Brezilyalı bir
eğitimci olan Friere (1921-1997) alt-orta sınıf bir ailenin çocuğu olarak
dünyaya geldi, ancak ailesinin ekonomik durumunun giderek kötüye gitmesi
nedeniyle yoksullukla küçük yaşta tanıştı. Hukuk, felsefe ve dil psikolojisi
okudu. Baro sınavlarını verdikten sonra avukatlığı bırakarak ortaokullarda
Portekizce öğretmenliği yapmaya başladı. 1946’da Brezilya’nın yoksul kuzey
eyaletlerinden biri olan Pernambuco’da Eğitim ve Kültür Bakanlığı Sosyal
Hizmetler Direktörü olarak çalışmaya başladı. Bu görevi sırasında yoksullarla
ilgili edindiği deneyimler yoksulların eğitimi ve ihtiyaçlarına ilişkin
düşüncelerinin temelini oluşturdu. 1961’de Recife Üniversitesi’nde Kültürel
(Açık) Eğitim Bölümü’ne müdür olarak atandı. Burada kendi görüşlerini uygulamaya
koymak için uygun bir fırsat buldu. 45 günde 300 tarım işçisine okuma-yazma
öğretmesi sayesinde Brezilya hükümeti ülke çapında benzer ilkelerle çalışan
binlerce kültür merkezi kurdurdu. 1964’deki askeri darbe sonrasında tutuklanıp
sürgün edildi. 15 yılı sürgünde geçti. 1967’de ilk kitabı Bir Özgürleşme
Pratiği Olarak Eğitim (Education as the Practice of Freedom), 1968’de ise
Ezilenlerin Pedagojisi yayınlandı. İsviçre’de Dünya Kiliseler Birliği’nde
eğitim danışmanlığı yaptı. 1980’de Brezilya’ya geri döndü ve Sao Paolo’da İşçi
Partisi’ne katıldı. 1980-1986 arasında partide Yetişkin Eğitimi sekreteri
olarak çalıştı. 1986’da Sao Paolo’da İşçi Partisi belediye seçimlerini
kazanınca Freire şehrin Eğitim Sekreteri olarak atandı. 1991’de fikirlerini
yaymak için Paulo Freire Enstitüsü kuruldu. Freire’nin düşünceleri, “düşmanını
sev” öğütü veren Hristiyan özgürleşme teolojisi ile işçi dayanışmasını ön plana
çıkaran Marksist perspektifin bir sentezine dayanmaktadır. 1997’de vefat etti
Freire’nin Ezilenlerin
Pedagojisi adlı kitabı 1970 yılında yayınlandığından beri gerek eğitim gerekse
siyasi eylem teorisi açısından devrim niteliğinde bir çalışma olarak
değerlendirilmiştir. Freire, ezilenlerin kendilerini ezen ve bilinçlenmelerini
engelleyen içsel ve dışsal yapıların üstesinden gelebilmeleri için bir “eylem
teorisine” gereksinimleri olduğu tezinden hareket eder. Ezilenlerin kendi
durumlarını içinden çıkılamaz bir durum olarak görmek yerine, “kısıtlayıcı
ancak dönüştürülebilecek bir durum” olarak değerlendirmeleri gerekir. Bunun
için ezenlerin ezilenler olmadan var olamayacaklarını görmeleri gerekir. Belki
bu bilgi özgürleşmeyi sağlamaz ancak insanların kendilerini ve özgürleştirmek
için mücadeleye katılmalarını sağlayan bir bağlam yaratır. Bilinçlenme ise
ezilenlerin toplumsal, politik ve ekonomik çelişkilerin farkına varması bu
gerçekliğin baskıcı öğelerine karşı eyleme geçmesi olarak tanımlanır.
Bilinçlenmenin önemli bir diğer öğesi ise dünyayı dönüştürmek üzere anlamak ve
eyleme geçmek olarak tanımlanan praxis’tir. Freire ezilenlerin pedagojisini
“ezilmişliği ve bunun nedenlerini ezilenler için düşünce nesnesi haline getiren
ve ezilenlerin kendi özgürleşmeleri için mücadeleye katılmalarını sağlayan” bir
pedagojidir. Bu pedagoji mücadele içinde üretilir ve yeniden üretilir.”
Freire, diğer
insanları ezenlerin kendilerini de insanlıktan çıkarttıklarını ve bu
faaliyetlerinin kendi davranışlarını öz-yıkıcı bir hale getirdiğini görmelerini
engellediğini, ezilenlerin hümanist görevlerinin hem kendilerini hem de
kendilerini ezenleri özgürleştirmek olduğunu söyler. Ancak çoğu zaman ezilenler
kendilerini özgürleştirmeye giriştiklerinde alt-ezici bir konuma kayarlar ve
ezenlerle özdeşleşirler, çünkü kendilerini ezenlerin kişiliğinde “insanlık”
modelini görürüler. Bu ezen imgesinin kültürel işgal sayesinde
içselleştirilmesine dayanan “otoriter bir gelenektir” (prescription). Buna
“kendini küçük görme” (self-depreciation) duygusu eşlik etmektedir. Bu duygu
bir yanda ezenlerin yaşam tarzına öykünme, diğer yanda kendisinin buna
ulaşmaktaki yetersizliğine ikna olmadan kaynaklanan bir utançtan kaynaklanır.
Özgürleşme ezenlere ait bu imgeyi reddetmektir. Ancak bu kolay bir iş değildir,
çünkü ezenlerden bir misilleme gelebilir. Bunun yanısıra misillemeden korkan
ezilenler bir otosansür uygulayabilir. Hatta ezilenler birbirlerine
saldırabilirler: Freire bunu “yatay şiddet” olarak adlandırmaktadır; bu şiddet
ezilenlerin içine işlemiş olan ezen imgesinden kaynaklanmakta, aslında bir
kendinden nefretle beslenmekte ve dönüştürücü eylemi felç edebilmektedir.
Ezilenlerin bu varoluşsal dualitesi, yani “somut bir ezilmişlik ve şiddet
durumu ile şekillenen ve bu durum içinde varlıklarını sürdüren, çelişki
içindeki bölünmüş varlıklar olmaları”, kendilerini ezenleri ve kendi bilinçlerini
somut olarak keşfedene dek kendi durumlarına ilişkin kaderci tutumlar
geliştirmelerine neden olur. Bu keşfetme sürecinde ezilenlerin kendi
pedagojilerinin geliştirilmesinde aktif olarak yer alırlar, bu pedagoji
sayesinde hem kendilerinin, hem de kendilerini ezenlerin insanlıktan
çıktıklarını keşfederler. Bu süreçte hiç kimse hakikati bildiğini iddia edemez,
hakikati birlikte keşfederler. Herkesin kendi öznel hakikatlerini diğerleriyle
paylaşması sayesinde nesnel hakikat bulunur.
Freire’ye göre
ezilmişlik gerçekliğinin dönüştürülmesi önünde şu engeller mevcuttur:
1. Ezilmişlerin durumunun tarihsel bir boyutu
vardır ve bu iktidardakilerin şiddet eylemleri ile başlamıştır. Ezilenlerin
şiddeti bu ilk şiddet eyleminin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Devrimci
şiddet ya da direniş, barışı (ya da kanun düzenini) yeniden tesis etme
iddiasındaki ezenler tarafından uygulanan şiddetle karşılaşır.
2. Ezilen/ezen çelişkisinin çözüldüğü durumlarda
(örneğin devrimlerde) önceki ezenler kendilerini özgürleşmiş hissetmezler çünkü
şimdi kendilerine göre barış içinde yaşama hakları (yani etraflarındaki her
şeyi kendi hakimiyetlerinin nesnesine dönüştürme eğilimleri) ezilenlerin
insaniyetlerini kazanma isteğine boyun eğmek durumundadır.
3. Ezenler genellikle cahaleti mutlaklaştırma
eğilimindedirler. Ezilenlerin yeteneklerine karşı derin bir kuşku geliştirirler
ve onları yetersiz görürler.
4. ?artlar izin verse bile, ezilmişlik durumunu
reddettikleri ya da rasyonalize ettikleri için ezenlerle dürüst bir diyalog
geliştirmek mümkün değildir.
Ezilmişlik
gerçekliğinin dönüştürülmesinin önündeki bu engellerin üstesinden gelebilmek
için Freire yine de diyalog yöntemini önerir. Ancak bu diyalog, ezilenleri
kendi özgürleşmelerinin failleri haline getiren bir diyalog olmalıdır. Sloganlar
ve bildiriler “ezilenleri evcilleştirme yoluyla özgürleştirmeye yarayan”
monologlardır.
Söz (word)
özgürleştirici dialogun özüdür ve sözün iki boyutu vardır: düşünce ve eylem. Eğer söz eylem boyutundan arındırılırsa boş bir gevezeliğe
(verbalism) dönüşür, eğer
yalnızca eylem boyutu vurgulanırsa söz aktivizme (eylem için eylem) dönüşür.
Diayalog dünya üzerine düşünen (reflection) ve onu dönüştüren (transformation)
bir söz içermelidir, dolayısıyla bir praxistir. Birisi kalkıp da diğerleri
adına doğru bir söz söylediğini iddia edemez, çünkü doğru söz diğerleri adına,
onlar için söylenemez, birlikte dialog yoluyla söylenir. Diyalog, diyaloğa
katılanların düşünce ve eyleminin dönüştürülecek ve insanileştirilecek dünyayı
birlikte ele aldıkları bir süreçtir, ve bu nedenle birilerinin kendi
fikirlerini diğerlerine empoze ettiği bir eylem olamaz. Bir yaratım sürecidir
ve bir grup insanın diğerleri üzerinde hakimiyet kurmasının bir aracı olamaz.
Dialog aynı
zamanda dünya ve insanlara yönelik derin bir aşk olmadan gerçekleşemez.
Hakimiyet ilişkisinde gerçek değil patolojik bir aşk vardır: Ezenlerin sadizmi
ile ezilenlerin mazoşizmi. Gerçek aşk ise cesaret ve ezilenlerin davasına
adanmışlıktır ve ancak ezilmişlik durumu ortadan kaldırıldığında bu durumun
imkansız kıldığı gerçek aşka ulaşılabilir. Diyalog alçakgönüllülük, insanlığa,
onun yaratıcı gücüne ve insanca yaşama isteğine inanç olmadan da olmaz.
Dolayısıyla
diyalog aşk, alçakgönüllülük ve inanç üzerine kurulduğunda yatay bir ilişki
haline gelir ve diyaloğa katılanların karşılıklı güveni bu temelin mantıksal
bir sonucu olur. “İnsanlardaki inanç bu dialogun a priori koşuludur, güven ise
diyalog ile oluşur.” Umut dolu diyalogun bizzat kendisi devrimci eylemdir.
Son olarak
eleştirel düşünce olmadan gerçek diyalog da olamaz. Ancak eleştirel düşünce
içeren bir diyalog eleştirel düşünce üretebilir. Halkın ampirik bilgisinin
eğitmenin eleştirel bilgisi ile kesiştiği noktada içinde bulunulan gerçekliğin
nedenlerine ilişkin bilgi ortaya çıkar. Freire özgürleştirici eğitimin diyaloğa
dayalı bu yanını vurgulamak için “öğrenci” ve “öğretmen” gibi geleneksel roller
yerine “öğretmen-öğrenci” ve “öğrenci-öğretmenler” gibi terimler
kullanmaktadır.
Birçok devrimci
politik program ve eğitim programı, bunları hazırlayanların gerçeklik hakındaki
kendi kişisel görüşlerini yansıttığı ve bu programların yöneldiği insanların
durumunu dikkate almadığı için başarısız olmuştur. Gerçek hümanist eğitimciler
için ise eylemin amacı insanları değil, insanlarla birlikte gerçekliği
dönüştürmektir. Devrimciler ve devrimci eğitimciler kitlelere “kurtuluş” mesajı
ile gitmemeliler, diyalog yoluyla nesnel durumlarını ve bu durum hakkındaki
farkındalıklarını öğrenmeye çalışmalıdırlar. Eğitimin ya da politik eylemin
başlangıç noktası insanların arzularını yansıtan mevcut varoluşsal somut
durumları olmalıdır. Belli çelişkiler yardımıyla bu durumu üzerinde düşünülmesi
ve eylemle dönüştürülmesi gereken bir durum olarak ortaya koymalıdır.
Freire’ye göre
ezilenlerin bilinçlenmesinin önündeki en önemli engellerden biri bankacı eğitim
modelidir. Bankacı eğitimde öğretmen öğrenme sürecinin öznesidir ve öğrenciler
de bilgi depolanan kaplardır. Kolayca dolan öğrenciler iyi öğrenciler olarak
değerlendirilir, dolmaya direnç gösteren öğrenciler ise “problemli”
öğrencilerdir. Bankacı eğitim ezici bir topluma hizmet eder: Gerçekliği
“insanların seyirci olarak adapte olmaları gereken bir şey” olarak mitleştirir,
öğrencileri nesneleştirir, yaratıcılığı engeller, diyalog geliştirmeye karşı
direnç oluşturur, insanların tarihsel varlıklar olduğunu teslim etmez.
Özgürlükçü
eğitim ise insanların tarihselliğini başlangıç noktası olarak ele alır,
gerçekliğin mitleştirilmesini tersine çevirip gerçekliği sorunsallaştırarak işe
başlar, insanların kendi düşüncelerinde ya da yoldaşlarının düşüncelerinde açık
ya da gizli olarak içerilen dünya görüşlerini tartışmalarını sağlayarak kendi
düşüncelerinin efendileri olmalarını hedefler. Diyaloğu gerçekliği idrak
etmenin vazgeçilmez bir koşulu olarak ortaya koyar ve öğrencileri eleştirel
düşünürler olmaya teşvik eder. Öğretmenler ve araştırmacılar da, böylesi bir
sorunsallaştıcı eğitim programını yürütebilmek için patron gibi değil
ezilenlerle birlikte araştırma yapan araştırmacılar gibi davranmalıdır. Bunun
için de her şeyden önce bir cemaatte insanların yaşantıları için en fazla öneme
haiz temaların ne olduğunu öğrenerek işe başlamalıdırlar. Bu temalar,
karşıtlarıyla diyalektik bir bütün oluşturan karmaşık fikirler, kavramlar,
ümitler, kuşkular, değerler ve insanların tam olarak insanlaşmalarının önündeki
engellerdir. Bu tarihsel temalar hiç bir zaman izole, bağımsız ve bağlantısız
değildir, karşıtları ve antitezleri ile birlikte bulunurlar ve karşılıklı
karmaşık etkileşimleri çağın “tematik evrenini” meydana getirir. Bu diyaleklik
çelişkiler içindeki bu “tematik evren” ile karşı karşıya kalan insanlar da
temalarla karşı karşıya kalan insanlar da çelişki içindeki konumları
benimserler: bazıları varolan yapıları korumaya çalışır, diğerleri ise bunları
değiştirmeye. Bu temalar ya da gerçeliğin kendisi mitleştirilirse ve irrasyonel
ve sekter bir düşünsel iklim oluşursa gerçekliğin ifade biçimleri olan bu
temalar arasındaki antagonizm daha da derinleşir. Bu durumda mitler yaratan
irrasyonalitenin kendisi başlıbaşına bir tema haline gelir. Buna karşı çıkan tema
ise daha dinamik ve eleştirel bir dünya görüşü sunar, mitlerin maskesini
düşürmeyi, gerçekliği açığa çıkarmayı ve insanların özgürleşmesi lehine
gerçekliği sürekli olarak dönüştürmeyi amaçlar. Çağımızın temel temaları
tahakküm ve onun karşıtı olan özgürleşmedir
Bu tematik
araştırma insanların ya da halkların evrenlerini ve bu evrenin “sınır
durumlarını” (limit situations) açığa çıkarır. Sınır durum, içinde bulunulan
gerçekliğin mitleştirilmesi sonucu aşılamaz olarak görülen sınırlardır. Halbuki
bu sınırlar tarihsel olarak oluşmuştur ve insan düşünce ve eyleminin bir
sonucudur. İnsanlar mitleşleştirdikleri bu sınır durumuları aşamazlar ve bu
sınırların ötesindeki denenmemiş olasılığı (untested feasibility) göremezler.
Diyalogcu
öğretmen bu evreni bir sorunsal olarak tarif eder, çelişkileri sorgular,
bunları çeşitli yorumlama düzeyleri gerektiren belli resimler ya da metinler
içinde kodlar ve gerçekliği kendi kritik düşüncesini yansıtan “idrak edilebilir
bir nesne” haline getirir. Bunu yapmak propagandadan çok farklıdır çünkü
öğretmenin kendisinin de gerçekliğin neden o kadar “anlaşılmaz” olduğunu idrak
etmesini sağlar. Bu kodlama pratiği ile katılımcılar kendi gerçekliklerini
oluşturan temaları dışşallaştırırlar, bunu yaparken de bizzat kendilerinin o
anda analiz edilen durumu tecrübe ederken nasıl davrandıklarını görürler ve
böylece “daha önceki idraklarının idrakına varırlar”. Bu idraka ulaştıklarında
gerçekliği daha farklı idrak etmeye başlarlar ve idraklarının ufku genişlemeye
başlar.
Freire’nin
pedagojisi hem ezilen insanlar hem de ezilen halklar için geçerlidir. Ezilen
bir insan kendi gerçekliğini dönüştürmenin öznesi haline gelebiliyorsa ezilen
halklar da ekonomik bağımlılığın ezici bağlarından kurtulmayı öğrenebilirler.
Freire’nin
pedagojisi kendilerini ezilenlerin davasına adamış aktivistlerin örgütlenme
pratiği açısından son derece önemli bir çalışma olarak değerlendirilmelidir.
Bunun yanısıra alternatif ve özgürlükçü eğitim pratiklerinin örgütlenmesi
açısından da belli içerimleri olan bir kitaptır. Ancak Freire’nin diyalog
yönetemi, eleştirelliği törpülenerek dönüştürücü içeriğinden boşaltıldığında
tüm özünü kaybedip bir arınma (chatarsis) pratiği haline dönüştürülebilir.
KAYNAK: BGST
Kuramsal Eğitim Araştırma Birimi, http://www.bgst.org/keab/ne150306.asp
No comments:
Post a Comment