Tuesday, June 4, 2013

“Paolo Freire ve Ezilenlerin Pedagojisi”



 
Nuri Ersoy
Brezilyalı bir eğitimci olan Friere (1921-1997) alt-orta sınıf bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi, ancak ailesinin ekonomik durumunun giderek kötüye gitmesi nedeniyle yoksullukla küçük yaşta tanıştı. Hukuk, felsefe ve dil psikolojisi okudu. Baro sınavlarını verdikten sonra avukatlığı bırakarak ortaokullarda Portekizce öğretmenliği yapmaya başladı. 1946’da Brezilya’nın yoksul kuzey eyaletlerinden biri olan Pernambuco’da Eğitim ve Kültür Bakanlığı Sosyal Hizmetler Direktörü olarak çalışmaya başladı. Bu görevi sırasında yoksullarla ilgili edindiği deneyimler yoksulların eğitimi ve ihtiyaçlarına ilişkin düşüncelerinin temelini oluşturdu. 1961’de Recife Üniversitesi’nde Kültürel (Açık) Eğitim Bölümü’ne müdür olarak atandı. Burada kendi görüşlerini uygulamaya koymak için uygun bir fırsat buldu. 45 günde 300 tarım işçisine okuma-yazma öğretmesi sayesinde Brezilya hükümeti ülke çapında benzer ilkelerle çalışan binlerce kültür merkezi kurdurdu. 1964’deki askeri darbe sonrasında tutuklanıp sürgün edildi. 15 yılı sürgünde geçti. 1967’de ilk kitabı Bir Özgürleşme Pratiği Olarak Eğitim (Education as the Practice of Freedom), 1968’de ise Ezilenlerin Pedagojisi yayınlandı. İsviçre’de Dünya Kiliseler Birliği’nde eğitim danışmanlığı yaptı. 1980’de Brezilya’ya geri döndü ve Sao Paolo’da İşçi Partisi’ne katıldı. 1980-1986 arasında partide Yetişkin Eğitimi sekreteri olarak çalıştı. 1986’da Sao Paolo’da İşçi Partisi belediye seçimlerini kazanınca Freire şehrin Eğitim Sekreteri olarak atandı. 1991’de fikirlerini yaymak için Paulo Freire Enstitüsü kuruldu. Freire’nin düşünceleri, “düşmanını sev” öğütü veren Hristiyan özgürleşme teolojisi ile işçi dayanışmasını ön plana çıkaran Marksist perspektifin bir sentezine dayanmaktadır. 1997’de vefat etti
Ezilenlerin Pedagojisi
Freire’nin Ezilenlerin Pedagojisi adlı kitabı 1970 yılında yayınlandığından beri gerek eğitim gerekse siyasi eylem teorisi açısından devrim niteliğinde bir çalışma olarak değerlendirilmiştir. Freire, ezilenlerin kendilerini ezen ve bilinçlenmelerini engelleyen içsel ve dışsal yapıların üstesinden gelebilmeleri için bir “eylem teorisine” gereksinimleri olduğu tezinden hareket eder. Ezilenlerin kendi durumlarını içinden çıkılamaz bir durum olarak görmek yerine, “kısıtlayıcı ancak dönüştürülebilecek bir durum” olarak değerlendirmeleri gerekir. Bunun için ezenlerin ezilenler olmadan var olamayacaklarını görmeleri gerekir. Belki bu bilgi özgürleşmeyi sağlamaz ancak insanların kendilerini ve özgürleştirmek için mücadeleye katılmalarını sağlayan bir bağlam yaratır. Bilinçlenme ise ezilenlerin toplumsal, politik ve ekonomik çelişkilerin farkına varması bu gerçekliğin baskıcı öğelerine karşı eyleme geçmesi olarak tanımlanır. Bilinçlenmenin önemli bir diğer öğesi ise dünyayı dönüştürmek üzere anlamak ve eyleme geçmek olarak tanımlanan praxis’tir. Freire ezilenlerin pedagojisini “ezilmişliği ve bunun nedenlerini ezilenler için düşünce nesnesi haline getiren ve ezilenlerin kendi özgürleşmeleri için mücadeleye katılmalarını sağlayan” bir pedagojidir. Bu pedagoji mücadele içinde üretilir ve yeniden üretilir.”
Freire, diğer insanları ezenlerin kendilerini de insanlıktan çıkarttıklarını ve bu faaliyetlerinin kendi davranışlarını öz-yıkıcı bir hale getirdiğini görmelerini engellediğini, ezilenlerin hümanist görevlerinin hem kendilerini hem de kendilerini ezenleri özgürleştirmek olduğunu söyler. Ancak çoğu zaman ezilenler kendilerini özgürleştirmeye giriştiklerinde alt-ezici bir konuma kayarlar ve ezenlerle özdeşleşirler, çünkü kendilerini ezenlerin kişiliğinde “insanlık” modelini görürüler. Bu ezen imgesinin kültürel işgal sayesinde içselleştirilmesine dayanan “otoriter bir gelenektir” (prescription). Buna “kendini küçük görme” (self-depreciation) duygusu eşlik etmektedir. Bu duygu bir yanda ezenlerin yaşam tarzına öykünme, diğer yanda kendisinin buna ulaşmaktaki yetersizliğine ikna olmadan kaynaklanan bir utançtan kaynaklanır. Özgürleşme ezenlere ait bu imgeyi reddetmektir. Ancak bu kolay bir iş değildir, çünkü ezenlerden bir misilleme gelebilir. Bunun yanısıra misillemeden korkan ezilenler bir otosansür uygulayabilir. Hatta ezilenler birbirlerine saldırabilirler: Freire bunu “yatay şiddet” olarak adlandırmaktadır; bu şiddet ezilenlerin içine işlemiş olan ezen imgesinden kaynaklanmakta, aslında bir kendinden nefretle beslenmekte ve dönüştürücü eylemi felç edebilmektedir. Ezilenlerin bu varoluşsal dualitesi, yani “somut bir ezilmişlik ve şiddet durumu ile şekillenen ve bu durum içinde varlıklarını sürdüren, çelişki içindeki bölünmüş varlıklar olmaları”, kendilerini ezenleri ve kendi bilinçlerini somut olarak keşfedene dek kendi durumlarına ilişkin kaderci tutumlar geliştirmelerine neden olur. Bu keşfetme sürecinde ezilenlerin kendi pedagojilerinin geliştirilmesinde aktif olarak yer alırlar, bu pedagoji sayesinde hem kendilerinin, hem de kendilerini ezenlerin insanlıktan çıktıklarını keşfederler. Bu süreçte hiç kimse hakikati bildiğini iddia edemez, hakikati birlikte keşfederler. Herkesin kendi öznel hakikatlerini diğerleriyle paylaşması sayesinde nesnel hakikat bulunur.
Freire’ye göre ezilmişlik gerçekliğinin dönüştürülmesi önünde şu engeller mevcuttur:
1.  Ezilmişlerin durumunun tarihsel bir boyutu vardır ve bu iktidardakilerin şiddet eylemleri ile başlamıştır. Ezilenlerin şiddeti bu ilk şiddet eyleminin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Devrimci şiddet ya da direniş, barışı (ya da kanun düzenini) yeniden tesis etme iddiasındaki ezenler tarafından uygulanan şiddetle karşılaşır.
2. Ezilen/ezen çelişkisinin çözüldüğü durumlarda (örneğin devrimlerde) önceki ezenler kendilerini özgürleşmiş hissetmezler çünkü şimdi kendilerine göre barış içinde yaşama hakları (yani etraflarındaki her şeyi kendi hakimiyetlerinin nesnesine dönüştürme eğilimleri) ezilenlerin insaniyetlerini kazanma isteğine boyun eğmek durumundadır.
3. Ezenler genellikle cahaleti mutlaklaştırma eğilimindedirler. Ezilenlerin yeteneklerine karşı derin bir kuşku geliştirirler ve onları yetersiz görürler.
4. ?artlar izin verse bile, ezilmişlik durumunu reddettikleri ya da rasyonalize ettikleri için ezenlerle dürüst bir diyalog geliştirmek mümkün değildir.
Ezilmişlik gerçekliğinin dönüştürülmesinin önündeki bu engellerin üstesinden gelebilmek için Freire yine de diyalog yöntemini önerir. Ancak bu diyalog, ezilenleri kendi özgürleşmelerinin failleri haline getiren bir diyalog olmalıdır. Sloganlar ve bildiriler “ezilenleri evcilleştirme yoluyla özgürleştirmeye yarayan” monologlardır.
Söz (word) özgürleştirici dialogun özüdür ve sözün iki boyutu vardır: düşünce ve eylem. Eğer söz eylem boyutundan arındırılırsa boş bir gevezeliğe (verbalism) dönüşür, eğer yalnızca eylem boyutu vurgulanırsa söz aktivizme (eylem için eylem) dönüşür. Diayalog dünya üzerine düşünen (reflection) ve onu dönüştüren (transformation) bir söz içermelidir, dolayısıyla bir praxistir. Birisi kalkıp da diğerleri adına doğru bir söz söylediğini iddia edemez, çünkü doğru söz diğerleri adına, onlar için söylenemez, birlikte dialog yoluyla söylenir. Diyalog, diyaloğa katılanların düşünce ve eyleminin dönüştürülecek ve insanileştirilecek dünyayı birlikte ele aldıkları bir süreçtir, ve bu nedenle birilerinin kendi fikirlerini diğerlerine empoze ettiği bir eylem olamaz. Bir yaratım sürecidir ve bir grup insanın diğerleri üzerinde hakimiyet kurmasının bir aracı olamaz.
Dialog aynı zamanda dünya ve insanlara yönelik derin bir aşk olmadan gerçekleşemez. Hakimiyet ilişkisinde gerçek değil patolojik bir aşk vardır: Ezenlerin sadizmi ile ezilenlerin mazoşizmi. Gerçek aşk ise cesaret ve ezilenlerin davasına adanmışlıktır ve ancak ezilmişlik durumu ortadan kaldırıldığında bu durumun imkansız kıldığı gerçek aşka ulaşılabilir. Diyalog alçakgönüllülük, insanlığa, onun yaratıcı gücüne ve insanca yaşama isteğine inanç olmadan da olmaz.
Dolayısıyla diyalog aşk, alçakgönüllülük ve inanç üzerine kurulduğunda yatay bir ilişki haline gelir ve diyaloğa katılanların karşılıklı güveni bu temelin mantıksal bir sonucu olur. “İnsanlardaki inanç bu dialogun a priori koşuludur, güven ise diyalog ile oluşur.” Umut dolu diyalogun bizzat kendisi devrimci eylemdir.
Son olarak eleştirel düşünce olmadan gerçek diyalog da olamaz. Ancak eleştirel düşünce içeren bir diyalog eleştirel düşünce üretebilir. Halkın ampirik bilgisinin eğitmenin eleştirel bilgisi ile kesiştiği noktada içinde bulunulan gerçekliğin nedenlerine ilişkin bilgi ortaya çıkar. Freire özgürleştirici eğitimin diyaloğa dayalı bu yanını vurgulamak için “öğrenci” ve “öğretmen” gibi geleneksel roller yerine “öğretmen-öğrenci” ve “öğrenci-öğretmenler” gibi terimler kullanmaktadır.
Birçok devrimci politik program ve eğitim programı, bunları hazırlayanların gerçeklik hakındaki kendi kişisel görüşlerini yansıttığı ve bu programların yöneldiği insanların durumunu dikkate almadığı için başarısız olmuştur. Gerçek hümanist eğitimciler için ise eylemin amacı insanları değil, insanlarla birlikte gerçekliği dönüştürmektir. Devrimciler ve devrimci eğitimciler kitlelere “kurtuluş” mesajı ile gitmemeliler, diyalog yoluyla nesnel durumlarını ve bu durum hakkındaki farkındalıklarını öğrenmeye çalışmalıdırlar. Eğitimin ya da politik eylemin başlangıç noktası insanların arzularını yansıtan mevcut varoluşsal somut durumları olmalıdır. Belli çelişkiler yardımıyla bu durumu üzerinde düşünülmesi ve eylemle dönüştürülmesi gereken bir durum olarak ortaya koymalıdır.
Freire’ye göre ezilenlerin bilinçlenmesinin önündeki en önemli engellerden biri bankacı eğitim modelidir. Bankacı eğitimde öğretmen öğrenme sürecinin öznesidir ve öğrenciler de bilgi depolanan kaplardır. Kolayca dolan öğrenciler iyi öğrenciler olarak değerlendirilir, dolmaya direnç gösteren öğrenciler ise “problemli” öğrencilerdir. Bankacı eğitim ezici bir topluma hizmet eder: Gerçekliği “insanların seyirci olarak adapte olmaları gereken bir şey” olarak mitleştirir, öğrencileri nesneleştirir, yaratıcılığı engeller, diyalog geliştirmeye karşı direnç oluşturur, insanların tarihsel varlıklar olduğunu teslim etmez.
Özgürlükçü eğitim ise insanların tarihselliğini başlangıç noktası olarak ele alır, gerçekliğin mitleştirilmesini tersine çevirip gerçekliği sorunsallaştırarak işe başlar, insanların kendi düşüncelerinde ya da yoldaşlarının düşüncelerinde açık ya da gizli olarak içerilen dünya görüşlerini tartışmalarını sağlayarak kendi düşüncelerinin efendileri olmalarını hedefler. Diyaloğu gerçekliği idrak etmenin vazgeçilmez bir koşulu olarak ortaya koyar ve öğrencileri eleştirel düşünürler olmaya teşvik eder. Öğretmenler ve araştırmacılar da, böylesi bir sorunsallaştıcı eğitim programını yürütebilmek için patron gibi değil ezilenlerle birlikte araştırma yapan araştırmacılar gibi davranmalıdır. Bunun için de her şeyden önce bir cemaatte insanların yaşantıları için en fazla öneme haiz temaların ne olduğunu öğrenerek işe başlamalıdırlar. Bu temalar, karşıtlarıyla diyalektik bir bütün oluşturan karmaşık fikirler, kavramlar, ümitler, kuşkular, değerler ve insanların tam olarak insanlaşmalarının önündeki engellerdir. Bu tarihsel temalar hiç bir zaman izole, bağımsız ve bağlantısız değildir, karşıtları ve antitezleri ile birlikte bulunurlar ve karşılıklı karmaşık etkileşimleri çağın “tematik evrenini” meydana getirir. Bu diyaleklik çelişkiler içindeki bu “tematik evren” ile karşı karşıya kalan insanlar da temalarla karşı karşıya kalan insanlar da çelişki içindeki konumları benimserler: bazıları varolan yapıları korumaya çalışır, diğerleri ise bunları değiştirmeye. Bu temalar ya da gerçeliğin kendisi mitleştirilirse ve irrasyonel ve sekter bir düşünsel iklim oluşursa gerçekliğin ifade biçimleri olan bu temalar arasındaki antagonizm daha da derinleşir. Bu durumda mitler yaratan irrasyonalitenin kendisi başlıbaşına bir tema haline gelir. Buna karşı çıkan tema ise daha dinamik ve eleştirel bir dünya görüşü sunar, mitlerin maskesini düşürmeyi, gerçekliği açığa çıkarmayı ve insanların özgürleşmesi lehine gerçekliği sürekli olarak dönüştürmeyi amaçlar. Çağımızın temel temaları tahakküm ve onun karşıtı olan özgürleşmedir
Bu tematik araştırma insanların ya da halkların evrenlerini ve bu evrenin “sınır durumlarını” (limit situations) açığa çıkarır. Sınır durum, içinde bulunulan gerçekliğin mitleştirilmesi sonucu aşılamaz olarak görülen sınırlardır. Halbuki bu sınırlar tarihsel olarak oluşmuştur ve insan düşünce ve eyleminin bir sonucudur. İnsanlar mitleşleştirdikleri bu sınır durumuları aşamazlar ve bu sınırların ötesindeki denenmemiş olasılığı (untested feasibility) göremezler.
Diyalogcu öğretmen bu evreni bir sorunsal olarak tarif eder, çelişkileri sorgular, bunları çeşitli yorumlama düzeyleri gerektiren belli resimler ya da metinler içinde kodlar ve gerçekliği kendi kritik düşüncesini yansıtan “idrak edilebilir bir nesne” haline getirir. Bunu yapmak propagandadan çok farklıdır çünkü öğretmenin kendisinin de gerçekliğin neden o kadar “anlaşılmaz” olduğunu idrak etmesini sağlar. Bu kodlama pratiği ile katılımcılar kendi gerçekliklerini oluşturan temaları dışşallaştırırlar, bunu yaparken de bizzat kendilerinin o anda analiz edilen durumu tecrübe ederken nasıl davrandıklarını görürler ve böylece “daha önceki idraklarının idrakına varırlar”. Bu idraka ulaştıklarında gerçekliği daha farklı idrak etmeye başlarlar ve idraklarının ufku genişlemeye başlar.
Freire’nin pedagojisi hem ezilen insanlar hem de ezilen halklar için geçerlidir. Ezilen bir insan kendi gerçekliğini dönüştürmenin öznesi haline gelebiliyorsa ezilen halklar da ekonomik bağımlılığın ezici bağlarından kurtulmayı öğrenebilirler.
Freire’nin pedagojisi kendilerini ezilenlerin davasına adamış aktivistlerin örgütlenme pratiği açısından son derece önemli bir çalışma olarak değerlendirilmelidir. Bunun yanısıra alternatif ve özgürlükçü eğitim pratiklerinin örgütlenmesi açısından da belli içerimleri olan bir kitaptır. Ancak Freire’nin diyalog yönetemi, eleştirelliği törpülenerek dönüştürücü içeriğinden boşaltıldığında tüm özünü kaybedip bir arınma (chatarsis) pratiği haline dönüştürülebilir.
 

KAYNAK: BGST Kuramsal Eğitim Araştırma Birimi, http://www.bgst.org/keab/ne150306.asp

No comments:

Post a Comment