Yüzyıllardan beri krallar, rahipler, feodal beyler, sanayi patronları ve ana-babalar itaatin bir erdem ve
itaatsizliğin de kötü bir huy olduğunda ısrar edegelmislerdir. Farklı bir bakıs açısı ortaya koymak için,
bu tavrın karsısına su ifadeyi koyalım: insanlık tarihi, bir itaatsizlik eylemi ile basladı ve bir itaat eylemi ile sona erdirileceği hiç de ihtimal dısı değildir.
ibranî ve Yunan efsanelerine göre insanlık tarihi bir itaatsizlik eylemi ile basladı. Adem ile Havva, Aden cennetinde yasadıkları sırada doğanın parçasıydılar; onunla uyum halindeydiler, ancak onu asarak ötesine geçemediler. Onların doğanın içinde olusları, ceninin ana rahminde olusu gibiydi. insandılarlar, ama aynı zamanda henüz insan değildiler. Ne zamanki bir buyruğa karsı geldiler, hersey değisti. Toprak ve ana ile bağı koparıp, göbek bağını kesmekle, insan insanöncesi uyumdan sıyrıldı ve bağımsızlık ile özgürlüğe ilk adımı atabildi. Boyun eğmeme hareketi Adem’le Havva’yı özgür kıldı ve gözlerini açtı. Birbirlerini bir yabancı olarak ve kendileri dısındaki dünyayı da yabancı, hattâ düsman olarak algıladılar. itaatsizlik eylemleri, doğa ile ilksel bağlarını kopardı ve onları ayrı bireyler haline getirdi. “ilk günah”, insanı bozmak söyle dursun, onu azat etti ve tarihin baslangıcı oldu. Kendi yeteneklerine güvenmek ve tümüyle insan olmayı öğrenmek için, insan Aden Cenneti’ni terketmek zorundaydı. Peygamberler, kurtarıcılık üzerine kurulu olan anlayısların-da, insanın itaat etmemekte haklı olduğu, “günah”ından ötürü yozlasmadığı, tersine insan öncesi uyumun engelinden kurtulduğu fikrini onayladılar. Peygamberlere göre, tarih “beser”in “insan”lastığı mekândır; yeni sayfalar açıldıkça, kendisi, hemcinsleri ve doğa ile arasında yeni bir uyum yaratana kadar, anlama ve sevme yeteneklerini gelistirir. Bu yeni ahenk Hristiyan ilahiyatında “günlerin sonu” diye tanımlanır ve tarihin iste bu döneminde, insanla insan arasında ve insanla doğa arasında barıs vardır. Bu, insanın kendisi tarafından yaratılmıs ve yalnız onun yaratabileceği “yeni” bir cennettir.
Çünkü “eski” cenneti itaatsizliği sonucu terketmeye zorlanan odur.
Ğbrani efsanesindeki Adem’le Havva öyküsü gibi, Promete-us’la ilgili Yunan efsanesi de tüm insan uygarlığını bir itaatsizlik eylemi üzerine temellendirir. Prometeus, atesi Tanrılardan çalarak insanın evriminin temelini atar. Adem ile Havva gibi, o da, boyun eğmediği için cezalandırılır. Fakat pisman olup af dilemez. Aksine, gururla söyle der: “Tanrıların itaatkâr hizmetçisi olmaktansa, bu kayaya zincirli kalmayı üstün tutarım.”
insan, itaat etmeme eylemleriyle evrimlesmeyi sürdürdü. Ruhsal gelismesi yalnızca vicdanları ya da inançları doğrultusunda hareket eden ve dıs güçlere (iktidarlara) “hayır” deme cesaretini gösteren insanlar olduğu için mümkün olabiliyor değildi, fakat aynı zamanda zihinsel gelismesi de boyun eğmeme yeteneğine bağlıydı. Yeni düsünceleri susturmaya çalısan otoritelere ve herhangi bir değisimin saçma ve gereksiz olduğunu iddia eden yerlesik düsüncelere boyun eğmemekle gerçeklesiyordu tüm bunlar.
itaat etmeme yeteneği nasıl insanlık tarihinin baslangıcını olusturduysa, itaat de daha önce söylediğim gibi, insanın tarihini pekala sona erdirebilir. Sembolik ya da siirsel konusmuyorum. insan soyunun yer yuvarlağı üzerindeki uygarlığı, hattâ tüm hayatı, gelecek bes-on yıl içinde (*) yok etme olasılığı ya da belki imkânı vardır. Böyle bir davranıs hiçbir akla uygunluk göstermiyor. Ama gerçek su ki, biz Atom Çağı’nda yasarken, insanların çoğunluğu iktidarda olanların çoğu dahil duygusal olarak halâ Tas Devri’nde yasıyorlar. Matematiğimiz, gök ve doğa bilimlerimiz yirminci yüzyıldayken, siyaset, devlet
ve toplumla ilgili düsüncelerimizin çoğu, bilim çağının çok gerisinde kalmaktadırlar. Eğer insanlık kendine kıyarsa bu, bazı kimselerin onlara ölümcül düğmelere basmalarını emredenlere itaat edecekleri için olacak. O küflenmis korku, nefret ve açgözlülük gibi hırslara, ayrıca devletin egemenliği ve ulusal onur gibi eskimis kliselere boyun eğecekleri için. Sovyet liderleri devrimler hakkında çok konusurlar, biz “hür dünya”dakiler ise, özgürlük hakkında bol keseden konusuruz. Ancak onlar da, biz de itaatsizliği caydırıyoruz. Sovyetler Birliği’nde açıkça ve zor kullanılarak, hür dünyada da örtülü biçimde ve daha kurnazca ikna yöntemleriyle yapılıyor bu.
Fakat, demek istemiyorum ki, itaatsizliğin tamamı bir erdem ve itaatin hepsi de kötü bir huydur. Böyle bir görüs, itaat ile itaatsizlik arasındaki diyalektik ilskiyi bilmezlikten gelecektir. Uyulan ilkelerle uyulmayanlar bağdasmadığı zaman, bir ilkeye itaat eylemi, ister istemez onun karsıtına itaatsizlik hareketi (ve karsılıklı olarak öteki yönde) olur. Antigone bu ikilemin klâsik bir örneğidir. Devletin insanlık dısı yasalarına itaat etmekle, Antigone, insanlığın yasalarına ister istemez itaatsizlik etmistir.
Eğer ikinciye itaat etseydi, bu kez de ilkine bas kaldırmıs olacaktı. Dinsel inançlar, özgürlük ve bilim uğruna çok acı çeken ve bu uğurda ölenlerin hepsi, insanlığın ve aklın yasalarına uymak için, onları susturmak isteyenlere bas kaldırmak zorunda kalmıslardır. Bir kimse yalnız itaat gösterip, itaatsizlik edemiyorsa bir köledir; eğer yalnız itaatsizlik gösterip, hiç itaat etmiyorsa, bir isyankârdır (devrimci değil). Böyle biri öfke, düs kirıklığı ve pismanlıkla hareket eder, ama hiç bir zaman bir inanç ya da ilke adına değil.
Bununla birlikte, bir kavram karısıklığını önlemek için, önemli bir kısıtlayıcı niteleme yapılmalıdır. Bir kisiye, kuruma ya da güce itaat (dıs yasaya uyma), boyun eğmedir. Bu tutum özerkliğimden (iç yasadan) vazgeçip, bir dıs irade ya da kararı kendiminkinin yerine kabul edisimi belirtir. Kendi akıl ve inancıma uymam (iç yasaya uyma / özerk itaat) ise bir boyun eğme değil, onaylama eylemidir.
inancım ve kararım, iddia ettiğim gibi bana aitse, benim parçamdır. Baskalarının yargılarından çok onların pesinden gidersem, kendim olurum. Böylece itaat kelimesi, sadece mecaz anlamıyla ve “dıs yasaya uyma” duru-mundakinden tümüyle farklı bir anlamda da kullanılabilir.
Ancak bu ayrım, hâlâ iki nitelemeye daha ihtiyaç duyar ki, bunlardan biri vicdan, öteki de otorite kavramıyla ilgilidir.
Vicdan kelimesi birbirinden oldukça ayrı iki olguyu ifade etmek için kullanılmaktadır. Biri, bizim memnun etmek istediğimiz ve öfkelenmesinden korktuğumuz bir otoritenin içimize yerlesmis sesi olan “otoriter vicdan”dır. Bu otoriter vicdan, insanların çoğunun vicdanlarına uydukları zaman yasadıkları seydir. Bu, aynı zamanda Freud’un sözünü ettiği ve “Süper Ego/Üst Ben” adını verdiği vicdandır. Bu Üst Ben, baba korkusuyla, oğulun benimsediği emir ve yasakları temsil eder. Bir de otoriter vicdandan ayrı olan “insancıl vicdan” vardır. Bu, insan türünün her üyesinde varolan içsel sestir ve dıs yaptırım ve ödüllerden bağımsızdır. insancıl vicdan, neyin insanca ve neyin insanlığa aykırı, neyin hayata yararlı ve
neyin zararlı olduğu hakkında sezgi yoluyla bizi uyarır. Bu vicdan, bizim birer insan olarak
fonksiyonlarımızı yerine getirmemize yarar. Aynı zamanda bizi kendimize çağıran, insanlığa davet eden içimizin sesidir.
Otoriter vicdan (Üst Ben), içimize girmis olsa bile, aslında dısımızda olan bir güce itaattir. Bilinçli olarak kendi vicdanımızın gereğini yaptığımıza inanmamıza rağmen aslında bir dıs gücün ilkelerini yutmus durumdayız. Sırf insancıl vicdanla Üst Ben’in özdesliği hatasına düsmek yüzünden benimsenen otorite, üzerimizde oldukça etkili olmaktadır. “Otoriter vicdan”a itaat, tüm dıs düsünce ve güçlere itaatte olduğu gibi, kendi olma ve kendini yargılama yeteneği olan “insancıl vicdan”ı zayıflatır.
Öte yandan, baska birine itaatin sırf bu sebeple boyun eğme olduğu yolundaki inancı, “akla uygun” ve “akla aykırı” otoritelerin ayırd edilmesi yoluyla değerlendirmek gerekir. Akla uygun otoriteye bir örnek, öğrenciyle öğretmenin iliskisinde; akla aykırı otoriteye örnek de, köleyle efendisinin iliskisinde
bulunabilir. Her iki iliski de, emir veren kisinin otoritesinin kabul edilmesi esasına dayanır. Oysa etki ve sonuç akısına bakıldığında, bunların tamamen değisik yapılarda oldukları anlasılır.
ideal durumda, öğretmenle öğrencinin ilgilendikleri seyler (çıkarları) aym doğrultuda bulunur.
Öğretmen eğer öğrencisini ilerletmekte basarılı olursa tatmin olur; basaramamıssa, basarısızlık kendisine ve öğrencisine aittir. Öte yandan köle sahibi, köleyi kullanabildiği kadar kullanmak istemektedir. Ondan ne kadar çok yararlanabil irse, o kadar tatmin olur. Bu sırada köle asgarî bir mutluluğu elde edebilmek için çırpınmaktadır. Köleyle efendisinin çıkarları zıttır, çünkü biri için nimet olan, öteki için talihsizliktir. Efendinin köleye üstünlüğünün, ikisi için ayrı anlamları vardır: Efendiye göre, otoritesi altındaki kisiyi belirlemek için gereken sart olan üstünlük iliskisi, köleye göre onun sömürülmesini doğuran kosuldur.
Bir baska ayrım da buna paraleldir; akılcı otorite akla uygundur. Çünkü ister bir öğretmenin elinde olsun, ister âcil bir durumda emirler yağdıran bir gemi kaptanının elinde, otorite, akıl
adına is görür. Akıl da evrensel olduğuna göre, boyun eğmeden bunu kabul etmek mümkün olabilir.
Akla aykırı otorite ise, ya telkinde bulunmak ya da zor kullanmak durumundadır, zira karsı koyma fırsatı olan hiç kimse, kendisinin sömürülmesine seyirci kalamaz.
insan niçin itaate bu kadar yatkındır ve itaatsizlik etmesi niçin bu kadar zordur? Çünkü devlet, kilise ve kamuoyuyla uygun adım gittiğim sürece, kendimi güvenli ve koruma altında hissederim. Aslına bakarsanız hangi güce ayak uydurduğum pek de farketmez. Bu güç, her zaman su veya bu sekilde kuvvet kullanan ve asılsız biçimde herseye gücü yetme iddiasında olan bir kurum veya insanlardır.
itaatim, beni kulluk ettiğim gücün bir parçası haline getirir, böylece kendimi daha güçlü hissederim.
Hiç hata yapmam, çünkü benim kararlarımı o verir, yalnız kalamam, çünkü beni hep izler; günah isleyemem, çünkü bunu yapmama hiç izin vermez ve günah islemis olsam bile, bunun cezası sadece o güce geri dönmekten ibarettir.
itaatsizlik etmek için bir kimse yalnız kalabilecek, hata yapabilecek ve günah isleyebilecek cesarete sahip olmalıdır. Fakat yalnızca cesaret yetmez. Cesaretin ölçüsü, kisinin gelismisliğine bağlıdır. Bir kisi ana kucağından ve baba buyruklarından kendini sıyırabilmis ve tam olarak gelismis bir birey olarak ortaya çıkmıs ve kendisi için duyma ve düsünme yeteneğini kazanmıssa, ancak böyle bir durumda kendisinden daha kudretli olan birine “hayır” diyebilir, itaatsizlik edebilir.
Bir kimse güç sahiplerine “hayır” demeyi öğrenip, onlara itaatsizlik ederek de özgür olabilir. Ancak yalnızca itaat etmeme yeteneği özgürlüğün tek sartı değildir; çünkü özgür olmak da itaat etmemenin sartıdır. Eğer ben özgür olmaktan korkmaktay-sam, “hayır” deme cesaretini gösteremem. Gerçekten de, özgürlük ve itaat etmeme yetenekleri birbirinden ayrılamaz. Bundan dolayı da, özgürlüğü öven ancak itaatsizliği reddeden hiçbir toplumsal, siyasal ve dinsel sistem gerçeği dile getiremez.
Güçlü olana “hayır” demenin ve itaat etmeme cesaretini göstermenin bu kadar zor olmasının bir nedeni daha var. insanlık tarihinin büyük bölümünde itaat erdemle, itaatsizlik de günahla özdes kabul edilmistir. Bunun sebebi de basittir: Simdiye kadar tarih boyunca genellikle bir azınlık, çoğunluğa hakim olmustur. Hayattaki iyi ve güzel seylerin pek az kimseye yetmesi ve çoğunluğa da sadece kırıntıların kalması, bu kuralı yaratmıstır. Az sayıda kimse iyi ve hos seylerin tadını çıkarmak ve bunun da ötesinde, çokluk olanların onlara hizmet etmesini ve onlar için çalısmasını istemisse, bunun bir sartı vardı: Sayıca çok olanların, itaati öğrenmeleri gerekiyordu. Süphe yok ki itaat, sadece kuvvet kullanılarak da sağlanabilir. Fakat bu yolun birçok sakıncaları vardır. Çoğunluğun da azınlığı günün birinde aynı sekilde güç kullanarak alasağı edecek duruma gelme ihtimali, sürekli bir tehdittir. Üstelik yalnızca korkunun yarattığı itaat ile yapılamayan pek çok is de vardır. Bu yüzden sadece kaba kuvvet korkusundan kaynaklanan itaatin, insanın içinden kaynaklanan bir itaate çevrilmesi gerekir. Sadece itaatsizlikten korkmak yerine, insan itaat etmek istemeli, hattâ buna ihtiyaç duymalıdır. Bunun gerçeklesmesi için, güçlü olanın “mutlak iyi”nin ve “mutlak akıllı”nın özelliklerini taklit etmesi, “her seyi bilen” haline gelmesi gerekir. Bu olursa, güçlü olan (iktidarda olan) itaatsizliğin günah, itaatin de sevap olduğunu açıklayabilir. Böyle bir durumda, sayıda çok, güçte zayıf olanlar itaati, itaatin iyi olduğu için benimser, itaatsizlikten de kötü olduğu için nefret ederler. Korkak oldukları için, bu kararları dolayısı ile kendilerinden tiksinmekten de kurtulurlar. Luther’den ondokuzuncu yüzyıla kadar insanlar, açık ve ortada olan otoritelerle ilgilenirlerdi. Luther, papa ve prensler ona (otoriteye) destek verirler; orta sınıf, isçiler ve fîlozoflarsa bu eğilimi insanların içinden söküp atmak isterlerdi. Hem devletteki, hem de ailedeki otoriteye karsı mücadele, aydınlanma dönemi filozoflarının ve bilim adamlarının belirgin özelliği olan entellektüel ruh halinden ayrı düsünülemez. Bu “elestirici ruh hali”, bir akla inanç haliydi ve aynı zamanda geleneklere, bos inançlara, göreneğe ve iktidara dayanan her söze ve düsünceye karsı süphe etmek demekti. “Sapere aude” (akıllı olmak cesaretini göster) ve de “komnibus est dubitan-dum” (kalabalığın içinde en az bir kisi süphe etmeli) özdeyisleri, bu tutumu çok iyi özetliyordu. “Hayır” deme yeteneğinin önünü açıp, onu tesvik eden de, iste bu akımdı.
Adolf Eichmann davası (*) durumumuzu gayet iyi bir biçimde özetlemektedir. Bu davanın, Kudüs’teki mahkeme salonunda onu suçlayanların ilgilendiklerinden çok daha büyük bir önemi vardır. Eichmann kurumlasmıs insanın ve kadın, erkek, çocuk, bütün insanları birer rakam olarak gören yabancılasmıs bürokratın sembolüdür. Bu açıdan kendimizi Eichmann’da görebiliriz. Fakat onunla ilgili en ürpertici sey, bütün olaylar kendi kabul ve itiraflarına dayanılarak ortaya serildikten sonra bile, tam bir inançlı kalple suçsuz olduğunu ileri sürebilmesidir. Apaçık görülüyordu ki, aynı durumlarla karsılassaydı, yine aynı seyleri yapacaktı. Nitekim bizler de aynı seyi yapacaktık ve yapıyoruz da.
Kurumlasmıs insan ya da kurum insanı, itaat etmeme yeteneğini kaybetmistir; hattâ bir itaat eylemi içinde olduğunun bile farkında değildir. Tarihin bu kritik noktasında, süphe etme, elestirme ve itaat etmeme yetenekleri, insanlığın sağlıklı bir geleceğe sahip olması ya da uygarlığın yok olması arasındaki tek ayıraç olabilir.
(*) Fromm’un bu yazısının ilk yayınlandığı 1963 yılından sadece bir yıl önce A. Eichmann, Yahudi soykırımının mimarlarından biri ve savas suçlusu olarak israil’de yargılanıp, idam edilmisti. (Çev.)
Erich Fromm (s.33, Barısın Tekniği ve Stratejisi)
bu tavrın karsısına su ifadeyi koyalım: insanlık tarihi, bir itaatsizlik eylemi ile basladı ve bir itaat eylemi ile sona erdirileceği hiç de ihtimal dısı değildir.
ibranî ve Yunan efsanelerine göre insanlık tarihi bir itaatsizlik eylemi ile basladı. Adem ile Havva, Aden cennetinde yasadıkları sırada doğanın parçasıydılar; onunla uyum halindeydiler, ancak onu asarak ötesine geçemediler. Onların doğanın içinde olusları, ceninin ana rahminde olusu gibiydi. insandılarlar, ama aynı zamanda henüz insan değildiler. Ne zamanki bir buyruğa karsı geldiler, hersey değisti. Toprak ve ana ile bağı koparıp, göbek bağını kesmekle, insan insanöncesi uyumdan sıyrıldı ve bağımsızlık ile özgürlüğe ilk adımı atabildi. Boyun eğmeme hareketi Adem’le Havva’yı özgür kıldı ve gözlerini açtı. Birbirlerini bir yabancı olarak ve kendileri dısındaki dünyayı da yabancı, hattâ düsman olarak algıladılar. itaatsizlik eylemleri, doğa ile ilksel bağlarını kopardı ve onları ayrı bireyler haline getirdi. “ilk günah”, insanı bozmak söyle dursun, onu azat etti ve tarihin baslangıcı oldu. Kendi yeteneklerine güvenmek ve tümüyle insan olmayı öğrenmek için, insan Aden Cenneti’ni terketmek zorundaydı. Peygamberler, kurtarıcılık üzerine kurulu olan anlayısların-da, insanın itaat etmemekte haklı olduğu, “günah”ından ötürü yozlasmadığı, tersine insan öncesi uyumun engelinden kurtulduğu fikrini onayladılar. Peygamberlere göre, tarih “beser”in “insan”lastığı mekândır; yeni sayfalar açıldıkça, kendisi, hemcinsleri ve doğa ile arasında yeni bir uyum yaratana kadar, anlama ve sevme yeteneklerini gelistirir. Bu yeni ahenk Hristiyan ilahiyatında “günlerin sonu” diye tanımlanır ve tarihin iste bu döneminde, insanla insan arasında ve insanla doğa arasında barıs vardır. Bu, insanın kendisi tarafından yaratılmıs ve yalnız onun yaratabileceği “yeni” bir cennettir.
Çünkü “eski” cenneti itaatsizliği sonucu terketmeye zorlanan odur.
Ğbrani efsanesindeki Adem’le Havva öyküsü gibi, Promete-us’la ilgili Yunan efsanesi de tüm insan uygarlığını bir itaatsizlik eylemi üzerine temellendirir. Prometeus, atesi Tanrılardan çalarak insanın evriminin temelini atar. Adem ile Havva gibi, o da, boyun eğmediği için cezalandırılır. Fakat pisman olup af dilemez. Aksine, gururla söyle der: “Tanrıların itaatkâr hizmetçisi olmaktansa, bu kayaya zincirli kalmayı üstün tutarım.”
insan, itaat etmeme eylemleriyle evrimlesmeyi sürdürdü. Ruhsal gelismesi yalnızca vicdanları ya da inançları doğrultusunda hareket eden ve dıs güçlere (iktidarlara) “hayır” deme cesaretini gösteren insanlar olduğu için mümkün olabiliyor değildi, fakat aynı zamanda zihinsel gelismesi de boyun eğmeme yeteneğine bağlıydı. Yeni düsünceleri susturmaya çalısan otoritelere ve herhangi bir değisimin saçma ve gereksiz olduğunu iddia eden yerlesik düsüncelere boyun eğmemekle gerçeklesiyordu tüm bunlar.
itaat etmeme yeteneği nasıl insanlık tarihinin baslangıcını olusturduysa, itaat de daha önce söylediğim gibi, insanın tarihini pekala sona erdirebilir. Sembolik ya da siirsel konusmuyorum. insan soyunun yer yuvarlağı üzerindeki uygarlığı, hattâ tüm hayatı, gelecek bes-on yıl içinde (*) yok etme olasılığı ya da belki imkânı vardır. Böyle bir davranıs hiçbir akla uygunluk göstermiyor. Ama gerçek su ki, biz Atom Çağı’nda yasarken, insanların çoğunluğu iktidarda olanların çoğu dahil duygusal olarak halâ Tas Devri’nde yasıyorlar. Matematiğimiz, gök ve doğa bilimlerimiz yirminci yüzyıldayken, siyaset, devlet
ve toplumla ilgili düsüncelerimizin çoğu, bilim çağının çok gerisinde kalmaktadırlar. Eğer insanlık kendine kıyarsa bu, bazı kimselerin onlara ölümcül düğmelere basmalarını emredenlere itaat edecekleri için olacak. O küflenmis korku, nefret ve açgözlülük gibi hırslara, ayrıca devletin egemenliği ve ulusal onur gibi eskimis kliselere boyun eğecekleri için. Sovyet liderleri devrimler hakkında çok konusurlar, biz “hür dünya”dakiler ise, özgürlük hakkında bol keseden konusuruz. Ancak onlar da, biz de itaatsizliği caydırıyoruz. Sovyetler Birliği’nde açıkça ve zor kullanılarak, hür dünyada da örtülü biçimde ve daha kurnazca ikna yöntemleriyle yapılıyor bu.
Fakat, demek istemiyorum ki, itaatsizliğin tamamı bir erdem ve itaatin hepsi de kötü bir huydur. Böyle bir görüs, itaat ile itaatsizlik arasındaki diyalektik ilskiyi bilmezlikten gelecektir. Uyulan ilkelerle uyulmayanlar bağdasmadığı zaman, bir ilkeye itaat eylemi, ister istemez onun karsıtına itaatsizlik hareketi (ve karsılıklı olarak öteki yönde) olur. Antigone bu ikilemin klâsik bir örneğidir. Devletin insanlık dısı yasalarına itaat etmekle, Antigone, insanlığın yasalarına ister istemez itaatsizlik etmistir.
Eğer ikinciye itaat etseydi, bu kez de ilkine bas kaldırmıs olacaktı. Dinsel inançlar, özgürlük ve bilim uğruna çok acı çeken ve bu uğurda ölenlerin hepsi, insanlığın ve aklın yasalarına uymak için, onları susturmak isteyenlere bas kaldırmak zorunda kalmıslardır. Bir kimse yalnız itaat gösterip, itaatsizlik edemiyorsa bir köledir; eğer yalnız itaatsizlik gösterip, hiç itaat etmiyorsa, bir isyankârdır (devrimci değil). Böyle biri öfke, düs kirıklığı ve pismanlıkla hareket eder, ama hiç bir zaman bir inanç ya da ilke adına değil.
Bununla birlikte, bir kavram karısıklığını önlemek için, önemli bir kısıtlayıcı niteleme yapılmalıdır. Bir kisiye, kuruma ya da güce itaat (dıs yasaya uyma), boyun eğmedir. Bu tutum özerkliğimden (iç yasadan) vazgeçip, bir dıs irade ya da kararı kendiminkinin yerine kabul edisimi belirtir. Kendi akıl ve inancıma uymam (iç yasaya uyma / özerk itaat) ise bir boyun eğme değil, onaylama eylemidir.
inancım ve kararım, iddia ettiğim gibi bana aitse, benim parçamdır. Baskalarının yargılarından çok onların pesinden gidersem, kendim olurum. Böylece itaat kelimesi, sadece mecaz anlamıyla ve “dıs yasaya uyma” duru-mundakinden tümüyle farklı bir anlamda da kullanılabilir.
Ancak bu ayrım, hâlâ iki nitelemeye daha ihtiyaç duyar ki, bunlardan biri vicdan, öteki de otorite kavramıyla ilgilidir.
Vicdan kelimesi birbirinden oldukça ayrı iki olguyu ifade etmek için kullanılmaktadır. Biri, bizim memnun etmek istediğimiz ve öfkelenmesinden korktuğumuz bir otoritenin içimize yerlesmis sesi olan “otoriter vicdan”dır. Bu otoriter vicdan, insanların çoğunun vicdanlarına uydukları zaman yasadıkları seydir. Bu, aynı zamanda Freud’un sözünü ettiği ve “Süper Ego/Üst Ben” adını verdiği vicdandır. Bu Üst Ben, baba korkusuyla, oğulun benimsediği emir ve yasakları temsil eder. Bir de otoriter vicdandan ayrı olan “insancıl vicdan” vardır. Bu, insan türünün her üyesinde varolan içsel sestir ve dıs yaptırım ve ödüllerden bağımsızdır. insancıl vicdan, neyin insanca ve neyin insanlığa aykırı, neyin hayata yararlı ve
neyin zararlı olduğu hakkında sezgi yoluyla bizi uyarır. Bu vicdan, bizim birer insan olarak
fonksiyonlarımızı yerine getirmemize yarar. Aynı zamanda bizi kendimize çağıran, insanlığa davet eden içimizin sesidir.
Otoriter vicdan (Üst Ben), içimize girmis olsa bile, aslında dısımızda olan bir güce itaattir. Bilinçli olarak kendi vicdanımızın gereğini yaptığımıza inanmamıza rağmen aslında bir dıs gücün ilkelerini yutmus durumdayız. Sırf insancıl vicdanla Üst Ben’in özdesliği hatasına düsmek yüzünden benimsenen otorite, üzerimizde oldukça etkili olmaktadır. “Otoriter vicdan”a itaat, tüm dıs düsünce ve güçlere itaatte olduğu gibi, kendi olma ve kendini yargılama yeteneği olan “insancıl vicdan”ı zayıflatır.
Öte yandan, baska birine itaatin sırf bu sebeple boyun eğme olduğu yolundaki inancı, “akla uygun” ve “akla aykırı” otoritelerin ayırd edilmesi yoluyla değerlendirmek gerekir. Akla uygun otoriteye bir örnek, öğrenciyle öğretmenin iliskisinde; akla aykırı otoriteye örnek de, köleyle efendisinin iliskisinde
bulunabilir. Her iki iliski de, emir veren kisinin otoritesinin kabul edilmesi esasına dayanır. Oysa etki ve sonuç akısına bakıldığında, bunların tamamen değisik yapılarda oldukları anlasılır.
ideal durumda, öğretmenle öğrencinin ilgilendikleri seyler (çıkarları) aym doğrultuda bulunur.
Öğretmen eğer öğrencisini ilerletmekte basarılı olursa tatmin olur; basaramamıssa, basarısızlık kendisine ve öğrencisine aittir. Öte yandan köle sahibi, köleyi kullanabildiği kadar kullanmak istemektedir. Ondan ne kadar çok yararlanabil irse, o kadar tatmin olur. Bu sırada köle asgarî bir mutluluğu elde edebilmek için çırpınmaktadır. Köleyle efendisinin çıkarları zıttır, çünkü biri için nimet olan, öteki için talihsizliktir. Efendinin köleye üstünlüğünün, ikisi için ayrı anlamları vardır: Efendiye göre, otoritesi altındaki kisiyi belirlemek için gereken sart olan üstünlük iliskisi, köleye göre onun sömürülmesini doğuran kosuldur.
Bir baska ayrım da buna paraleldir; akılcı otorite akla uygundur. Çünkü ister bir öğretmenin elinde olsun, ister âcil bir durumda emirler yağdıran bir gemi kaptanının elinde, otorite, akıl
adına is görür. Akıl da evrensel olduğuna göre, boyun eğmeden bunu kabul etmek mümkün olabilir.
Akla aykırı otorite ise, ya telkinde bulunmak ya da zor kullanmak durumundadır, zira karsı koyma fırsatı olan hiç kimse, kendisinin sömürülmesine seyirci kalamaz.
insan niçin itaate bu kadar yatkındır ve itaatsizlik etmesi niçin bu kadar zordur? Çünkü devlet, kilise ve kamuoyuyla uygun adım gittiğim sürece, kendimi güvenli ve koruma altında hissederim. Aslına bakarsanız hangi güce ayak uydurduğum pek de farketmez. Bu güç, her zaman su veya bu sekilde kuvvet kullanan ve asılsız biçimde herseye gücü yetme iddiasında olan bir kurum veya insanlardır.
itaatim, beni kulluk ettiğim gücün bir parçası haline getirir, böylece kendimi daha güçlü hissederim.
Hiç hata yapmam, çünkü benim kararlarımı o verir, yalnız kalamam, çünkü beni hep izler; günah isleyemem, çünkü bunu yapmama hiç izin vermez ve günah islemis olsam bile, bunun cezası sadece o güce geri dönmekten ibarettir.
itaatsizlik etmek için bir kimse yalnız kalabilecek, hata yapabilecek ve günah isleyebilecek cesarete sahip olmalıdır. Fakat yalnızca cesaret yetmez. Cesaretin ölçüsü, kisinin gelismisliğine bağlıdır. Bir kisi ana kucağından ve baba buyruklarından kendini sıyırabilmis ve tam olarak gelismis bir birey olarak ortaya çıkmıs ve kendisi için duyma ve düsünme yeteneğini kazanmıssa, ancak böyle bir durumda kendisinden daha kudretli olan birine “hayır” diyebilir, itaatsizlik edebilir.
Bir kimse güç sahiplerine “hayır” demeyi öğrenip, onlara itaatsizlik ederek de özgür olabilir. Ancak yalnızca itaat etmeme yeteneği özgürlüğün tek sartı değildir; çünkü özgür olmak da itaat etmemenin sartıdır. Eğer ben özgür olmaktan korkmaktay-sam, “hayır” deme cesaretini gösteremem. Gerçekten de, özgürlük ve itaat etmeme yetenekleri birbirinden ayrılamaz. Bundan dolayı da, özgürlüğü öven ancak itaatsizliği reddeden hiçbir toplumsal, siyasal ve dinsel sistem gerçeği dile getiremez.
Güçlü olana “hayır” demenin ve itaat etmeme cesaretini göstermenin bu kadar zor olmasının bir nedeni daha var. insanlık tarihinin büyük bölümünde itaat erdemle, itaatsizlik de günahla özdes kabul edilmistir. Bunun sebebi de basittir: Simdiye kadar tarih boyunca genellikle bir azınlık, çoğunluğa hakim olmustur. Hayattaki iyi ve güzel seylerin pek az kimseye yetmesi ve çoğunluğa da sadece kırıntıların kalması, bu kuralı yaratmıstır. Az sayıda kimse iyi ve hos seylerin tadını çıkarmak ve bunun da ötesinde, çokluk olanların onlara hizmet etmesini ve onlar için çalısmasını istemisse, bunun bir sartı vardı: Sayıca çok olanların, itaati öğrenmeleri gerekiyordu. Süphe yok ki itaat, sadece kuvvet kullanılarak da sağlanabilir. Fakat bu yolun birçok sakıncaları vardır. Çoğunluğun da azınlığı günün birinde aynı sekilde güç kullanarak alasağı edecek duruma gelme ihtimali, sürekli bir tehdittir. Üstelik yalnızca korkunun yarattığı itaat ile yapılamayan pek çok is de vardır. Bu yüzden sadece kaba kuvvet korkusundan kaynaklanan itaatin, insanın içinden kaynaklanan bir itaate çevrilmesi gerekir. Sadece itaatsizlikten korkmak yerine, insan itaat etmek istemeli, hattâ buna ihtiyaç duymalıdır. Bunun gerçeklesmesi için, güçlü olanın “mutlak iyi”nin ve “mutlak akıllı”nın özelliklerini taklit etmesi, “her seyi bilen” haline gelmesi gerekir. Bu olursa, güçlü olan (iktidarda olan) itaatsizliğin günah, itaatin de sevap olduğunu açıklayabilir. Böyle bir durumda, sayıda çok, güçte zayıf olanlar itaati, itaatin iyi olduğu için benimser, itaatsizlikten de kötü olduğu için nefret ederler. Korkak oldukları için, bu kararları dolayısı ile kendilerinden tiksinmekten de kurtulurlar. Luther’den ondokuzuncu yüzyıla kadar insanlar, açık ve ortada olan otoritelerle ilgilenirlerdi. Luther, papa ve prensler ona (otoriteye) destek verirler; orta sınıf, isçiler ve fîlozoflarsa bu eğilimi insanların içinden söküp atmak isterlerdi. Hem devletteki, hem de ailedeki otoriteye karsı mücadele, aydınlanma dönemi filozoflarının ve bilim adamlarının belirgin özelliği olan entellektüel ruh halinden ayrı düsünülemez. Bu “elestirici ruh hali”, bir akla inanç haliydi ve aynı zamanda geleneklere, bos inançlara, göreneğe ve iktidara dayanan her söze ve düsünceye karsı süphe etmek demekti. “Sapere aude” (akıllı olmak cesaretini göster) ve de “komnibus est dubitan-dum” (kalabalığın içinde en az bir kisi süphe etmeli) özdeyisleri, bu tutumu çok iyi özetliyordu. “Hayır” deme yeteneğinin önünü açıp, onu tesvik eden de, iste bu akımdı.
Adolf Eichmann davası (*) durumumuzu gayet iyi bir biçimde özetlemektedir. Bu davanın, Kudüs’teki mahkeme salonunda onu suçlayanların ilgilendiklerinden çok daha büyük bir önemi vardır. Eichmann kurumlasmıs insanın ve kadın, erkek, çocuk, bütün insanları birer rakam olarak gören yabancılasmıs bürokratın sembolüdür. Bu açıdan kendimizi Eichmann’da görebiliriz. Fakat onunla ilgili en ürpertici sey, bütün olaylar kendi kabul ve itiraflarına dayanılarak ortaya serildikten sonra bile, tam bir inançlı kalple suçsuz olduğunu ileri sürebilmesidir. Apaçık görülüyordu ki, aynı durumlarla karsılassaydı, yine aynı seyleri yapacaktı. Nitekim bizler de aynı seyi yapacaktık ve yapıyoruz da.
Kurumlasmıs insan ya da kurum insanı, itaat etmeme yeteneğini kaybetmistir; hattâ bir itaat eylemi içinde olduğunun bile farkında değildir. Tarihin bu kritik noktasında, süphe etme, elestirme ve itaat etmeme yetenekleri, insanlığın sağlıklı bir geleceğe sahip olması ya da uygarlığın yok olması arasındaki tek ayıraç olabilir.
(*) Fromm’un bu yazısının ilk yayınlandığı 1963 yılından sadece bir yıl önce A. Eichmann, Yahudi soykırımının mimarlarından biri ve savas suçlusu olarak israil’de yargılanıp, idam edilmisti. (Çev.)
Erich Fromm (s.33, Barısın Tekniği ve Stratejisi)
No comments:
Post a Comment