü baba, bebeği karnında taşıyıp da onun verdiği feedbackle alt beyni büyütemiyor. Yani baba olduğunda erkeğin alt beyni tedavi anlamında büyümez. Hatta çoğunlukla da -yine patolojik bir ilişkidir bu, eşiyle arasında cinsel hayat doğal düzeninde değilse, karısı doğurduktan sonra karısının rahminin etkisine girer. Üst beynin yaşı otuzdur, alt beynin duygusal yaşı sekizdokuzdur. Bunun üst beyindeki kişilik anlamında yansıması ise, "disorganize personalite" dediğimiz organize olamayan kişiliktir: Sorumluluk alamaz, işlerinde başarılı olamaz, evinin geçimini sağlayamaz, alkol gibi alışkanlıklara sapar... Çünkü temelde özgüven yok. Kadın doğurduğu, dolayısıyla da alt beyni büyüdüğü için daha güçlüdür ve birçok zamanlar erkeğin bu defektini tamir eder, en azından yuvayı organize eder. Yani bizim toplumda yuvayı kotaran dişi kuştur. Bu durumda kadın için koca, alt beyinsel anlamda başkadır; erkek çocuk yerine geçer. Hatta yaş ilerlediği zaman -etrafımızdaki çiftlere bir göz atalım- her şeyi kadının organize ettiğini görürüz. Bu temel aksaklıkları düzeltmeden kadın-erkek ilişkilerini doğal bir süreçte yaşamak mümkün değildir. Çünkü hakiki anlamdaki beraberlik mind-body, yani beyin ve vücut beraberliğidir. Vücudun da, seksin de komutası alt beyinde olduğundan alt beynin açılması şarttır. Bunun da A harfi -ben buna ham libido diyorum erkeğin eşini vajinal orgazma götürmeyi öğrenmesidir. Mutlak rahim etkisi aynı zamanda bizi Allah'ın farkına varılması öncesi genetik kodlara götürür. Allah'ın farkına MÖ 900'lü yıllarda Tevrat'la varıldı, Kuran'la son halini aldı. Ve dikkat ettiyseniz bütün bu tektanrılı dinler erkek dinidir.

Bütün tektanrılı dinler neden erkek dinidir?

Neden? Çünkü Tevrat'tan önceki 5.000 yıl rahme tapınılmış. Tabii bu arkeolojide ve tarihte "anakraliçeye tapınma" olarak geçiyor. Hatta Anadolu medeniyetlerinin Lidya ve Frigya uygarlıkları zamanında anakraliçeye, yani rahme tapınma o kadar artmış ki, erkekler birtakım mabetlerde toplu olarak penislerini kesmeye başlamışlar. Belki de kastrasyon kompleksinin ilk korkusu oradan geliyor. Morgan'ın tasniflerinde vahşet, barbarlık çağı dediğimiz dönemlerde toplumlar zaten çocuk. Evlilik kurumlan yok, dolayısıyla dölleyen erkek, yani baba belli değil. Bir tek doğuran rahim belli. Bunun anlamı da bütün toplumların mutlak rahim etkisinde kalması. Tek tanrılı dinler de bunun dengelenmesidir aslında. Evlilik kurumundan sonra biraz dengelenmeye başlamıştır. Ama henüz ideal şeklini almadı. Erkeğin güçlenmesi lazım. Güçlü olabilmesi için en erken sekiz dakikada boşalması, hatta zaman zaman hiç boşatmaması gerekiyor. Daha önce de söylemiştim, boşalma kadınlardaki regl dönemine eşittir, yani seksin doruk noktası değil, zevkin bitimidir, sperm israfıdır. Amerika'da bu söylediklerim lehine bir araştırma yapılmış ve çok sık seks yapan ve boşalan erkeklerde üst beyin sisteminin erken inceldiği, yani erken demansa girdiği (bunamak) saptanmış. Spermler canlı çünkü. Ve vücut sistemi o canlıları yeniden yapmak için müthiş bir enerji sarf ediyor. Erkek erken boşalmamayı öğrenirse kadın da vajinal orgazmı daima öğrenir.

Tutku, patolojik aşk ya da hastalıklı ilişki

Kadın bu konuda erkeğe yardımcı bir rol üstlenebiliyor mu?

Bütün bunları öğreterek, anlatarak yardımcı olur. Kadınlarımızın çoğu üst beyindeki erkek baskısı yüzünden orgazm olamadıklarını söylemek yerine orgazm taklidi yapıyorlar. Kısır bir döngü bu. Mutlaka düzeltilmesi gerek. Düzeltilmediğinde hastalıklı beraberlikler ortaya çıkıyor. Tutku ya da patolojik aşk dediğimiz beraberliklerin nedeni doğaya uymamak. Doğaya uymak da doğanın ve alt beynin kanunlarını bilmek demek. Fakat insanlar özellikle teknolojik devrimlerden sonra üst beyinlerine o kadar çok ödün vermişler ki, çoğumuz korteksin otomatik portakalları olmuşuz: Renk, şekil, para, hırs... Hedef, alt beyindeki o çocuğu hissetmemek olmalı, çünkü hissedersen özgüvenin kaybolur. O zaman da güven üst beyinsel olur. Bu da sırçadan köşk gibi.

Şarkılarda son dönemin en favori sözlerinden biri "içimdeki çocuk". Bu içimizdeki çocuk aslında bir hastalık belirtisi mi?

Tabii. Şarkılarda çok romantik gibi gözüküyor ama, içimizdeki çocuğu büyütmemiz şart. Tamam, alt beyin de üst beyin de çocuk, o zaman yaşa! Git seksek oyna. Ama alt beyin çocukken üst beyin gelişmişse, bunun anlamı, sorumluluk alamamak, kendisiyle barışamamak, özgüven yitimi, hakiki anlamda üretkenliğin ve gücün yitimi... Güç ve yaratıcılık alt beyindedir ve eğer onu çocuk bırakırsanız, biter.

İnsanın yaradılışında sadizm ve mazoşizm var mı?

Eğer alt beynimiz çocuk ve ilkelse, mağara döneminin birtakım kaideleri ortaya çıkar. O dönemde daha tarım bile keşfedilmemiş olduğundan avcılık yapılıyordu ve hayat "saldır-parçala-ye!" komutasıydı. Bu komuta da alt beyin sisteminde noradrenalin denilen bir maddeden kaynaklanıyor. Bunun tersi de korku maddesi adrenalin. Genetik bilgi şifreleri atalarımızdan bize geçiyor. Sadomazoşistik ilişkinin temelinde bu dışarıya vuran ya da vuramayan noradrenalin ve adrenalin maddeleri söz konusu. Ya sadist, yani o agresiviteyi üst beyninde bastırmayan -sekste bile-, ya da mazoşist, yani o saldırganlığa karşı kendini korumak istemeyen, korkuyla karışık bir heyecan yaşayan.

Mazoşist rolü genelde kadında

Mazoşizm tutkuyu kamçılıyor mu?

Dikkatini çekmiştir, genelde mazoşist rolü kadında, sadist rolü erkektedir, Mağara döneminden beri rol dağılımı nedeniyle erkek dışarda, avda, kadın ise mağarada olur demiştik ya, dolayısıyla kadının alt beyni daha çok adrenalin, yani mazoşizm; erkeğin alt beyni de daha çok noradrenalin, yani sadizm salgılayacaktır. Bunu sekste yaşamak ilkelliktir, yani mağara döneminin kalıntılarına uymaktır, Peki, heyecan verir mi? Verir tabii!

Korku zevke nasıl dönüşüyor? Korku beyin İçin olumsuz bir mesaj değil mi?

Peki o zaman neden korku filmleri best-seller olsun?!

Doğru! Neden, bilmiyorum. Üstelik ben de severim korku filmlerini!

İnsanlar heyecan peşinde koşarken korkuya da ödün verir. Niye harpler bitmesin; bokslar, karateler giderek yaygınlaşsın ki?

Peki bu korku beynin neresine hoş geliyor, bizde neyi besliyor?

Çoğumuz doğanın kanunlarına uyrnayıp takıntılarımızla baş başa yaşadığımız için, beynimizdeki bu takıntıları besliyor, Çünkü takıntılar kendi içerisinde heyecan vericidir. Şuuraltında cinsel kimlik karmaşası varsa, o bir heyecan verir. Ama alt beynin doğasına indiğimiz zaman, orada heyecan yoktur, hakiki anlamda yaratıcılık ve güç vardır, Heyecanın ötesidir, Biz gücü kaybedip heyecan peşinde koştuğumuz için bütün bunlar moda gibi gözüküyor. Yani heyecan dediğimiz şey aslında takıntılarımızın beslenmesidir. Biz insanları psikoestetik felsefe başlığında alt beyinli, heyecanların, şeklin, paranın ö-tesindeki güzelliğe davet ediyoruz. Alt beyinde de heyecan ve duygu var; çok daha muhteşemi. Ama bu şekilde takıntıları beslemeyen. Mesela alt beyni açık insanların en müşterek özelliklerinden biri doğa sevgisidir.

Alt beyni açık iki insanın ilişkisi nasıl bir şey oluyor? Mesela, özgüven olduğu için paranoyaya yer olmuyor herhalde.

Çok enderdir böyle bir ilişki. Muhteşem bir şey olur ve bence hakiki aşk da budur. Alt beyni açık bir kadınla erkeğin alt beyinsel teması, hakiki anlamdaki mind-body ilişkisidir. O zaman yin-yang kavgası biter. Çünkü iki olgun alt beynin birbirine aktarmış olduğu şey yin-yang'ın bütünleşmesi, özdeşleşmesi, paylaşmasıdır, Ben bir gün böyle bir devreye gireceğimize inanıyorum, "insan beyninin aydınlanması" denilen bir sürü felsefe var ya, işte o budur. Mitolojik bir hikaye var; Vaktiyle Tanrıların canı sıkılmış, çünkü her şeyi beyin gücüyle elde ediyorlarmış. Kendilerini ikiye bölüp dünyaya yollamışlar; bir dişi, bir erkek. Dolayısıyla alt beynin derinliğindeki yin-yang bütünleşmesi o tanrının yeniden bir araya gelmesidir. Müthiş bir güçtür. Hatta eski Cabala öğretilerinde der ki, "Tanrının dişil yanı hep şeytanın etkisi altındadır,"

Kadın, şeytanın etkisi altında!

Neden?

Çünkü dişil yan, söylediğimiz nedenlerden dolayı daha çok rahim etkisi altında veya rahmi kullanma eğilimindedir ya, rahmi kullanma eğilimi bizi tanrının farkına varıldığı kodların öncesine düşürür; Mutlak rahim etkisi. Bunun anlamı da, -ilahi anlamda- iyi olmayan genetik kodlardır, çünkü daha tanrı keşfedilmemiştir. Onun için eski öğretiler hep tanrının dişil yanının şeytanın etkisinde olduğunu söyler. Buradaki mücadele, tanrının eril yanının dişil yanını şeytanın etkisinden kurtarmasıdır. Tabii bunlar kavramlar, sembollerdir; hakiki anlamda şeytan değildir bahsedilen. Bu sadece mutlak rahim etkisinin hastalık yapıcı etkisidir. Çünkü, mutlak rahim etkisi altındaki kadın, rahmi kullanır ve doğurur. Bîr müddet sonra çocuklar büyür, artık o rahim etkisine isyan etmeye başlarlar, o zaman da kadın hasta gibi olur.

Adem'le Havva olayında kışkırtıcı rolünün Havva'ya verilmesinin nedeni de böyle bir şey o zaman...

Evet. Artı, bütün kitaplarda geçen ortak hikayeye göre, Allah Adem'i yaratmış, sonra onun kaburgasından da Havva'yı. 5.000 yıl boyunca ilkel insanlar, doğurduğu için kadına tapınmış ya, bu olay da aslında -buna karşılık-erkeğe doğurganlık vermektir. Yoksa, n'olacak, tanrı dişiyi yaratır, dişi de erkeği doğururdu! Onun için, şuuraltımızı geçersek, ilkel bir libidoya geliriz, ilkel libidoda penis, vajina, klitoris, rahim gibi kavramlar geçerlidir. Ama ilkel libidoyu da geçip daha derinleşirsek, orada artık yin-yang bütünlüğü vardır. Hakiki anlamdaki aşk budur ve onun için çok önemlidir.

Gerçek aşkı bulmakta umutsuzluğa düşelim mi?!

Düşmeyelim, çalışalım! Çünkü beyin bilmi giderek ilerliyor ve bu söylediklerim de giderek daha çok insan tarafından anlaşılıyor. Günün birinde insanlık o seviyeye gelecek, buna kesinlikle inanıyorum. Ama yazılı tarihten itibaren 5.000 yıl yin, yani dişi, yani rahim hakimiyeti, yani anakraliçeye tapınmalar başlamış ve devam etmiş ya, 2.900 yıldır da erkek hakimiyeti devam etmeye çalışıyor. Demek ki, aşağı yukarı 2.100 yıl sonra dengeyi bulacağız!

Biz göremeyeceğiz yani!

Göremeyeceğiz, ama oraya doğru gidiyoruz, işte ancak o zaman gerçek anlamda gelişmiş insanlar toplumu olabileceğiz: Alt beyni olgun, savaşmayan ve özdeşleşen. Çünkü yin ve yang arasındaki dengesizlik, esasında harplerin temeli. Bu anlamda düşünürsen ve tarihi de bir incelersen, bunu göreceksin.

Friday, June 21, 2013

İktidar ve başarı beyinde uyuşturucu etkisi yaratıyor

İrlandalı nöropsikoloji uzmanı Prof. Dr. Ian Robertson*, güçlü bir kişisel yayım platformu olan WordPress'te yayımladığı "Türkiye Başbakanı Erdoğan 10 Yıllık Bir Hastalığın Etkisi Altında mı?" başlıklı makalesinde, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın 11 yıllık iktidarı süresince ele geçirdiği gücün, beyninde tahribat yaratmış olabileceğine işaret ediyor.

İstanbul- Robertson yazısında şöyle diyor: Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan 10 yılı aşkın bir süredir iktidarda. Bu süre içinde ülke ekonomisi güçlendi ve uluslararası alanda prestij kazandı.

Güç ve başarı. Bu ikisi, insanlık tarihi boyunca beyinde değişiklik yaptığı bilinen en güçlü haplarıdır. Kaldı ki hiçbir insanın beyni, bu iki ilacın yarattığı değişikliğe karşı direnemez ve bir daha eskisi gibi kalamaz.
Erdoğan’ın Gezi Parkı eylemlerine karşı sergilediği tepkilere bakınca onun da direnemediğini ve beninin sakatlandığını görüyoruz.

İktidar kokaine benzer

Gücün beyin üzerindeki etkileri kokain benzeri uyuşturucularla benzerlikler taşır: ikisi de beynin ödül ağında dopamin faaliyetlerini arttırarak beynin işlevini belirgin şekilde değiştirir. Bu değişiklikler aynı şekilde korteksi de etkiler ve düşünce şeklinde devasa farklılıklar yaratır. (Ian Robertson’ın kitabı: The Winner Effect: The Science of Success and How to Use It).
Kazanma Etkisi, biyolojide güçsüz düşmanlar karşısında birkaç kez galibiyet alan hayvanların, ileride karşılaşacakları daha güçlü hasımları ile girişecekleri mücadeleden büyük bir olasılıkla galip çıkacaklarını ifade eden bir terimdir. Aynı kavram insanlar için de geçerlidir. Başarı beynin kimyasını değiştirir. İnsanların daha iyi odaklanmasına, kurnaz davranmasına, kendine duyduğu güvenin artmasına ve daha saldırgan olmasına yol açar. Ne kadar çok kazanırsanız, sonrasında kazanma şansınız o kadar artar. Ancak bunun olumsuz yönleri de vardır; kazanma alışkanlığı bir süre sonra bağımlılık yaratabilir.
Fakat bu değişiklikler aynı zamanda insanları daha ben merkezci, öz eleştiriye kapalı, daha az kaygılı hale getirir. Ayrıca hata ve yanlışlıkları görme becerisini köreltir. Bütün bunların bir araya gelmesi bir lideri muhaliflerine ve eleştirilere karşı tahammülsüz kılar. İşte Erdoğan’ın eylemcilere karşı sergilemekte olduğu uzlaşmaz ve saldırgan tutumunun altına bu yatıyor. Sosyal medyanın bir “baş belası” olduğu yönündeki görüşlerinin de nedeni büyük bir olasılıkla budur.

Sınırsız gücün nörolojik etkileri

Sınırsız gücün beyin üzerindeki nörolojik etkileri, öz farkındalıktan sorumlu beyin bölgesinin baskılanmasında kendini belli eder. Erdoğan’da bu, muhakeme yetisinin 10 yıllık iktidarı boyunca bozulması şeklinde ortaya çıkıyor.

Genel kanıya göre hiçbir liderin muhakeme yetisi iktidarda bulunduğu 10 yılın sonunda aynı kalmaz; tam tersi büyük ölçüde bozulur. Bunun en güzel örneği Erdoğan’ın son Gezi Parkı eylemlerine karşı gösterdiği tepkidir. Kimse, ama hiç kimse bu nörolojik bozulmaya karşı koyamaz. İşte bu nedenle pek çok ülkede liderlerin iktidarda kalma sürelerinin maksimum 10 yıl ile sınırlandırılmış olması bir tesadüf değildir. ABD ve hatta Çin Cumhuriyeti’nde de bu böyledir.

Benden sonrası tufan

Bu nörolojik değişikliğin güçlü liderler üzerinde yarattığı”kibir”, Fransa’da XV. Louis’nin “apre moi le deluge- benden sonra tufan” sözlerinde vücut bulmuştur. Gücün beslediği bir başka yanılgı da vazgeçilmez olduğu inancıdır. Pek çok siyasi lider, bu hayalin etkisi ile koltuğu bırakmamak adına ülkede büyük bir karmaşayı, hatta iç savaşı bile göze alabilir. Bu liderler ülkelerinin bekası için kendilerine ihtiyaç duyulduğuna içten inanırlar ve bu işi de kendilerinden başka kimsenin yapamayacağını düşünürler.

Hubris Senrdomu ve belirtileri

İngiltere eski Dışişleri Bakanı Lord David Owen, iktidarda uzun süre kalan liderlerin beyinlerinde ortaya çıkan kişilik bozukluğuna işaret eden Hubris Sendromu-Kibir Sendromu () denilen nörolojik bozukluğa dikkat çekiyordu. Bu bozukluğa İngiliz eski başbakanlarından Tony Blair ve Margaret Thatcher’ın da yakalanmış olduğunu iddia ediyordu. Bu ikisi de 10 yıl başbakanlık yapmışlardı.
Owen’in ortaya attığı Kibir Sendromu’nun belirtileri şöyle:
• Dünyayı gücünü göstereceği ve başarı kazanacağı bir arena olarak görme eğilimine yol açan narsisistik yapı
• İmajına ve görüntüsüne aşırı önem verme
• Ülkesinin çıkarlarıyla kendininkileri bir görme
• Konuşurken kendisini “biz” sözcüğü ile tanımlama
• Kendi karar ve yargılarına aşırı güvenme; başkalarının önerilerine veya eleştirilerine katlanamama, küçümseme
• Kendisinin yalnızca Tarihe’e veya Tanrı’ya karşı sorumlu olduğunu düşünme; yargıya hesap verme zorunluluğundan muaf olduğuna inanma
• Gerçeklerden kopma eğilimi ve giderek yalnızlaşma.
• Hubristik Yetersizlik olarak nitelendirilen durumun ortaya çıkması. Bunun nedeni liderin kendine aşırı güvenmesi ve aldığı yanlış kararlar sonucu işlerin sarpa sarması

Böyle bir liderin önderliği ülkeye zarar verir

Robertson yazısını şöyle bitiriyor: “Türkiye Batılı devletler ve Ortadoğu için kritik öneme sahip bir ülkedir. Bu nedenle ülke istikrarının, gücün sakatladığı bir beyin tarafından tehdit edilmesine izin vermemek gerekir. Türkiye’nin çevresi, bu nöropsikolojik hastalığa yakalanmış liderler tarafından yönetildikleri için zayıf düşmüş ülkelerle sarılıdır. Bu nedenle dünyanın bunlara benzer başka bir ülkeye artık tahammülü yoktur..”


*Bilişsel sinirbilimci, klinik psikolog olan Profesör Ian Robertson, nöropsikoloji konusunda uluslararası saygınlığı olan bir uzmandır. Dublin’deki Trinity College’da psikoloji anabilim dalı öğretim üyesi ve Trinity College Sinirbilim Enstitüsü Kurucusudur. Robertson ayrıca İrlanda Bilimler Akademisi’ne seçilen ilk psikologdur.



Kibir sendromuna karşı önlem alınabilir mi?

Kibir sendromu’na yakalanmış insanların tedavi talebinde bulundukları görülmemiştir. Buna karşın depresyon, alkol ile ilgili sorunlar veya aile sorunlarıyla ilgili yardım talebinde bulunabilirler.

Zaman içinde kişilik bozukluklarının tedavisinden olumlu sonuçların alındığını gören kibir sendoromlu narsisistik kişiler, çevrelerinden daha yakın ilgi görebilmek umuduyla psikolojik destek arayışlarına girebilirler.
Aynı zamanda toplumda demokratik beklentiler arttıkça, siyasi liderler toplumun anayasa ile belirlenmiş demokratik sınırlarına çekilmek zorunda kalabilirler. Örneğin ABD liderleri 8 yıllık ile sınırlanmış başkanlık süresi karşısında bir dönem daha aday olma talebinde bulunamazlar.
Gücünün etkisiyle kibir sendromuna yakalanmış siyasi liderlerin ülkelerine verecekleri geri dönüşü olmayan hasarları önlemek için, bunların yaptıklarının hesabını verebilecekleri bir ortamın yaratılması gereklidir. Bu önlemlerden en önemlisi liderin yeniden seçilmesinin önünü kesmektir. Bir diğeri ise iktidarda kalma süresinin sabitlenmesidir. Örneğin ABD liderinin görev süresinin 4 yılla sınırlandırılmasıdır.
Bakanlar kurulunun kibir sendromunu baskılamakta çok da başarılı olmadıkları gözleniyor; bunun en önemli nedeni başbakan tarafından atanmış olmalarıdır. Ancak kuruldan tek bir kişinin istifası bile soruna dikkat çekip, kapalı kapılar ardında neler döndüğünü kamuoyunun bilgisine sunabilir.

Türkçesi: Reyhan Oksay
21 Haziran 2013

Monday, June 17, 2013

Politik Psikoloji Nedir?


 
Politik Psikoloji; İnsan düşünce, duygu ve davranışının siyasi hayata etkilerini konu alan ve siyasi bilimleri psikoloji aracılığı ile inceleyen, disiplinler arası akademik, bilimsel bir alandır. Politik psikoloji liderlerin karakterlerini, yöneten-yönetilen ilişkisini, halkın kendi içindeki ve ulusların birbirleriyle ilişkisini analiz eder. Toplumsal olaylara duyarlı olan ve gündemi takip eden politik psikoloji; psikolojik teoriyi politik olaylara bağlama amaçlı çalışmalar gerçekleştirir. Bu alan psikolojiyi ve toplumu birleştiren bir kesişim noktasıdır.
Politik Psikoloji Hangi Alanlarla Çalışır?
Politik Psikoloji geniş uygulama alanı olan bir bilim dalıdır. Siyasi bilimlerin yanı sıra; antropoloji, bilişsel psikoloji, gelişim ve kişilik psikolojisi, sosyal psikoloji, sosyoloji, psikiyatri, uluslar arası ilişkiler ve ekonomi, sanat ve felsefe gibi daha bağımsız alanlarla çalışmaktadır.
Politik Psikoloji Araştırma Alanları Nelerdir?
Bu alandaki araştırmaların başlıca konuları şunlardır:
• Etnik kimlik ve etniklik psikolojisi
• Terör ve teröristin kimliği
• Terörizm psikolojisi
• Büyük grupların ve liderlerin psikolojik motivasyonları
• Lider ve izleyen psikolojisi
• Toplumsal ve siyasal gelişmelerin psikodinamiği.
• Grup dinamikleri
• Kitle psikolojisi
• İç savaşlar, soykırım
• Toplumsal travmalar
• Göçmenlik ve göçün psikolojik açıdan incelenmesi
• Entegrasyon
• Medyanın siyasete ve politik davranışlara katkısı
• Ülke yönetiminde politik psikolojinin yeri ve önemi

Politik Psikoloji Uzmanı Ne Yapar?
Politik psikoloji uzmanları, siyasi bilimleri; seçmenler, kural yapıcılar, yerel ve ülkesel yönetimler, uluslar arası örgütler, siyasi partiler ve kuruluşlar mevcudiyetini göz önüne alarak analiz eder. Politik davranışların altında yatan dinamikleri ve bunların sonuçlarını inceler. Her ne kadar kelime anlamı olarak “politik psikoloji” psikoloji terimi üzerine vurgu yapıyor olsa da bu disiplin için belki de doğru terim “politikanın psikolojisi” olmalıdır. Böylece alanın disiplinler arası doğası daha net anlaşılmış olur.
Politik Psikologlar; siyaset ve diplomaside başarıyı arttırmak üzere bu alanda hizmet veren politikacılara ve diplomatlara, toplumsal olaylara bakışlarında ve değerlendirmelerinde psikolojik bir pencere açma noktasında hizmet vermektedir.
Siyaset gibi tüm varlığını “ilişki yönetimi” üzerine konumlandırması gereken bir sahada bu ilişkileri yönlendirecek, yönetecek, kriz anlarında çözüm sunabilecek analiz, çözümleme ve değerlendirmelerin etkililiği kaçınılmazdır. Bu noktada da politik psikoloji uzmanlarının bilgi ve deneyimlerine ihtiyaç duyulmaktadır.
Politik Psikoloji’nin Tarihsel Gelişimi
Politik psikoloji terimi ilk olarak Frankfurt Sosyal Araştırmalar Enstitüsü’nün çalışmaları ile ortaya çıkmıştır. Theodore Adorno, Horkheimer, H.Marcuse ve E. Fromm’un felsefeleri ile şekillenerek, özellikle Marksist felsefeye rağbet eden bu felsefecilerle, temelde Freudyen psikanaliz tekniklere dayalı olarak gelişmiştir. Frankfurt Okulu’nun kurucuları bir yandan Almanya’da I.Dünya Savaşı’ndan sonra demokratik ortamın iyi işlememesi, diğer yandan kapitalist üretim biçiminin geçirdiği değişimlere koşut olarak yeniden çözüm üretebilmek için, geleneksel disiplin sınırlarının ihlal edilmesi olgularına eğilmişlerdir. Bu nedenle ekonomiden psikolojiye, hatta iletişime kadar geniş inceleme alanlarında kavramsal çerçeve arayışına girmişlerdir.
Politik psikoloji kavramı oluştuğu günden bu yana dönemin politik ve ulusal yapısını, lider tutumlarını ve yönetim şekillerini dikkate alarak araştırma konularında değişiklikler göstermiştir. Bu dönemleri 3 ana kısımda sınıflandırmak mümkündür: İlk dönem kişilik ve kültür kavramlarının yoğun olarak incelendiği 1940&1950’ler; İkinci dönem politik tutumların ve oy kullanma davranışının incelendiği 1960&1970’ler; politik ideolojinin ve karar verme mefhumlarının hâkim olduğu üçüncü dönem ise 1980&1990’lardır.
İlk Dönem:
1940&50’leri kapsayan ilk dönemde politik kişilikler ve lider davranışları mevcut düzende etkisini hissettiren Marksist, davranışçı ve psikanalitik teoriler ışığında mercek altına alınmaktaydı. Politik psikoloji 1930’lara damgasını vuran ve bir Freudyen psikanaliz teorisi olan “erken çocukluk tecrübelerinin politik kişilik üzerine etkilerini” inceledi. Aynı dönemde çocukluk tecrübelerinin yanı sıra, içinde bulunulan kültürün de politik kişiliğe, düşüncelere ve davranışlara ne gibi etkilerde bulunduğu üzerine duruldu. Örneğin ulusal liderin dış politikada sergilediği agresif tutum; a) liderin çocukluğunda agresif davranışlarının sıkça ödüllendirilmiş olmasıyla (Davranışçılık Teorisi) b) ekonomik sebeplere bağlı kafa karışıklığının yaşanmasıyla (Marksist Teori) veya c) ‘baba’ faktörünün ‘dışgrup’ faktörüne taşındığı ödipal iki uçlulukla (Psikanalitik Teori) açıklanmaktaydı.
Bu dönemde politik psikoloji adına yapılan çalışmalarda; yazılı kayıtların analiz edilmesi, gözlem ve birebir mülakat metodları kullanılmıştır. Politik psikolojinin ilk döneminde kullanılan metodlar sonraki dönemlere göre daha az bilimsellik ve çeşitlilik içermekteydi. Bu dönemde “psikobiyografiler”, “psikohistoriler”, “ulusal karakterler” üzerine yazılar yazıldı. Adolf Hitler gibi döneme damgasını vuran otoriter rejim liderlerinin biyografileri Marksist, Neo-Freudyen ve ego psikolojisi çerçevesinden kaleme alındı (Erikson, 1950&Fromm,1973). Döneme politik liderlerin kişilik analizleri damgasını vurdu. Otoriter liderlerin asabi davranışlarını oluşturduğuna inanılan çocukluk dönemleri, babaları ile olan ilişkileri, aile yapıları analiz edilerek yönetimdeki tutumları incelenmiştir. Bu dönemde yapılan araştırma ve analizler sonucunda; politik kimliklerin toplum fertlerinin çocuk yetiştirme konusundaki pratiklerine ya da sosyoekonomik düzene bağlı olarak oluştuğunu ve tarihsel süreci önemli biçimde etkilediğine karar verilmişti. Bu dönemin önemli özelliklerinden birisi de analizi yapanların sadece psikoloji veya siyasi disiplinlerden gelmiyor olmasıydı. Benedict ve Whiting gibi antropologlar, filozoflar ve hatta müzikologlar bu alana katkıda bulundular.
İkinci Dönem:
1960&70’lere gelince politik psikoloji Davranış patolojisi ve politik kimler üzerinden politik davranış ve oy kullanma tutumları üzerine yoğunlaştı. Öznel yararlılık ve algının duyguları davranışları etkilediği teorisi öne sürüldü. Lazarsfeld, Berelson ve Lipset gibi dönemin önde gelen siyasi bilimler, psikoloji ve sosyoloji uzmanları oy kullanma davranışının kişilerin ait oldukları gruplara, toplumsal ve medya ile olan ilişkilerine bakılarak tahmin edilebileceğini öne sürdüler. 1930 Dünya Ekonomik Bunalımından önce seçimler insanların siyasi partileri desteklemesi takım tutmak gibi fanatizm ve eğlence gibi görülmekteydi. Dünya Bunalımı ve ulusal sosyalizimin baş göstermesinin ardından akademisyenlerin dikkatleri politik tutumlar ve oy kullanma davranışları üzerine yoğunlaştı. Yapılan araştırmalarda genelde anket soruları kullanıldı ve bu yolla halkın siyaset hakkındaki düşünceleri ve gözlemleri kaydedildi(Whyte,1943&Goffman,1959). Bu anlamda 60&70’lerin önceki döneme nazaran daha bilimsel yöntemler kullanmaya başladığı görülmektedir. Politik psikolojinin ikinci evresinde çalışmalar politikada bölücü davranışlara- savaş, ayaklanma ve suç gibi- odaklı ilerledi (Davies, Gurr, Singer&Small, Narol). Bunun yanı sıra yıkıcı karakterler, siyasi istikrar, politik davranışlarda uluslar arası farklılıklar, modernleşme, yaşam kalitesi üzerine çalışma ve analizler de gerçekleştirildi.
Üçüncü Dönem:
Politik psikoloji 1980&90’ları kapsayan üçüncü döneminde rotasını, kullandığı metodları ve teorileri değiştirdi. Bu dönemde ilgi alanı subject-matter focus ve politik yaşamda karar verme mekanizmalarını etkileyen algı ve içeriği olarak gözlemlendi(Axelrod,1976; Tversky&Kahnerman, 1983). Bu dönemde algının karmaşık yapısını anlamak için laboratuar deneylerinden faydalanıldı. Çocuklar ve yetişkinlerle derinlemesine görüşmeler yapılarak siyasi bilincin ve ideolojinin oluşumu incelendi (Coles, 1986; Reinarman, 1987) Tarihi olaylar analiz edilerek siyasi karar alınması aşamasına katkı sağlanmaya çalışıldı.
2000’den günümüze:
Monroe ve meslektaşlarının 2009 yılında yayımladığı Politik Psikoloji Nedir? (What's Political Psychology?) makalesine göre ise, 2000'li yıllardan sonra en çok çalışılan konular, eskiye göre yükseliş gösteren değerler, biliş, kimlik konuları olup, kişilik, uluslararası ve liderlik konuları daha önceki dönemlerdeki kadar çalışılmasa da önemini sürdürmektedir. Yayımlanan bilimsel makalelerde ise en sık kullanılan metotlar, 1970lerden bu yana artan bir eğilim gösteren anket (survey) ve geçmişe oranla çok daha sıklıkla kullanılan ve 2000li yılların en çok kullanılan ikinci araştırma yöntemi olan deneylerdir. Özellikle deneyin politik psikolojide bu derece sık kullanılmasında belki de psikoloji bilimindeki bilişsel, bilişsel sinirbilimsel paradigmalara kayışın rol oynadığı öne sürülebilir. Kalitatif (Nitel) çalışmaların sayısının azalması, kantitatif (nicel) çalışmaların sayısının giderek artması gözlemlenen başka bir durumdur. Monroe et.al'ın analizine göre, özellikle 2005 yılından sonra makalesi yayımlanan yazarların daha çok psikoloji disiplininden gelmeye başladıkları; psikologların daha çok “kişilik” ve “değerler” konularıyla ilgili yazarken, siyaset bilimcilerin “biliş” ve “liderler” konularında yazdıkları görülmektedir. Göze çarpan bir başka durum ise 2000li yıllarda psikanaliz'in çok az kullanılan bir yönteme dönüşmesidir. Gene bu durum, psikoloji bilimindeki daha pozitivist sayılabilecek bilişsel psikoloji paradigmasının dominant olması ile ilişkilendirilebilir. Görüldüğü üzere, 2000li yıllar bilişsel psikolojinin paradigma olarak daha dominant olduğu, kantitatif datalar ve deney metodlarının öne çıktığı belki de kimlik politikaları ve kimlik çatışmalarının da etkisiyle kimlik, değerler gibi konuların çalışıldığı bir dönem olmuştur. Psikolojideki trendin bilişsel psikolojiden bilişsel sinirbilimsel çalışmaların öne çıktığı, bilişin çeşitli teknolojik yöntemler (MR, EGG vs) ile çalışılmasının yeni eğilimleri oluşturduğu bu son yıllarda ve gelecekte ise, hâlâ çoğunluğunu siyaset bilimciler ve sosyal psikoloji disiplininden gelen akademisyenlerin oluşturmasına rağmen, bu yönde bir paradigma değişimine gidilip gidilmeyeceği bilinmemektedir.
Vamık Volkan’ın ve Ekopolitik’in Gayriresmi Diplomasi Çalışmaları: “Türkiye’nin Büyük Çatısı Faaliyetleri”
Politik psikoloji alanında yapılan akademik çalışmalardan ziyade saha çalışmaları da vardır. Bunun en yakın örneği Ekopolitik’in “Türkiye’nin Büyük Çatısı” adı altında ve Vamık Volkan’ın önderliğinde yürüttüğü gayriresmi diplomasi çalışmalarıdır. Prof.Vamık Volkan dünyadaki en saygıdeğer politik psikoloji teorisyenlerindendir ve konu ile alakalı onlarca kitap ve makalenin yazarıdır.
İlginçtir ki, Vamık Volkan kariyerine politik psikoloji alanında başlamadı. Kendisinin bu alana yönelmesi hiçbir zaman kişisel olarak tanımadığı zamanın Mısır Cumhurbaşkanı Enver Sedat’ın 1977 yılındaki İsrail ziyaretinde yaptığı konuşmasında kurduğu bir cümle ile oldu. Enver Sedat’ın, konuşmasında problemlerin yüzde yetmişinin psikolojik olduğunu vurgulaması üzerine Vamık Volkan’ın da içinde bulunduğu Amerikan Psikiyatri Derneği’nin bir komitesi uluslar arası ilişkilerin psikolojisini incelemekle görevlendirildi. O zamana kadar çalışmaları geleneksel psikanaliz yönünde olan Vamık Volkan, odak noktasını kitle psikolojisini anlamaya yöneltti ve 1987 yılında “Akıl ve İnsan Etkileşimi Araştırmaları Merkezi”ni kurdu. Vamık Volkan Araplar ve İsrailliler, Ruslar ve Estonyalılar, Türkler ve Yunanlılar, Türkler ve Ermeniler, Sırplar ve Hırvatlar, ve Gürcüler ve Güney Osetler gibi birçok düşman gruplar ile gayriresmi diplomasi çalışmaları yaptı. Akademik, diplomatik ve klinik manada birçok deneyimi ve engin bilgi birikimi olan Vamık Volkan, deneyimlerinin kendisine kazandırdıklarından da yararlanarak ortaya birçok politik psikoloji kaynağı çıkardı ve birçok defa Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterildi.
Uzun yıllar boyunca Vamık Volkan’ın çalışmalarını takip eden Ekopolitik Genel Koordinatörü Tarık Çelenk, 2005 yılında kendisiyle bağlantıya geçti. Tarık Çelenk’in; Vamık Volkan’ın ve politik psikoloji disiplininin Türkiye’nin sorunlarını çözmesine yardımcı olacağı inancı ve Vamık Volkan ile Ekopolitik’in birbirlerine karşılıklı güveni esasına dayanarak, birlikte gayriresmi diplomasi çalışmalarına başladılar. “Türkiye’nin Büyük Çatısı” olarak adlandırdıkları gayriresmi diplomasi çalışmaları Vamık Volkan’ın “Ağaç Modeli” teorisini temel alarak sürdürülüyor. TBÇ faaliyetleri, farklı gruplardan insanları bir araya getirerek aralarında dialog oluşmasını sağlamayı ve bu bağlamda yapıcı bir süreç geliştirmeyi amaçlıyor.
Ekopolitik “Politik Psikoloji Masası”nın Kuruluş Amacı
Politik Psikoloji Masası, politik psikoloji disiplinini tanıtmak ve alan ile ilgili güncel bilgilerin takibini sağlamak, Türkiye’de ve dünyada gerçekleşen siyasi ve toplumsal olayları psikoloji biliminin çeşitli alt dallarından yararlanarak derinlemesine analiz etmek ve bu bağlamda topluma faydalı olabilecek raporlar hazırlamak ve projeler üretmek, Ekopolitik’in Türkiye’nin Büyük Çatısı faaliyetlerinin politik psikoloji açısından değerlendirmesini yapmak, güncel olayları politik psikoloji perspektifinden inceleyip ilgilenenlere farklı bir bakış açısı kazandırmak, Türkiye’de politik psikoloji alanında yapılan çalışmaların çok sınırlı olduğunu düşünülerek konuyla ilgilenen üniversite öğrencileri başta olmak üzere herkese bu alanda kendini geliştirebilme, konunun uzmanları ile istişare edebilme ve fikirlerini hayata geçirebilme imkanlarını sağlamak amacıyla kurulmuştur.
Politik Psikoloji Masası Sorumluları: Rüveyda Çelenk, Merve Başyiğit, Meryem Mudara
Politik Psikoloji Masası Danışmanları: Prof. Vamık Volkan, Doç. Dr. Esra Çuhadar Gürkaynak

Kaynaklar:

İnan, Ece. (Ocak 18, 2011). Politik Psikoloji ve Siyasal İletişim. In Aktüelpsikoloji. Retrieved Nisan 20, 2011, from http://www.aktuelpsikoloji.com/haber.php?haber_id=9238.
McGuire, W. J. (1993). “The Political-Psychological Relationship: Three phases of a long affair.” In S. Iyengar, & W. J. McGuire (Eds.), Explorations in Political Psychology (pp. 9-35). Durham, NC: Duke University Press.
Monroe, Kristen Renwick, William Chiu, Adam Martin and Bridgette Portman.(2009).What Is Political Psychology. Perspectives on Politics, 7, pp. 859-882.
Sears, David O., Leonie Huddy, and Robert Jervis. 2003. “The Psychologies Underlying Political Psychology.” In Sears, Huddy, and Jervis. Oxford Handbook of Political Psychology. Oxford:
Oxford University Press.

Thursday, June 13, 2013

Erdoğan’ın dengesi bozuldu: Sıkıntısını gizleyemedi, hakaret etti, tehdit savurdu

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın  gündemi yine Gezi Parkı’ydı. Zayıflatılamayan Gezi Direnişi karşısında geri adım sinyalleri veren Erdoğan, “Orada illegal örgütler var. Haklarından geleceğiz” diye tehdit savurmayı da ihmal etmedi
AKP Belediye Başkanları toplantısında iktidarın kriz ve panik havasını yansıtan çelişkili ve saldırgan ifadeler sarf eden Tayyip Erdoğan, Gezi Parkı direnişçilerine, muhalefete, medyaya ve Avrupa Parlamentosu’na çattı. Erdoğan’ı alkışlamakta pek istekli davranmayan partililerin moralsizliği dikkat çekti.
Erdoğan 3 yurttaşının ölümü ve 5 binin üzerinde yurttaşın yaralanmasından bahsetmedi, yalnızca 600 polisin yaralandığını ve 1 polisin öldüğünü söyledi.
Erdoğan halihazırdaki Türkiye manzarasına hakim olan büyük halk direnişine karşı “marjinaller, teröristler, illegal örgütler” söylemini sürdürürken, hafta sonu Ankara ve İstanbul’da düzenlenecek  mitinglerle gerçek bir Türkiye manzarası sunacaklarını öne sürdü. AKP’nin bu mitinglerle hem iç motivasyonu sağlamayı hem de uluslararası alanda güçlü hükümet imajını korumayı hedeflediği anlaşılıyor.
24 saat mühlet tehdidi boş çıktı
AKM’yi yıkmakta ısrarlı olduklarını söyleyen Erdoğan AKM’de asılı bulunan “Hükümet istifa”, “Ya adalet, ya kıyamet”, “Boyun eğme”, “Sendikalar göreve, genel greve”, “Üniversite ayakta” gibi pankartlar için “paçavra” tanımlamasında bulundu ve övünerek “AKM’yi 24 saat içinde bu paçavralardan temizlenmesi için talimat verdim. Temizledik” dedi.
Oysa Erdoğan dünkü açıklamalarında 24 saat içinde “Park’ın temizleneceğini ve bu işin biteceğini” söylemişti.
Olmuyor, olamıyor, Gezi Direnişi büyüyor
Hükümetin direnişi bölme çabaları iki haftadır sonuç vermezken Erdoğan işe yaramayan “samimi çevreciler – marjinaller” edebiyatını sürdürdü.
“Samimi gençlere”, “yavrulara” seslendiğini söyleyen Erdoğan, “Siz oradan çekilin. Bizi illegal örgütlerle, teröristlerle karşı karşıya bırakın. Orayı temizleyelim sahibine verelim. Biz onların hakkından geliriz” tehditlerini savurdu.
Polise söz söyletmeyen Erdoğan, “Yakıp yıkmak suçtur” diyerek Gezi direnişçilerini hedef gösterdi.
Gezi Parkı’nı kendi gençliğinden çok iyi tanıdığını söyleyen Erdoğan, “Kimse bize Gezi Parkı ile ilgili ders vermeye kalkmasın” dedi. Tüccarların iş yapamaz hale geldiğini iddia eden Erdoğan, esnafın aksi yöndeki beyanlarına rağmen iddiasında ısrar etti.
Gezi Parkı’na Topçu Kışlası yapılmasıyla ilgili ilk defa konuştuklarında kendilerini 3 bin kişinin dinlediğini ve hepsinin çok memnun kaldığını belirten Erdoğan, sokaktaki milyonlarca “çapulcu”yu görmezden geldi.
İleri demokrasilerde biber gazı vardır
Biber gazının yasaklanması talebine ilişkin de açıklamalarda bulunan Erdoğan “İleri demokrasilerde biber gazı kullanılır. Evet” dedi. Erdoğan, biber gazı kullanmanın polisin en doğal hakkı olduğunu kaydetti.
‘Avrupa Parlamentosu haddini bilsin’
Erdoğan’ın hedefinde bir de Avrupa Parlamentosu vardı. “Bizle ilgili alacakları kararı tanımıyorum. Sizin haddinize mi?” diye konuşan Erdoğan, Türkiye’nin henüz Avrupa Birliği’ne üye olmadığını ve yalnızca müzakereci olduğunu bu nedenle kararlarına kimsenin karışamayacağını söyledi.
Demokrasi aşığı Erdoğan: “Ya evet diyeceksin, ya evet diyeceksin”
Konuşmanın bir diğer konusu ise “referandum”du. Kamu yoklaması yapılmasının mümkün olduğunu söyleyen ve sık sık demokrasi mücadelesi verdiklerini vurgulayan Erdoğan, tam olarak şu cümleyi de kurdu: “Ya referanduma evet diyeceksin ya uygulamamıza evet diyeceksin.”
Erdoğan’a göre ortada dava var ama konusu yok
Erdoğan bir yandan verilecek yargı kararını da beklediklerini belirtirken, bir yandan da yürütmeyi durdurma kararının verildiği günün manidar olduğunu ifade etti. Erdoğan, var olan bir idari işleme karşı açılan bir dava olmasına rağmen, “Ortada yapılmış bir ihale yok ki sen yürütmeyi durdurma kararı veriyorsun” diye konuşarak çelişkili açıklamalarına yenisini kattı.
 Sendika.Org

Wednesday, June 12, 2013

Gezi Parkı Direnişçilerine Tavsiyeler


Özetle pasif bir direniş sergilediğimizi ve bunun yorucu, sabır isteyen bir süreç olduğunu unutmayın, başınızı dik tutun ve iyi durumda olduğumuzu unutmayın.

1-) Moralinizi bozmayın.

Bunu sadece sizleri motive etmek ve yorulan ruhlarınızı rahatlatmak için söylemiyorum. Amacım bir durum tespitinde bulunmak. Direniş başarılı; park bizim, dünya sesimizi duydu ve AKP içinde bile süreç uzadıkça aklı selim sesler yükselmeye başladı.

2-) Birarada durduğumuz sürece birşey yapmaları mümkün değil!
Unutmayın poliste sizden korkuyor. Biliyorum kulağa komik geliyor ama bu kadar bomba atmalarının asıl sebebi bu. Biz onların olduğu tarafa baktığımız zaman 300-500 polis görüyoruz; onlar ise bizi sayamıyorlar

3-) Ellerindeki tek silah, korku. Vali, Emniyet Müdürü vb. bütün makamlar sizleri korkutacak açıklamalar yapacaklar. Amaç sizleri Gezi'den uzak tutmak ve direnişçileri ötekileştirmek. Kolay olmadığını biliyorum ancak galeyana gelmeyin ve sakın olun. Kalabalığın üzerine ateş filan açamazlar ancak sadece bunun korkusunu yaymaya çalışabilirler.

4-) Direnişin ana merkezinin Gezi Parkı olduğunu unutmayın.

Harbiye, İstiklâl vb. lokasyonlar yerine direkt, polisle de çatışmadan, Gezi'ye gelin. Sadece Divan tarafında kalmayın; Gezi'nin içerisinde AKM tarafına ilerleyin. Hepiniz yürürseniz yapabilecekleri pek fazla birşey yok. Burası kalabalık olduğu sürece Vali daha çok tweet atar.

5-) Gezi'de insanlar kötü durumda değil :)) En azından her zaman değil!

6-) Gaz bombası atıldığı zaman panik yapmayın. Tedbirli ama sakin olun.

Gazdan değil ancak izdihamdan çok daha fazla görebilirsiniz. Hazırlıklı gelin. İnsanları sakinleştirin, birbirinizin üzerine koşmayın. Gerektiğinde yardım isteyin karşılığını fazlasıyla alacaksınız :))

7-) Deprem çantanız gibi direniş çantanız da tabii ki hazır olsun; akşam için bir sandiviç, su, telefon şarjı, belki bir kazak, fener ama en önemlisi iyi bir gaz maskesi zaten zorunlu...

(Sirke ve limon asidik yapıda olduğu için gazın etkisini arttırıyor -deneyimle sabit- karbonatlı su, antiasit solusyonlu su ile yüzünüzü yıkayın en iyisi bu. Gerektiğinde kullanmak için basit astım ilaçları bulundurun yanınızda çünkü nefesiniz uzun süre kesilebiliyor!)

Kendinize ve çevrenize çok çok iyi bakın

Tuesday, June 11, 2013

“Biber gazı kanser yapabilir”




Alerji ve Astım Uzmanı Prof. Dr. Yonca Tabak, biber gazının maruz kalınma ve yoğunluğuna göre, canlılarda geçici veya kalıcı körlüğe neden olduğunu belirtti.

Taksim Gezi parkı ile başlayan ve ülkenin birçok şehrinde gelişen eylemler sırasında kullanılan biber gazı yeniden tartışma konusu oldu. Biber gazının maruz kalınma ve yoğunluğuna göre, canlılarda geçici veya kalıcı körlüğe neden olduğunu belirten Alerji ve Astım Uzmanı Prof. Dr. Yonca Tabak; “Biber gazı, özellikle göze temas ettikten hemen sonra gözün ön cephesine etki ederek yanma, batma, sulanma ve ardından da geçici veya kalıcı körlüğe neden olabiliyor” dedi.

Acı biber özütünden üretilen ve capsaicin adlı bir madde içeren biber gazının insan vücudunda kızarıklık, şişlik ve yanığa neden olduğunu söyleyen Prof. Dr. Yonca Tabak, “Tekrarlayan yoğun temaslar sonrasında ise, gözdeki kornea tabakasında hasarlar oluşturarak kalıcı körlüğe neden olabilir” diye konuştu.

ASTIM HASTALARI İÇİN TEHLİKE

Capsaicin adlı maddenin yangısal bir etki oluşturarak bronşları güçsüzleştirmesi sonucu öksürük, hırıltı, nefes darlığı durumlarının ortaya çıkacağını ifade eden Prof. Dr. Yonca Tabak, “Bu durumun geçmişte ölümle sonuçlandığı vakalar vardır. Biber gazının ani etkisi 30-45 dakika sürer. Zamanla saatler içinde azalarak sona erer. Süre kişiden kişiye değişmekle birlikte astımın ağırlık derecesine göre de farklılık gösterebilir. Bu nedenle biber gazına maruz kalan bir astım hastasına önlem olarak nefes açıcı ilacı bir an evvel uygulamak ve en yakın hastanede bir süre gözlem altında tutmak hayat kurtarıcı olacaktır” dedi.

Prof. Dr. Yonca Tabak, biber gazına yoğun şekilde maruz kalınması ve ağızda biriken capsaicin adlı maddenin yutulması durumunda astıma bağlı olarak mide zarında hassasiyet yaratan reflünün nefes darlığını daha da kötüleştireceğini belirtti.

Biber gazı temasından önce astım ile ilgili bir yakınma yaşamayan sağlıklı kişilerde de öksürük, nefes darlığı gibi sonuçların gelişebileceğinin unutulmaması gerektiğini ifade eden Prof. Dr. Yonca Tabak, “Bilimsel araştırmalar, biber gazına sık ve yoğun şekilde maruz kalanlarda kanser belirtilerinin ortaya çıkabileceğini gösteriyor” dedi.

NELER YAPILABİLİR?

Prof. Tabak, biber gazıyla temas anında yapılması gerekenler hakkında ise şunları söyledi.
1- Biber gazı suda erimeyen bir maddedir. Bu nedenle su ile yıkamak işe yaramaz.
2- Süte batırılmış bir havlu veya kumaş ile cilde ovalamadan tampon yapılması veya sütün yüze sprey halinde uygulanması ciltte batma hissini azaltacaktır.
3- Temas sonrası mümkün olduğunca cilt alanının ellenmemesi, ovuşturulmaması gerekir.
4- Biber gazı yağlı bir madde olduğundan hafif bir deterjan ya da bebek şampuanı kullanılarak soğuk su ile yıkamak ciltteki etkisini hafifletebilir. Sıcak su kesinlikle kullanılmamalıdır.
5- Temas sonrası sık sık gözkapakları kırpılarak gözyaşı ile maddenin uzaklaştırılmaya çalışılması gerekir. Gözlere saf gözyaşı damlası uygulanması da etkiyi kısmen hafifletecektir.
6- Astım teşhisi olan hastanın nefes açıcılarla ilk müdahale sonrası hızla en yakın hastaneye gözlem altında tutulmak üzere sevki uygun olur.
7- Biber gazına maruz kalma olasılığı olan bir alana zorunlu seyahat söz konusu ise astım hastalarının önceden koruyucu kortizonlu sprey ilaç kullanması tepkiyi hafifletecektir.

Monday, June 10, 2013

Muhalifler Esad’ın sarayını ele geçirdi!









Mehmet Serim

YDH Suriye Temsilcisi Mehmet Serim, Kuneytra’daki sınır kapısının kısa bir süre isyancıların eline geçmesine ilişkin haberlerin yansıtılış biçimini ve basının Suriye’deki gelişmelerle ilgili çarpıtıcı yaklaşımını değerlendirdi.
Başlığı garipsemeyin. Bizim basında buna benzer çok başlık var. 2 yıldan fazladır atılan başlıklar ve yapılan haberlerden sonra hala gazete aldığınıza, TV izlediğinize göre böyle bir başlığın doğru olduğunu düşündüm.
Sayın Alptekin Dursunoğlu ne düşünür bu konuda bilmem; ama YDH’nin reytingini arttırmak için bundan sonra biz de aynı başlıklardan kullanmalıyız.
“Esma Esad hamile, Esad karısına “seni seviyorum” dedi.
Esad’ın korkunç planı; Alevi Devleti kuracak.
Suriye’de stadyumlar Sünni hapishanelerine döndü.
Esad, Sünni kıyımı yapıyor.
Esad, Rus denizaltısında yaşıyor.”
Cevval basınımıza biraz da Suriye dışına sızmayan önemli gelişmeleri ana başlıklar halinde biz aktaralım:
“Esad ayran içmiyormuş da Enise Esad oğluna her sabah süt içiriyormuş.
Esma ile Enise birbirine girmişler. Esma Esad, kaynanası için “o burada olduğu sürece bu sarayda kalamam” demiş.”

Eveeet, bu tür bin bir “haberden” sonra güzide basınımız nihayet Kuneytra’yı da ele geçirdi!!!

Türk basını Kuneytra’yı nasıl ele geçirdi?

Azaz, Türkiye sınırında bir yerleşim birimi. Burada 2012’de çatışmaların yoğunlaştığı zaman Türkiye’de büyük gazetelerden sayılan Milliyet “Bir şehir böyle düştü” başlığını atmıştı.
İlçe tanımlaması ülkeden ülkeye farklılık gösterebiliyor. Nüfusu yaklaşık 50 bin olan Azaz’a biz de ilçe diyelim. Milliyet’in kendi okuyucusunu nasıl gördüğü o günlerde yayınladığı Aslı Aydıntaşbaş imzalı “Milliyet isyancıların merkezine girdi” başlıklı haberde daha da somutlaşmıştı.
Aslı hanıma o günlerde Azaz’ı fethetmesi için kimin yardım ettiğini bilmiyoruz; ama “özgürlük savaşçılarının” zorla başörtüsü taktırdıklarını kendisi anlatıyor.
Aslı hanım özgürlük savaşçılarının bu zorlamasını da şöyle açıklıyor: “Başımı kapattırdınız, yarın iktidara geldiğinizde insanların başını zorla kapatacak mısınız?” El Cevap: Hayır, herkes hür olacak; ama eğer başınızı kapatmazsanız ben iyi bir Müslüman olarak sürekli yere bakmak zorunda kalacağım!
Neden Milliyet ile giriş yaptık bu bölüme? Milliyet aynı tavrı Kuneytra meselesinde de sürdürdüğü için. Önce olay nedir, bir bakalım:
6 Haziran Perşembe sabahı Haaretz gazetesi İsrail ordu radyosuna dayanarak “Kuneytra’daki sınır kapısının muhaliflerin eline geçtiğini” bildirdi.
Yani ele geçirilen bir sınır kapısıydı. Bizdeki Cilvegözü/Bab el-Heva gibi bir kapı yani.
Dünya basını nasıl verdi bilmiyoruz; ancak bazı gazetelerin konu ile ilgili haberlerini okuduğumuz zaman bizim basınımızda cehalet ile karışık yalan haber verme hastalığının sürdüğüne bir kez daha şahit olduk.
Önce Milliyet’in konu ile ilgili haberlerine bakalım:
Başlık:İsyancılar Golan sınırını ele geçirdi[1]
Spot:Suriye’de Kusayr kentini kaybetmelerinin ardından isyancı güçler çatışmaların yoğunlaştığı, İsrail sınırında bulunan Kuneytra kentini ele geçirdi.
Haber:Aynı zamanda Golan Tepeleri’nin de bulunduğu sınır kapısında yaşananlar üzerine İsrail güvenlik nedeniyle kapılarını kapatma kararı aldı.
Milliyet’in haberine göre isyancı güçler Kuseyr” kentini” kaybetmelerinin ardından Kuneytra kentini ele geçirmiş. Güzel. Milliyet’in bir yenilgiyi başka bir “zafer” haberi ile kapatma çabasını anlıyoruz; ancak “bari doğru yazsanız da okuyucunuz da bilgilense” demeden de edemiyoruz.
Haberin devamında ise İsrail’in sınır kapılarını kapattığını görüyoruz.
Birincisi, İsrail ile Suriye arasında sınır kapısı yok. İki ülke birbirini tanımıyor.
İkincisi, arada tampon bölge var ve bu bölge BM’nin denetimi altında. Yani İsrail toprağı değil orası.
Üçüncüsü, “kapılar” yok, kapı var.
İkinci örneğimiz Star gazetesi. Star, Suriye haberlerinde en büyük başarıyı klasik “Esad, katliam yapıyor” haberlerinden birinde Ramazan Öztürk’ün ünlü Halepçe katliamının ardından çektiği fotoğrafı kullanarak gösterdi.
Star okuyucularının o zaman gazeteyi arayarak “para verip alıyoruz, bizi salak yerine koymaya hakkınız var mı?” diye tepki gösterip göstermediklerini bilmiyoruz; ama göstermiş olsalar bile Star yöneticilerinin bu tepkiden etkilenmediğini Kuneytra haberinde de gördük.
Star gazetesi sınır kapısı hikayesini “Son Dakika: Muhalifler Kuneytra’yı ele geçirdi” başlığı ile verdi. Star haberine kaynak olarak AA’yı göstererek şıracı-bozacı işbirliğinin güzel bir örneğini sergiledi.
Haberin twitter’dan verildiği orjinal cümle şu şekilde:
@haaretzcom: IDF confirms that Syria rebels seize Quneitra crossing on Israeli border in Golan Heights.
Yani, “İsrail ordusu Golan Tepeleri’nde İsrail sınırındaki Kuneytra kapısının isyancıların eline geçtiğini doğruladı.”
Star dış haberler bölümünde eminiz iyi İngilizce bilenler vardır. “Kapı”nın hangi aşamada “şehir” olduğunu bilmiyoruz.
Spot:Suriye muhaliflerin Golan tepelerinde bulunan tampon bölgeyi ele geçirdiği bildirildi. İsrail Ordusu’ndan yapılan açıklamada da muhaliflerin tampon bölgeyi ele geçirdiği doğrulandı.
Haber:Suriye İnsan Hakları İzleme Örgütü Başkanı Rami Abdurrahman, Suriyeli muhalif güçlerin Golan tepelerinin Suriye ile İsrail arasında bulunan tampon bölgeyi kontrol altına aldığını açıkladı.
Abdurrahman, “Suriye muhalefeti, Golan tepelerinde Kuneytra şehri yakınında bulunan sınırını ele geçirdi” dedi. Abdurrahman bölgede Suriye ordusu ile muhalifler arasında çatışmanın sürdüğünü ifade etti.[2]
Haberin içeriğine girdiğimiz zaman anlıyorsunuz ki ele geçirilen Kuneytra şehri değil tampon bölge. Üstelik “ele geçirme” ifadesi yerine “kontrol altına aldı” ifadesi kullanılmış. Tabii bu ifade de Star’ı kurtarmıyor. Çünkü haber doğru olsa bile muhalifler, BM kontrolü altındaki bir tampon bölgeyi işgal etmiş oluyor.
Daha sonraki “Suriye muhalefeti, Golan tepelerindeki Kuneytra şehri yakınında bulunan sınırını ele geçirdi” cümlesindeki anlatım bozukluğuna değinmiyor.
Daha sonraki bir haberinde ise, saçmalığı daha da ileriye götüren gazete bu kez, “Golan Tepeleri işgal altında” başlığını kullandı.
Habere girince Kuseyr’de çekildiği belli olan fotoğrafın kullanılmasını es geçip başlık ve içeriğe geliyoruz. (bazı cümleler):

Başlık:Kirli hesaplar

Suriye İnsan Hakları İzleme Örgütü Başkanı Rami Abdurrahman, muhaliflerin Golan Tepeleri’nde bulunan tampon bölgeyi ele geçirdiğini duyurdu.
Bu bilgi İsrail Ordusu tarafından da teyit edildi.
Ağırlıklı olarak Dürzi nüfusunun yaşadığı bölgelerde İsrail ordusu da alarma geçmiş durumda. İşgal altındaki toprakların bir kısmını İsrail daha sonra ilhak etmişti.[3]
İsrail’in Golan’daki “icraatlarına” daha sonra değineceğiz.
Haberdeki başlığı okuyunca sanırsınız “Golan’ı işgal eden İsrail değil, Suriye ordusu.” Starcılar bilmiyor olabilir; ama uluslararası hukuka göre Golan’da işgalci olan, kendi toprağını geri almak isteyen Suriye değil İsrail’dir. Üstelik BM kararlarına rağmen İsrail, bu bölgeyi boşaltmıyor.
Star gazetesi hangi kirli hesapları kastetti bilmiyoruz; ama böyle bir başlık da kullanılmış haberine. Kirli hesaplar!!!
Bu bölgede Dürziler de yaşıyor; ama Araplar, Türkmenler ve Çerkesler de var.

Kuneytra nerede?

Kuneytra, Şam’ın güneybatısında İsrail ile sınır. Aslında hukuken “İsrail’in işgal altında tuttuğu Golan ile sınır” demek daha doğru olur. Kuneytra, 1967 savaşında İsrail’in eline geçti. 1973 savaşında ise, Suriye şehrin bir kısmını geri aldı ancak birlikleri geri çekilirken Kuneytra’yı yerle bir etti. Tavanı ile tabanı bir olmuş yüzlerce ev ve harabeye dönmüş onlarca bina, cami, kilise, hastane, okul öylece duruyor.
Suriye yönetimi ise bu binaları yeniden imar etmek yerine tampon bölge içine alınan eski Kuneytra’nın Şam’a doğru yaklaşık 10-20 km gerisinde “Yeni Kuneytra’yı” kurdu.
Eski Kuneytra’yı da içine alan bölgede Suriye ile İsrail (işgal altındaki Golan) arasında ise bir tampon bölge bulunuyor. Burada BM gücü görev yapıyor.

Kapı nasıl bir kapı?

Haberlere konu olan kapı klasik sınır kapısı değil. Kuneytra’nın güneyinde yer alan ve Golan’a açılan BM denetiminde bir kapı. Bu kapı, Golan tarafında kalan birkaç köyde yaşayan Suriyelilerin yılda bir-iki kez yetiştirdikleri tarım ürünlerini Suriye’ye geçirmeleri için kullanılıyor. BM görevlilerinin de Suriye’ye geçiş kapısı burası. Kapının dışında diğer yerlerde ise mayın döşeli.
Peki, bu işlevsiz kapının bu kadar büyütülmesindeki amaç ne? Rakka’da olduğu gibi “muhalifler bir yeri ele geçirdi” yaygarası koparmak.

İsrail’in icraatları

Star gazetesi yıllardır işgalcinin İsrail olduğu gerçeği bilinmesine rağmen Suriye Devleti kendi sınır kapısını geri almak için operasyon yapınca (ve muhalifler yenilince) hazmedememiş olacak ki “Suriye’yi Golan’da işgalci” yapmış. Bu gazetecilik başarısına şapka çıkarmaktan başka ne gelir elden?
Üstelik İsrail bu bölgede (BM kararlarına rağmen) yıllardır sistematik hırsızlık yapıyor.
İsrail;
1-Golan’ı işgal altında tutuyor. BM’nin kararlarına rağmen bu bölgeyi boşaltmıyor.
2-Buraya yeni yerleşimciler getirdi ve halen getirmeye devam ediyor.
3-Kuneyta da dahil olmak üzere önceden döşediği 1 milyonun üzerinde mayının haritasını BM kararlarına rağmen Suriye’ye vermiyor. Bu mayınlar tarım arazilerinde de mevcut. Her yıl birkaç çocuğun ölümüne, birkaç kişinin de sakat (körlük, bacak-kol kopması vs) kalmasına yol açıyor. Çocukların çoğu oyuncak zannedip oynadıkları mayınlardan dolayı ölüyor. Ölen ya da sakat kalanların arasında Türkmenler de var.
4-Golan’daki yeraltı ve yerüstü su kaynaklarını hukuka aykırı şekilde kullanıyor. Üstelik Suriye sınırı yakınlarındaki kuyuları kurutuyor.
5-Yerüstü su kaynaklarının üzerine barajlar yapıyor. Bunun iki sebebi var:
a)Suyu İsrail tarafına yönlendirip Suriyeli çiftçileri susuz bırakarak tarımsal üretime darbe vurmak.
b) Barajlarda biriken suyu gerektiği zaman kullanarak Kuneytra’yı su altında bırakmak.
6-İsrail burada Suriyeli köylülerin yaptığı tarıma darbe vurmak için koskoca bir gölü kuruttu.
7-Buradaki Suriyeli köylüler elma başta olmak üzere tarımsal üretim ile geçiniyor ve BM gözlemcilerinin denetiminde her yıl ürünlerini Suriye tarafına gönderiyorlar.
[1]http://dunya.milliyet.com.tr/isyancilar-golan-sinirini-ele/dunya/detay/1719675/default.htm
[2]http://haber.stargazete.com/dunya/israil-kuneytrayi-ele-gecirdiler/haber-760264
[3]http://haber.stargazete.com/dunya/kirli-hesaplar/haber-760781

Tuesday, June 4, 2013

“Paolo Freire ve Ezilenlerin Pedagojisi”



 
Nuri Ersoy
Brezilyalı bir eğitimci olan Friere (1921-1997) alt-orta sınıf bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi, ancak ailesinin ekonomik durumunun giderek kötüye gitmesi nedeniyle yoksullukla küçük yaşta tanıştı. Hukuk, felsefe ve dil psikolojisi okudu. Baro sınavlarını verdikten sonra avukatlığı bırakarak ortaokullarda Portekizce öğretmenliği yapmaya başladı. 1946’da Brezilya’nın yoksul kuzey eyaletlerinden biri olan Pernambuco’da Eğitim ve Kültür Bakanlığı Sosyal Hizmetler Direktörü olarak çalışmaya başladı. Bu görevi sırasında yoksullarla ilgili edindiği deneyimler yoksulların eğitimi ve ihtiyaçlarına ilişkin düşüncelerinin temelini oluşturdu. 1961’de Recife Üniversitesi’nde Kültürel (Açık) Eğitim Bölümü’ne müdür olarak atandı. Burada kendi görüşlerini uygulamaya koymak için uygun bir fırsat buldu. 45 günde 300 tarım işçisine okuma-yazma öğretmesi sayesinde Brezilya hükümeti ülke çapında benzer ilkelerle çalışan binlerce kültür merkezi kurdurdu. 1964’deki askeri darbe sonrasında tutuklanıp sürgün edildi. 15 yılı sürgünde geçti. 1967’de ilk kitabı Bir Özgürleşme Pratiği Olarak Eğitim (Education as the Practice of Freedom), 1968’de ise Ezilenlerin Pedagojisi yayınlandı. İsviçre’de Dünya Kiliseler Birliği’nde eğitim danışmanlığı yaptı. 1980’de Brezilya’ya geri döndü ve Sao Paolo’da İşçi Partisi’ne katıldı. 1980-1986 arasında partide Yetişkin Eğitimi sekreteri olarak çalıştı. 1986’da Sao Paolo’da İşçi Partisi belediye seçimlerini kazanınca Freire şehrin Eğitim Sekreteri olarak atandı. 1991’de fikirlerini yaymak için Paulo Freire Enstitüsü kuruldu. Freire’nin düşünceleri, “düşmanını sev” öğütü veren Hristiyan özgürleşme teolojisi ile işçi dayanışmasını ön plana çıkaran Marksist perspektifin bir sentezine dayanmaktadır. 1997’de vefat etti
Ezilenlerin Pedagojisi
Freire’nin Ezilenlerin Pedagojisi adlı kitabı 1970 yılında yayınlandığından beri gerek eğitim gerekse siyasi eylem teorisi açısından devrim niteliğinde bir çalışma olarak değerlendirilmiştir. Freire, ezilenlerin kendilerini ezen ve bilinçlenmelerini engelleyen içsel ve dışsal yapıların üstesinden gelebilmeleri için bir “eylem teorisine” gereksinimleri olduğu tezinden hareket eder. Ezilenlerin kendi durumlarını içinden çıkılamaz bir durum olarak görmek yerine, “kısıtlayıcı ancak dönüştürülebilecek bir durum” olarak değerlendirmeleri gerekir. Bunun için ezenlerin ezilenler olmadan var olamayacaklarını görmeleri gerekir. Belki bu bilgi özgürleşmeyi sağlamaz ancak insanların kendilerini ve özgürleştirmek için mücadeleye katılmalarını sağlayan bir bağlam yaratır. Bilinçlenme ise ezilenlerin toplumsal, politik ve ekonomik çelişkilerin farkına varması bu gerçekliğin baskıcı öğelerine karşı eyleme geçmesi olarak tanımlanır. Bilinçlenmenin önemli bir diğer öğesi ise dünyayı dönüştürmek üzere anlamak ve eyleme geçmek olarak tanımlanan praxis’tir. Freire ezilenlerin pedagojisini “ezilmişliği ve bunun nedenlerini ezilenler için düşünce nesnesi haline getiren ve ezilenlerin kendi özgürleşmeleri için mücadeleye katılmalarını sağlayan” bir pedagojidir. Bu pedagoji mücadele içinde üretilir ve yeniden üretilir.”
Freire, diğer insanları ezenlerin kendilerini de insanlıktan çıkarttıklarını ve bu faaliyetlerinin kendi davranışlarını öz-yıkıcı bir hale getirdiğini görmelerini engellediğini, ezilenlerin hümanist görevlerinin hem kendilerini hem de kendilerini ezenleri özgürleştirmek olduğunu söyler. Ancak çoğu zaman ezilenler kendilerini özgürleştirmeye giriştiklerinde alt-ezici bir konuma kayarlar ve ezenlerle özdeşleşirler, çünkü kendilerini ezenlerin kişiliğinde “insanlık” modelini görürüler. Bu ezen imgesinin kültürel işgal sayesinde içselleştirilmesine dayanan “otoriter bir gelenektir” (prescription). Buna “kendini küçük görme” (self-depreciation) duygusu eşlik etmektedir. Bu duygu bir yanda ezenlerin yaşam tarzına öykünme, diğer yanda kendisinin buna ulaşmaktaki yetersizliğine ikna olmadan kaynaklanan bir utançtan kaynaklanır. Özgürleşme ezenlere ait bu imgeyi reddetmektir. Ancak bu kolay bir iş değildir, çünkü ezenlerden bir misilleme gelebilir. Bunun yanısıra misillemeden korkan ezilenler bir otosansür uygulayabilir. Hatta ezilenler birbirlerine saldırabilirler: Freire bunu “yatay şiddet” olarak adlandırmaktadır; bu şiddet ezilenlerin içine işlemiş olan ezen imgesinden kaynaklanmakta, aslında bir kendinden nefretle beslenmekte ve dönüştürücü eylemi felç edebilmektedir. Ezilenlerin bu varoluşsal dualitesi, yani “somut bir ezilmişlik ve şiddet durumu ile şekillenen ve bu durum içinde varlıklarını sürdüren, çelişki içindeki bölünmüş varlıklar olmaları”, kendilerini ezenleri ve kendi bilinçlerini somut olarak keşfedene dek kendi durumlarına ilişkin kaderci tutumlar geliştirmelerine neden olur. Bu keşfetme sürecinde ezilenlerin kendi pedagojilerinin geliştirilmesinde aktif olarak yer alırlar, bu pedagoji sayesinde hem kendilerinin, hem de kendilerini ezenlerin insanlıktan çıktıklarını keşfederler. Bu süreçte hiç kimse hakikati bildiğini iddia edemez, hakikati birlikte keşfederler. Herkesin kendi öznel hakikatlerini diğerleriyle paylaşması sayesinde nesnel hakikat bulunur.
Freire’ye göre ezilmişlik gerçekliğinin dönüştürülmesi önünde şu engeller mevcuttur:
1.  Ezilmişlerin durumunun tarihsel bir boyutu vardır ve bu iktidardakilerin şiddet eylemleri ile başlamıştır. Ezilenlerin şiddeti bu ilk şiddet eyleminin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Devrimci şiddet ya da direniş, barışı (ya da kanun düzenini) yeniden tesis etme iddiasındaki ezenler tarafından uygulanan şiddetle karşılaşır.
2. Ezilen/ezen çelişkisinin çözüldüğü durumlarda (örneğin devrimlerde) önceki ezenler kendilerini özgürleşmiş hissetmezler çünkü şimdi kendilerine göre barış içinde yaşama hakları (yani etraflarındaki her şeyi kendi hakimiyetlerinin nesnesine dönüştürme eğilimleri) ezilenlerin insaniyetlerini kazanma isteğine boyun eğmek durumundadır.
3. Ezenler genellikle cahaleti mutlaklaştırma eğilimindedirler. Ezilenlerin yeteneklerine karşı derin bir kuşku geliştirirler ve onları yetersiz görürler.
4. ?artlar izin verse bile, ezilmişlik durumunu reddettikleri ya da rasyonalize ettikleri için ezenlerle dürüst bir diyalog geliştirmek mümkün değildir.
Ezilmişlik gerçekliğinin dönüştürülmesinin önündeki bu engellerin üstesinden gelebilmek için Freire yine de diyalog yöntemini önerir. Ancak bu diyalog, ezilenleri kendi özgürleşmelerinin failleri haline getiren bir diyalog olmalıdır. Sloganlar ve bildiriler “ezilenleri evcilleştirme yoluyla özgürleştirmeye yarayan” monologlardır.
Söz (word) özgürleştirici dialogun özüdür ve sözün iki boyutu vardır: düşünce ve eylem. Eğer söz eylem boyutundan arındırılırsa boş bir gevezeliğe (verbalism) dönüşür, eğer yalnızca eylem boyutu vurgulanırsa söz aktivizme (eylem için eylem) dönüşür. Diayalog dünya üzerine düşünen (reflection) ve onu dönüştüren (transformation) bir söz içermelidir, dolayısıyla bir praxistir. Birisi kalkıp da diğerleri adına doğru bir söz söylediğini iddia edemez, çünkü doğru söz diğerleri adına, onlar için söylenemez, birlikte dialog yoluyla söylenir. Diyalog, diyaloğa katılanların düşünce ve eyleminin dönüştürülecek ve insanileştirilecek dünyayı birlikte ele aldıkları bir süreçtir, ve bu nedenle birilerinin kendi fikirlerini diğerlerine empoze ettiği bir eylem olamaz. Bir yaratım sürecidir ve bir grup insanın diğerleri üzerinde hakimiyet kurmasının bir aracı olamaz.
Dialog aynı zamanda dünya ve insanlara yönelik derin bir aşk olmadan gerçekleşemez. Hakimiyet ilişkisinde gerçek değil patolojik bir aşk vardır: Ezenlerin sadizmi ile ezilenlerin mazoşizmi. Gerçek aşk ise cesaret ve ezilenlerin davasına adanmışlıktır ve ancak ezilmişlik durumu ortadan kaldırıldığında bu durumun imkansız kıldığı gerçek aşka ulaşılabilir. Diyalog alçakgönüllülük, insanlığa, onun yaratıcı gücüne ve insanca yaşama isteğine inanç olmadan da olmaz.
Dolayısıyla diyalog aşk, alçakgönüllülük ve inanç üzerine kurulduğunda yatay bir ilişki haline gelir ve diyaloğa katılanların karşılıklı güveni bu temelin mantıksal bir sonucu olur. “İnsanlardaki inanç bu dialogun a priori koşuludur, güven ise diyalog ile oluşur.” Umut dolu diyalogun bizzat kendisi devrimci eylemdir.
Son olarak eleştirel düşünce olmadan gerçek diyalog da olamaz. Ancak eleştirel düşünce içeren bir diyalog eleştirel düşünce üretebilir. Halkın ampirik bilgisinin eğitmenin eleştirel bilgisi ile kesiştiği noktada içinde bulunulan gerçekliğin nedenlerine ilişkin bilgi ortaya çıkar. Freire özgürleştirici eğitimin diyaloğa dayalı bu yanını vurgulamak için “öğrenci” ve “öğretmen” gibi geleneksel roller yerine “öğretmen-öğrenci” ve “öğrenci-öğretmenler” gibi terimler kullanmaktadır.
Birçok devrimci politik program ve eğitim programı, bunları hazırlayanların gerçeklik hakındaki kendi kişisel görüşlerini yansıttığı ve bu programların yöneldiği insanların durumunu dikkate almadığı için başarısız olmuştur. Gerçek hümanist eğitimciler için ise eylemin amacı insanları değil, insanlarla birlikte gerçekliği dönüştürmektir. Devrimciler ve devrimci eğitimciler kitlelere “kurtuluş” mesajı ile gitmemeliler, diyalog yoluyla nesnel durumlarını ve bu durum hakkındaki farkındalıklarını öğrenmeye çalışmalıdırlar. Eğitimin ya da politik eylemin başlangıç noktası insanların arzularını yansıtan mevcut varoluşsal somut durumları olmalıdır. Belli çelişkiler yardımıyla bu durumu üzerinde düşünülmesi ve eylemle dönüştürülmesi gereken bir durum olarak ortaya koymalıdır.
Freire’ye göre ezilenlerin bilinçlenmesinin önündeki en önemli engellerden biri bankacı eğitim modelidir. Bankacı eğitimde öğretmen öğrenme sürecinin öznesidir ve öğrenciler de bilgi depolanan kaplardır. Kolayca dolan öğrenciler iyi öğrenciler olarak değerlendirilir, dolmaya direnç gösteren öğrenciler ise “problemli” öğrencilerdir. Bankacı eğitim ezici bir topluma hizmet eder: Gerçekliği “insanların seyirci olarak adapte olmaları gereken bir şey” olarak mitleştirir, öğrencileri nesneleştirir, yaratıcılığı engeller, diyalog geliştirmeye karşı direnç oluşturur, insanların tarihsel varlıklar olduğunu teslim etmez.
Özgürlükçü eğitim ise insanların tarihselliğini başlangıç noktası olarak ele alır, gerçekliğin mitleştirilmesini tersine çevirip gerçekliği sorunsallaştırarak işe başlar, insanların kendi düşüncelerinde ya da yoldaşlarının düşüncelerinde açık ya da gizli olarak içerilen dünya görüşlerini tartışmalarını sağlayarak kendi düşüncelerinin efendileri olmalarını hedefler. Diyaloğu gerçekliği idrak etmenin vazgeçilmez bir koşulu olarak ortaya koyar ve öğrencileri eleştirel düşünürler olmaya teşvik eder. Öğretmenler ve araştırmacılar da, böylesi bir sorunsallaştıcı eğitim programını yürütebilmek için patron gibi değil ezilenlerle birlikte araştırma yapan araştırmacılar gibi davranmalıdır. Bunun için de her şeyden önce bir cemaatte insanların yaşantıları için en fazla öneme haiz temaların ne olduğunu öğrenerek işe başlamalıdırlar. Bu temalar, karşıtlarıyla diyalektik bir bütün oluşturan karmaşık fikirler, kavramlar, ümitler, kuşkular, değerler ve insanların tam olarak insanlaşmalarının önündeki engellerdir. Bu tarihsel temalar hiç bir zaman izole, bağımsız ve bağlantısız değildir, karşıtları ve antitezleri ile birlikte bulunurlar ve karşılıklı karmaşık etkileşimleri çağın “tematik evrenini” meydana getirir. Bu diyaleklik çelişkiler içindeki bu “tematik evren” ile karşı karşıya kalan insanlar da temalarla karşı karşıya kalan insanlar da çelişki içindeki konumları benimserler: bazıları varolan yapıları korumaya çalışır, diğerleri ise bunları değiştirmeye. Bu temalar ya da gerçeliğin kendisi mitleştirilirse ve irrasyonel ve sekter bir düşünsel iklim oluşursa gerçekliğin ifade biçimleri olan bu temalar arasındaki antagonizm daha da derinleşir. Bu durumda mitler yaratan irrasyonalitenin kendisi başlıbaşına bir tema haline gelir. Buna karşı çıkan tema ise daha dinamik ve eleştirel bir dünya görüşü sunar, mitlerin maskesini düşürmeyi, gerçekliği açığa çıkarmayı ve insanların özgürleşmesi lehine gerçekliği sürekli olarak dönüştürmeyi amaçlar. Çağımızın temel temaları tahakküm ve onun karşıtı olan özgürleşmedir
Bu tematik araştırma insanların ya da halkların evrenlerini ve bu evrenin “sınır durumlarını” (limit situations) açığa çıkarır. Sınır durum, içinde bulunulan gerçekliğin mitleştirilmesi sonucu aşılamaz olarak görülen sınırlardır. Halbuki bu sınırlar tarihsel olarak oluşmuştur ve insan düşünce ve eyleminin bir sonucudur. İnsanlar mitleşleştirdikleri bu sınır durumuları aşamazlar ve bu sınırların ötesindeki denenmemiş olasılığı (untested feasibility) göremezler.
Diyalogcu öğretmen bu evreni bir sorunsal olarak tarif eder, çelişkileri sorgular, bunları çeşitli yorumlama düzeyleri gerektiren belli resimler ya da metinler içinde kodlar ve gerçekliği kendi kritik düşüncesini yansıtan “idrak edilebilir bir nesne” haline getirir. Bunu yapmak propagandadan çok farklıdır çünkü öğretmenin kendisinin de gerçekliğin neden o kadar “anlaşılmaz” olduğunu idrak etmesini sağlar. Bu kodlama pratiği ile katılımcılar kendi gerçekliklerini oluşturan temaları dışşallaştırırlar, bunu yaparken de bizzat kendilerinin o anda analiz edilen durumu tecrübe ederken nasıl davrandıklarını görürler ve böylece “daha önceki idraklarının idrakına varırlar”. Bu idraka ulaştıklarında gerçekliği daha farklı idrak etmeye başlarlar ve idraklarının ufku genişlemeye başlar.
Freire’nin pedagojisi hem ezilen insanlar hem de ezilen halklar için geçerlidir. Ezilen bir insan kendi gerçekliğini dönüştürmenin öznesi haline gelebiliyorsa ezilen halklar da ekonomik bağımlılığın ezici bağlarından kurtulmayı öğrenebilirler.
Freire’nin pedagojisi kendilerini ezilenlerin davasına adamış aktivistlerin örgütlenme pratiği açısından son derece önemli bir çalışma olarak değerlendirilmelidir. Bunun yanısıra alternatif ve özgürlükçü eğitim pratiklerinin örgütlenmesi açısından da belli içerimleri olan bir kitaptır. Ancak Freire’nin diyalog yönetemi, eleştirelliği törpülenerek dönüştürücü içeriğinden boşaltıldığında tüm özünü kaybedip bir arınma (chatarsis) pratiği haline dönüştürülebilir.
 

KAYNAK: BGST Kuramsal Eğitim Araştırma Birimi, http://www.bgst.org/keab/ne150306.asp