Yıllardır tanık olduğumuz sıcak gündemler uluslararası barış düşüncesini her geçen gün biraz daha derinlerine
gömüyor hayallerimizin. Savaş mağduru gözlerden akan her gözyaşı ister istemez aynı soruyu getiriyor akıllarımıza: "Böylesi bir nefret ve saldırganlık insan doğasının bir parçası olabilir mi?" Evrildiği süreç içerisinde üst düzey bilişsel yetiler kazanan insanoğlunu, bu yetileri öldürmeye programlanmış teknolojik silahlar ve bombalar üretmeye iten güç doğadaki biricik amaç olan hayatta kalma çabasını aşıyor gibi. Böylesi bir hırsın nedenlerine inebilmek, insanın nefret ve saldırganlığını anlayabilmek kolay değil. Zira insanın biyolojik ve psikolojik sistemlerinin etkileşimli karmaşıklığı bu konuda da set örüyor kuramların önüne. Hormonların, güdülerin, dürtülerin, deneyimlerin, sosyal koşullanmaların, bilişsel işleyişlerin doğurduğu bir etkileşim sözünü ettiğimiz. Kimi zaman en güçlü aşk ve sevgiye, kimi zamansa vahşetle noktalanan nefret ve saldırganlığa salık verebilen güçlü bir etkileşim.
gömüyor hayallerimizin. Savaş mağduru gözlerden akan her gözyaşı ister istemez aynı soruyu getiriyor akıllarımıza: "Böylesi bir nefret ve saldırganlık insan doğasının bir parçası olabilir mi?" Evrildiği süreç içerisinde üst düzey bilişsel yetiler kazanan insanoğlunu, bu yetileri öldürmeye programlanmış teknolojik silahlar ve bombalar üretmeye iten güç doğadaki biricik amaç olan hayatta kalma çabasını aşıyor gibi. Böylesi bir hırsın nedenlerine inebilmek, insanın nefret ve saldırganlığını anlayabilmek kolay değil. Zira insanın biyolojik ve psikolojik sistemlerinin etkileşimli karmaşıklığı bu konuda da set örüyor kuramların önüne. Hormonların, güdülerin, dürtülerin, deneyimlerin, sosyal koşullanmaların, bilişsel işleyişlerin doğurduğu bir etkileşim sözünü ettiğimiz. Kimi zaman en güçlü aşk ve sevgiye, kimi zamansa vahşetle noktalanan nefret ve saldırganlığa salık verebilen güçlü bir etkileşim.
Gruplaşma ve "taraf" oluşumu
İnsanı anlayabilmek, ona dair bir soruya
yanıt verebilmek için öncelikle insanın dünyayı nasıl algıladığını ve
anlamaya çalıştığını incelemek gerekiyor kuşkusuz. Dış dünyanın insan
zihnindeki temsilinin nasıl olduğu sorusuysa bizi binlerce yıllık bir
felsefe birikimine, daha sonrasındaysa yarım asrı aşan deneysel
psikoloji tarihine çağırıyor. Bu geniş bilgi dağarcığı ve bulgular öyle
gösteriyor ki dış dünyayı, nesneleri belli sınıf ve gruplara
yerleştirerek algılıyoruz. Bu nedenle de yeni bir nesne örneğiyle
karşılaştığımızda, onu anlamamız ve algılamamız belli bir süre alıyor;
ta ki onu da bir gruba dâhil edene dek. İşte, kendi sosyal kimliğimizi
ve diğerlerini de zihnimizde gruplandırmalar yaparak anlamlandırıyoruz.
İnsanın doğasında dünyayı siyah-beyaz keskinliğinde "biz" ve "onlar" olarak ikiye ayırma eğilimi çok güçlü.
Doğamızda dünyayı siyah-beyaz
keskinliğinde "biz" ve "onlar" olarak ikiye ayırma eğilimi öyle güçlü
ki, bilim dünyası yıllarca bunun biyolojik bir gereksinim olup
olmadığını tartışageliyor. 1970'lerde ise, Tajfel ve Turner önyargılara
dair literatürdeki en güçlü kuramlardan birini ortaya atıyor: "Sosyal
Kimlik Kuramı". Bu kuram, insanların belli gruplara dâhil olarak öz
güvenlerini yüksek tuttuklarını, diğer gruplara karşı ise önyargılar
geliştirdiklerini savunuyor. Kuramın 3 çekirdek düşüncesi: Gruplandırma,
kimlik belirleme ve sosyal karşılaştırma. Gruplandırma, din, ırk,
kültür, dil gibi sosyal yapı öğeleri üzerinden yapılabileceği gibi, göz
rengi, boy uzunluğu gibi tamamen fiziksel özellikler temel alınarak da
gerçekleştirilebiliyor. Kişiler, yaptıkları gruplandırmalar çerçevesinde
kendilerini bir grubun üyesi olarak algılamaya başladıktan sonra ise bu
grubun içinde kendilerine kişisel ve sosyal bir kimlik belirliyorlar.
Ait oldukları grupla özdeşleşecek davranışlarda bulunup, o grubun
fikirlerini benimsiyorlar. Örneğin, fanatik bir futbol takımı taraftarı
tuttuğu takımın kazandığı her maçı kendi başarısı gibi benimseyebiliyor.
Son aşama ise sosyal karşılaştırma. Gruplar, kendilerini diğer
gruplarla karşılaştırdıklarında, olumlu özelliklerini ön plana çıkaracak
alanlara yoğunlaşıp, öz güvenlerini arttırıyorlar. Sosyal statü
açısından daha düşük gruplar ise kendilerinden daha iyi durumdaki
gruplarla aralarındaki açığı olduğundan küçük algılıyorlar. "Biz" ve
"onlar" ayrımındaki tutumlarımız için çok basit bir örnek verelim:
İçinde bulunduğumuz gruptan biri gözlük takıyorsa onun zeki ve çok
okuyan biri olduğunu düşünebiliriz; karşı gruptan gözlüklü bir başkasını
ise "çirkin" olarak yorumlayabiliriz. İşte, nefrete, kavgalara ve
savaşlara giden yolda atılan ilk adımlar diyebiliriz bu gruplaşmalara.
"Biz" ve "onlar" ayrımından bahseden bu kuram, önyargıların oluşumunu
kişilerin farklı sosyal kimlikler içinde sınıflanarak "taraflı" algılar
geliştirmelerine bağlıyor.
Saldırganlık, gerçekten de insan doğasına ait bir vazgeçilmez mi?
Çatışmaların taraflarını belirleyen grup
oluşumlarına dair "Sosyal Kimlik Kuramı"na kısaca bir göz attıktan
sonra, konu başlığımızın belki de en can alıcı noktasına geliyoruz:
"Saldırganlık". Saldırganlık, karşı taraftan herhangi bir kışkırtma
görmeksizin ilk saldırı hamlesini gerçekleştirme olarak tanımlanıyor.
Saldırganlığın insan doğasının bir parçası mı, yoksa öğrenilmiş sosyal
bir davranış mı olduğuna dair öne sürülen fikirlerse farklı bakış
açılarıyla çeşitleniyor. İnsandaki saldırganlığı anlamaya yönelik 5
temel yaklaşım bulunuyor. Bu yaklaşımlardan ilki, insanları hayvanlar
âleminin bir parçası olarak ele alıp saldırganlığın kökenini evrimsel
sınıflandırma çalışmaları ışığında arayan etolojik yaklaşım. Bu
yaklaşımın öncülerinden Konrad Lorenz'e göre saldırganlık, canlıları
hayatta tutmaya yönelik bir dürtü. En güçlüyü ayakta tutup, genç
nesilleri koruyarak türlerin doğadaki dağılım dengesini sağlayan bir
kuvvet. İçimizde sürekli bir birikim halinde bulunan bu saldırganlık
dürtüsü bir şekilde tatmin arıyor. Lorenz, doğadaki etobur hayvanların,
birbirlerine zarar vermedikleri bir takım ritüel dövüşlerle bu
enerjilerini boşaltabildiklerini, insanların ise etobur hayvanlar
ailesine ait olmadıklarından söz konusu ritüel dövüşler gibi
saldırganlığı bastıran koruma mekanizmalarına sahip olmadıklarını
savunuyor. Oysa silah teknolojisindeki gelişim, bizleri çelişkiye
itiyor: Doğal yönden saldırganlık dürtülerimizi inhibe edecek herhangi
bir koruma mekanizmasından yoksun bir durumdayken, elimizde herhangi bir
etçilin öldürme gücünden çok daha fazlasını bulunduruyoruz. Bu dengesiz
durum, bizi kendi türümüzdekilere zarar verme davranışına sürüklüyor.
Kısacası, doğada türlerin kendilerini korumaları için evrilmiş olan
saldırganlık dürtüsü, akıllı beyinlerinin ürettiği silah teknolojisi
dolayısıyla insan türünün kendi kendisine zarar vermesine neden olan bir
dürtü haline geliyor. Lorenz'e yöneltilen en büyük eleştiriyse,
saldırganlığı salt bir dürtü olarak ele alıp, sosyal yapıyı göz ardı
etmesine dair. Çünkü insanları da içine alarak tüm hayvanlar âleminde,
ihtiyaçları ve çevreleri arasında köprü görevi gören sosyal bir yapının
varlığından söz ediliyor. Özellikle de içerdiği şiddet dozu yüksek
saldırganlıkların sosyal yapı incelenerek çözümlenebileceği düşünülüyor.
Saldırganlığın nedenlerini ortaya koymaya
yönelik ikinci yaklaşımsa psikoterapisel yaklaşım. Psikoterapisel
yaklaşım kendi içinde de çeşitlenmeler gösteriyor. Sigmund Freud ve
Erich Fromm bu yaklaşımda adı geçen önemli temsilcilerden. Freud, tüm
canlıların birbiriyle yarışan iki temel içgüdü sahibi olduğunu
düşünüyor: Yaşam içgüdüsü (Eros) ve ölüm içgüdüsü (Thanatos). Ölüm
içgüdüsü canlının kendisini yok ederek hayatın getirdiği
rahatsızlıklardan kurtulmasına yönelik çalışıyorken yaşam içgüdüsü, onu
koruma görevi üstlenerek ölüm içgüdüsüyle çatışıyor. Bu iç çatışma
sonucunda yaşam içgüdüsüne yenik düşen ölüm içgüdüsü kendisini dışa
yönelik bir saldırganlık, yönetme ve güç sahibi olma arzusu şeklinde
yansıtıyor. Kısacası Freud'un kuramında saldırganlık, her zaman olumsuz
ve zarar verici bir dürtü olarak yer alıyor. Davranışlarımızınsa ölüm ve
yaşam içgüdüleriyle yönlendirildiğine inanılıyor.
Freud'un kuramındaki ölüm iç güdüsüne verdiği ad olan "Thanatos", Yunan mitolojisinde ölümün kişileştirilmiş sureti.
İnsandaki saldırganlığın her zaman zararlı
olmayabileceğini vurgulayan Fromm ise, saldırganlığı zararlı ve
zararsız olmak üzere iki çeşide ayırarak Freud'dan farklı bir noktaya
oturuyor. Fromm, canlıların kendilerini korumaya yönelik dürtüsel olarak
doğalarında barındırdıkları saldırganlığı zararsız görüyor. Ancak
karaktere yerleşmiş ve insan arzularının bir sonucu olan saldırganlığın
zarar verici boyutlara ulaştığını düşünüyor. Böylesi tehlikeli
saldırganlıkların öç ya da haz almaya yönelik sadistik (başkaları
üzerinde kontrol sahibi olma arzusu) ya da mazoşist (başkalarının
egemenliği altına girme arzusu) formlarda görülebileceğine de parmak
basıyor.
Sosyal Yapı ve Kültürün Saldırganlıktaki Payı
Saldırganlığı, canlının içinde sürekli
birikerek salınıvermesi için tatmin arayan bir akışkana benzeten Lorenz
ve Freud'un dürtü kuramlarının göz ardı ettiği sosyal etki, aslında
savaşların ardında yatan en büyük etmenlerden biri. Saldırganlığın büyük
ölçüde sosyal çevredeki koşullanmalar, ödül ve cezalarla öğrenilmiş
deneyimlerle tetiklenebileceğine dikkat çeken ve adı Bandura ile anılan
"Sosyal Öğrenme Kuramı" saldırganlığa yönelik 3. temel yaklaşım. Bu
yaklaşımda insanın doğasına ait nefret ve saldırganlık hisleri inkâr
edilmiyor olsa da, bu hislerin davranışa dökülmesinde sosyal
öğrenmelerin, dolayısıyla da "dış" etmenlerin etkili olduğu savunuluyor.
Gerek kendi deneyimlerimizden elde ettiğimiz çıkarımlar gerekse
televizyon, sinema ya da diğer medya araçlarında gözlemlediklerimiz,
şiddet içeren davranışların sonunda ödüllendirildiğini dikte ettiğinde
saldırganlık, kendisini sosyal yolla öğrenilmiş bir davranış olarak
ister istemez gösteriyor. Peki, yaşantısını hedefler
belirleyerek ve bu hedeflere ulaşmaya çalışarak düzene koyan insanoğlu, bu yolda başarısızlığa uğrarsa, hayal kırıklığının bedeli ne olur? Yanıt, saldırganlığa dair ortaya atılmış 4. ve son zamanlarda en fazla tartışılagelen kurama götürüyor bizi: "Engellenmişlik-Saldırganlık Kuramı". Yoksun bırakılmışlıklar, eşitsizlikler ve istismarlar özellikle de sosyal statü ve ekonomik gücü düşük gruplardaki şiddetin altında yatan nedenler olarak görülüyor. Belli amaçlara ulaşmada güçlük çeken bu gruplar, uğradıkları hayal kırıklığı ve engellenmişlik dolayısıyla şiddet eğilimli hisler beslemeye başlıyorlar. Bugün, sosyal servis programlarıyla da işte bu şiddetin kaynağını kurutmaya yönelik sosyal eşitlik ve adalet programları oluşturmak hedefleniyor. Gerek Sosyal Öğrenme Kuramı gerekse Engellenmişlik-Saldırganlık Kuramı'nın bağlandığı tek bir düğüm var gibi görünüyor: Kültür. Saldırganlığa dair yaklaşımların sonuncusu olan kültürel yaklaşımda bilim adamları, saldırganlığın tıpkı bir dil öğrenilir gibi kültürün içinde yoğrularak öğrenildiğini savunuyor. Erkek çocuklara oyuncak tabancalar alınıp, gelecekte karşıt cinsleriyle karşılaştırıldıklarında daha saldırgan bir kişilik geliştirmelerinin tetikleniyor oluşu kültürün bir etkisi olarak ele alınabilir. Araştırmacıları bu fikre itense kimi kültürlerde saldırgan davranışların daha fazla görülüp kimilerindeyse şiddet eğilimine daha az rastlanıyor olması.
belirleyerek ve bu hedeflere ulaşmaya çalışarak düzene koyan insanoğlu, bu yolda başarısızlığa uğrarsa, hayal kırıklığının bedeli ne olur? Yanıt, saldırganlığa dair ortaya atılmış 4. ve son zamanlarda en fazla tartışılagelen kurama götürüyor bizi: "Engellenmişlik-Saldırganlık Kuramı". Yoksun bırakılmışlıklar, eşitsizlikler ve istismarlar özellikle de sosyal statü ve ekonomik gücü düşük gruplardaki şiddetin altında yatan nedenler olarak görülüyor. Belli amaçlara ulaşmada güçlük çeken bu gruplar, uğradıkları hayal kırıklığı ve engellenmişlik dolayısıyla şiddet eğilimli hisler beslemeye başlıyorlar. Bugün, sosyal servis programlarıyla da işte bu şiddetin kaynağını kurutmaya yönelik sosyal eşitlik ve adalet programları oluşturmak hedefleniyor. Gerek Sosyal Öğrenme Kuramı gerekse Engellenmişlik-Saldırganlık Kuramı'nın bağlandığı tek bir düğüm var gibi görünüyor: Kültür. Saldırganlığa dair yaklaşımların sonuncusu olan kültürel yaklaşımda bilim adamları, saldırganlığın tıpkı bir dil öğrenilir gibi kültürün içinde yoğrularak öğrenildiğini savunuyor. Erkek çocuklara oyuncak tabancalar alınıp, gelecekte karşıt cinsleriyle karşılaştırıldıklarında daha saldırgan bir kişilik geliştirmelerinin tetikleniyor oluşu kültürün bir etkisi olarak ele alınabilir. Araştırmacıları bu fikre itense kimi kültürlerde saldırgan davranışların daha fazla görülüp kimilerindeyse şiddet eğilimine daha az rastlanıyor olması.
Çocukları şiddete yönlendiren
en önemli unsurlardan birisi de, ebeveynlerin içinde bulundukları
kültürün etkisiyle seçtikleri oyuncaklar.
Nefret ve şiddet
İnsanlık tarihine kısaca göz atacak
olursak yıllar süren kanlı din savaşlarına, kültürel hegemoni
yarışlarına ve ideoloji çatışmalarına tanık oluyoruz. İnsan
psikolojisinde çok büyük bir yeri olan "çelişki çözme", uluslararası
platformlarda da etkili bir öğe. Psikolojik tüm işleyişlerimiz
hayatımızdaki çelişkileri çözmeye ve geleceğimizi tahmin edilebilir bir
süreğenliğe oturtmaya yönelik çalışıyor. Tıpkı algı mekanizmalarımızın
da yaptığı gibi; iki ağaçtan küçük olanının daha uzakta olduğunu tahmin
ederiz, daha açık renkteki elmanın daha fazla ışık aldığını. Tüm bu
çıkarımların hizmet ettiği amaç ortaktır: Genellemelere giderek yorumlar
yapmak, çevreyi anlamak ve geleceğe dair beklentiler oluşturmak. İşte,
sosyal, politik ve ekonomik olarak dalgalanmalar yaşayan ve değişen
şartlara çok kısa zamanlarda uyum sağlamak zorunda kalan toplumlarda
çelişki bir vazgeçilmez oluyor. Bu çelişki de huzursuzluk yaratarak
saldırganlığa ve şiddete neden oluyor. Çünkü çelişkilerle yaşamak insan
doğasına aykırı bir durum. Norm, değer ve beklentileri sabit toplumlar
ise daha düşük şiddet oranlarına sahip oluyor.
Öyle ya da böyle, şiddet toplumlarda artış
göstermeye devam ediyor. Dinamikler değiştikçe ve insan, zihnini
kullanarak doğaya yabancı teknolojiler üretmeye devam ettikçe, dozu
sürekli artan saldırganlıkları ve ardındaki nefreti anlamak da giderek
daha zor bir hal alıyor. Yukarıda saydığımız tüm kuramlar ise tek tek
analiz edilmektense, etkileşimli ve bütünsel bir model içinde daha derin
anlamlar kazanıyor.
Kaynaklar: http://www.psychologytoday.com/articles/index.php?term=pto-20030501-000001&page=1
http://www.sjsu.edu/faculty/watkins/prospect.htm
http://psychology.anu.edu.au/groups/categorisation/socialidentity.php http://www.hawaii.edu/powerkills/CIP.CHAP2.HTM
No comments:
Post a Comment