Monday, May 20, 2013

Viyana 1900, Freud ve Psikanaliz

E. Attila Aytekin

Avusturyalı entelektüellerin liberalizmin 1900 yılı civarında ayyuka çıkan krizine farklı tepkiler verdiğini daha önce yazmıştım. Siyasette liberalizme alternatif akımların (sosyalizm, Siyonizm, anti-Semitizm, pan-Cermenizm, vs.) güçlenmesine yol açan bu kriz, kültürel ve entelektüel hayatta siyasetten sanata, toplumdan bireye, yüzeyselden derinlikliye ve aşikar olandan gizil olana doğru bir yönelişe yol açtı. Sanatta kendini Secession hareketi ve dışavurumculukla gösteren bu yönelişin bilim alanında da yansımaları oldu.
Yüzyıl dönümü Viyana’sının bu eğilimini benimseyenlerin en ünlüsü kuşkusuz Sigmund Freud’tur. Freud’un bu yönelişi ünlü Viyana tarihçisi Carl Schorske tarafından onun meslek hayatında yaşadığı sıkıntılara ve babasıyla olan ilişkisiyle açıklanır. Ona göre Freud, liberal bir Yahudi olarak hayatı boyunca siyasetle sıkıntılı bir ilişki sürdürmüş, bu ilişki yüzyıl sonuna doğru artan Yahudi düşmanlığıyla birlikte iyice kötüleşmiştir. Terfii uzun zaman bir süre geciken Freud bundan siyaseti sorumlu tutmuş, terfi ettiğinde de bunun kendi talebiyle gerçekleşmesi neticesi büyük suçluluk hissetmiştir. Schorske’ye göre Freud siyaseti önemsizleştirerek, onu psişik güçlerin yansıdığı çok da önemli olmayan bir alana indirgeyerek, siyasetin temelini baba ve oğul arasındaki ödipal çatışmada görerek siyasetten intikam almıştır. Aslında Schorske’nin bu analizinde müthiş, ama bir taraftan da kendini inkar eden bir manevra vardır. Schorske, Freud’un psikanaliz kuramını geliştirmesini yine psikanalizin içgörüleri yoluyla, yani onun hayal kırıklıkları, hissettiği suçluluk duygusu ve babasıyla ilişkisi üzerinden anlamaya çalışmaktadır. Eğer Freud’un psikanalizi geliştirmesi gerçekten böyle olduysa, Schorske de Freud konusunda haksızdır çünkü esasen onun yöntemini kullanmaktadır!
Eric Kandel Freud’un daha sonra psikanaliz olarak geliştireceği bilimsel eğilimlerin oluşmasını çok farklı biçimde açıklar. Ona göre asıl amacı beynin işleyişinin sırlarını çözmek olan Freud iki nedenden psişeyi çalışmaya yönelir. Birincisi, o dönem Viyana’da epeyi nörolog ancak çok az nöroloji hastası, buna karşılık isteri semptomlarından yakınan çok sayıda hastanın bulunmasıydı. İkincisi, beyni hakkıyla incelemeyi elverecek yöntemlerin ve tıbbi teknolojinin henüz geliştirilmediğinin farkında olan Freud, mevcut koşullarda devrimci bir tedavi yöntemi olan hastayla derinlemesine konuşma yöntemini kullanmayı seçmişti.
Kanımca Schorske’nin ve Kandel’in Freud’a dair söyledikleri yaratıcı ve çarpıcı olsa da Sigmund Freud’un yaklaşımını Avusturya liberalizmin krizinden, Viyanalı entelektüellerin buna verdiği benzer tepkiden uzakta düşünmemize yol açtıkları ölçüde sorunlu. Aslında bu iki yazarın da teslim ettiği gibi zamanın önemli kültürel merkezleri olan Paris, Londra ve Berlin’in tersine, Viyanalı entelektüeller ve bilim insanları aynı kafelere giden, aynı burjuva salonlarında takılan, neredeyse tamamı birbirini tanıyan, düşüncelerini ve bulgularını birbirleriyle paylaşan görece küçük ve homojen grup bir gruptu. Ressamların otopsilere katılması, bir hekimle bir edebiyatçının uzun uzadıya evrim kuramını tartışması gibi şeyler gayet olağandı.
Bu entelektüel ortamdan ve Viyana tıp fakültesindeki gelişmelerden epeyi etkilenen Freud, insanların yüzeyde görülen davranışlarının altta yatan nedenlerini ortaya çıkarmaya çalışıyordu. Bu minvalde insan davranışlarının irrasyonel itkilerden kaynaklandığını keşfetmişti; bu itkiler de çoğu zaman cinsellikle alakalıydı. Freud çocukluğun erken aşamalarında yaşanan çeşitli travmaların ya da bastırılan fantezilerin yetişkinlikte çeşitli ruhsal sorunlara yol açtığını tespit etmişti. Hastanın altta yatan bu nedenler ortaya konularak ve bastırılmış travmatik anılar bilince çıkarılarak tedavi edilmesi mümkündü. Psikanalizin kurucusunun özel olarak ilgilendiği bir başka alan rüyalardı. Rüyaları bireylerin bilinçdışındaki korku ve arzularını anlamak ve geçmişte yaşadıkları ve bastırdıkları kötü deneyimleri açığa çıkarmak için bir araç olarak gören Freud’un 1900 tarihli “Rüyaların Yorumu” adlı kitabı onun en önemli eserlerinden biri olmuştur.
Öte yandan Freud’un aşama aşama geliştirmekte olduğu kuramının hatırı sayılır boşlukları da vardı. Kuramın en önemli eksikliklerinden birini kadın cinselliği oluşturmaktaydı. Freud’un da kabul ettiği bu boşluğu tamamlamaya ciddi olarak girişense hayran olduğu ve kıskandığı yazar Arthur Schnitzler olmuştu. Kadın cinselliği Gustav Klimt’in de sıkça değindiği bir temaydı ama onun resimlerinde kadın cinselliği hala gizemli, saldırgan ve tehlikeliydi. Schnitzler’in roman ve oyunlarıysa kadın cinselliğine dair zamanı için çok ileri bir kavrayışı yansıtır. Kendi cinselliğine takıntılı olan ve uzun yıllar boyunca günlüğüne yaşadığı binlerce orgazmı detaylı olarak kaydeden Schnitzler kişisel hayatında kadınlara karşı ne kadar hoyratsa eserlerinde kadın cinselliğine o kadar duyarlıdır. “La Ronde” (“Reigen”; Ront) adlı oyununda Schnitzler bazı bildik kadın-erkek ilişkisi biçimlerine çok farklı yaklaşır. Oyunun bir başka başarısı cinselliğin sınıfsal ayrımlarıyla olan ilintisini kışkırtıcı biçimde sorgulamasıdır. Alışıldık olarak kurban rollerinde olan ve kendilerinden zengin ve yaşça büyük erkeklerce cinsel olarak sömürüldükleri düşünülen yoksul hizmetçiler, fahişeler, baştan çıkarılan evli kadınlar oyunda cinsellikten zevk alan ve erkekleri rahatça yönlendirebilen güçlü karakterler olarak öne çıkarlar.
Freud’un kuramındaki bir başka boşluk insanın yaşama iradesine, yaşam enerjisine yani libidoya büyük önem verir ve libidonun tezahür biçimleri olan cinsellik ve saldırganlık içgüdülerinin insanda doğuştan geldiğini söylerken, ölüm içgüdüsünü en azından başlangıçta göz ardı etmesiydi. Sanat bu noktada da bilimden daha içgörülüydü. Ölüm-yaşam karşıtlığının insan psişesi için önemini gösteren en önemli eserlerden biri Klimt’in 1910-15 arasında tamamladığı “Ölüm ve Yaşam” adlı tablosudur. Tabloda koyun koyuna duran çıplak kadınlar, erkekler ve bir bebekle temsil edilen yaşamın karşısında tüm karanlığı ve korkutuculuğuyla ölüm durmaktadır. Yaşamda cinsellik, mutluluk, huzur ve dayanışma varken ölüm tüm bunların karşısında konumlanmıştır. Resmin ilk versiyonunda daha çekingen olan ölüm, Klimt’in resmettiği nihai halinde arsızca ve saldırganca sırıtmaktadır. Ölüm sadece kaçınılmaz bir son değil, her bir anda insanın bedenin ve ruhunun ayrılmaz bir parçasıdır.
Ölüm güdüsünün insan psişesi için önemini bilimsel olarak kavrayan ve cinsel güdüyle ilişkisini Freud ve Jung’tan önce sistemli olarak tartışan, ilk kadın psikanalistlerden biri olan Rus hekim Sabina Şpilreyn (Spielrein) olmuştur. Freud ise ölüm güdüsünü kuramına ancak 1920’de, yani Şpilreyn’in kitabının yayınlanmasından 8 yıl sonra dahil edecektir.
fotyasol.jpg
Gustav Klimt, "Ölüm ve Yaşam", 1910-15 (Leopold Müzesi, Viyana)
***
Siyasetin çeşitlenmesine tanık olan, bilimsel ve sanatsal anlamda müthiş bir yenilikçilik ve üretkenliği getiren fin de siècle dönemi 1918’de sona erdi. Aslında o yıl Viyana’da pek çok açıdan bir dönem bitmiş oldu. Avusturya-Macaristan imparatorluğu Büyük Savaş neticesinde çöktü. Dahası, döneme damgasını vuran isimlerden bir kaçı (sanatçılar Klimt, Kolo Moser, Egon Schiele, ve mimar ve plancı Otto Wagner) 1918’de öldü. Son olarak, o yıl Avusturya Sosyal Demokrat İşçi Partisi şehirde çoğunluğu ele geçirdi ve 1934’e kadar sürecek olan yeni bir dönem başladı: ‘Kızıl Viyana’!

No comments:

Post a Comment