Herșey insanların kim tarafından olursa olsun yőnetilmeyi
reddettikleri ve inisiyatif aldığı zaman farklı olacak.
Devlet iktidarının ele geçirilmesinin ve “fașist
diktatőrlük” yerine “devrimci bir diktatőrlük” kurulmasının bir anlamı var mı
sorusu aklıma geliyor. Marksizme gőre, devlet őzel bir baskı aygıtıdır. Marx ve
Engels, Paris Komünü’nden őrnek de vererek devlet ve iktidar kavramını
sorguluyorlardı. Ancak reel “sosyalist” bir devleti ve onun uygulamalarını
gőremeden hayata veda ettiler.
Engels, artık baskı altında tutulacak hiçbir toplumsal sınıf
kalmayınca; sınıf egemenliği ve bugüne kadarki üretim anarşisi üzerine kurulu
bireysel varoluş mücadelesi, bunlardan doğan çatışma ve aşırılıklarla birlikte
ortadan kalkar kalkmaz, baskı altına alınacak hiçbir şey kalmayacağını, bőylece
özel bir baskı gücü olan devletin zorunlu olmaktan çıkacağını belirtiyor.
Ayrıca, devletin kendini gerçekten tüm toplumun temsilcisi olarak var ettiği
ilk eylemin –üretim araçlarına toplum adına el koyma–, aynı zamanda onun devlet
olarak son bağımsız eylemi olacağını sőyler. Ona gőre, devlet iktidarının
toplumsal ilişkilere müdahalesi, birbiri ardına tüm alanlarda gereksiz hale
gelecek ve sonra kendiliğinden sönüp gidecektir. (Engels,Friedrich: “Anti-Dühring”,
Sol Yay., Mart 1977, s.443-444)
Marksizm, devlet aygıtı, onun ișlevini kavramsal olarak iyi
çőzümlemiștir. Bence problem őzel mülkiyete el koyup, devlet aygıtını ezilen
sınıflar adına ele geçirdikten sonra bașlıyor. Yașanmıș tarihsel gerçekliğe
baktığımızda, gerçeğin farklı olduğunu gőrüyoruz. İktidarın kimin elinde
olduğunun őnemli olduğu tezi de, tarihsel olarak “sosyalist” devletlere
baktığımızda anlamını yitiriyor. Bürokratik, hantal ve kaçınılmaz olarak
kitleler üzerinde -onların çıkarları adına- baskı kuran bir yapılanma olușuyor.
Ancak “sosyalist” devletlerin ve onların uygulamaları, ister seçim yoluyla
iktidara gelerek, isterse bir devrimle iktidarı alarak “devrimci diktatőrlük”
kurarak aynı yola çıkıyor. Devlet ve iktidar kavramının doğasından dolayı, bu
durum yalnızca baskının el değiștirmesi sonucuna yol açıyor. Anarșist
filozoflar Proudhon, Kropotkin ve Bakunin bu durumun farkına çok őnceden
varmıșlardı.
Anarko komünist filozof Kropotkin, devletsiz bir toplum
düşüncesinin, özel sermayenin olmadığı bir ekonomik yapı kadar tepki çekecek
bir düşünce olduğunun altını çizerken aynı zamanda, insanların kendi
aralarındaki ilişkilerinde Tanrı rolü oynayan devlete ilişkin bir yığın kör
inançlar içinde yetiştiklerini dile getirir. Bu önyargıyı desteklemek üzere,
okullarda ders konusu olarak okutulan koca koca felsefe sistemleri
oluşturulduğunu, aynı amaçla değişik hukuk kuramları yaratıldığını, siyaset
denilen şeyin bütünüyle bu ilke üzerine bina edildiğini ve hangi partiden
olursa olsun her siyasetçinin halka şu sözlerle seslendiğini aktarır:
“Bize iktidarı verin, sizi dertlerinizden kurtaralım: Bizim
bunu yapacak olanaklarımız var…”
Kropotkin, ayrıca beşikten mezara kadar bütün
davranışlarımıza “devletin, hükümetin gücüne boyun eğme” ilkesinin yön
verdiğini, toplumbilim ya da hukukla ile ilgili herhangi bir kitabı
açtığınızda, hükümetin, onun örgütleri ve eylemlerinin son derece önemli bir
yer kapladığını göreceğimizi, bu kitapları okuyan öğrencilerin ise yavaş yavaş,
hükümet, devlet ve devlet adamları dışında dünyada hiçbir şeyin olmadığını
düşünmeye başladığına dikkat çeker.” (Kropotkin, Pyotr: “Ekmeğin Fethi”, Agora
Kitaplığı, 226 sayfa, 2. basım: Şubat 2015, İstanbul)
İktidarın olduğu yerde baskı vardır kaçınılmaz olarak. Daha
őnce de devletle ilgili bir yazımda vurgu yaptığım gibi Lenin, bunu “Devlet
varsa őzgürlük yoktur, őzgürlük olduğunda zaten devlet olmayacaktır.” șeklinde
ifade etmiști“Devlet ve Devrim” adlı kitabında. İște devlet aygıtı
kendisini kolay kolay, kendiliğinden sőndürmüyor. Aksine otoriter, baskıcı bir
biçime dőnüșüyor. Bir kișiye ya da bir kuruma iktidarı verdiğinizde, -kendi
iktidarını sağlama almak için- devlet aygıtını sőndürmek bir yana onu
güçlendiriyor ve neye mal olursa olsun iktidarı bırakmak istemiyor. Bașka bir
sorun kișiler, liderler ortaya çıkıyor ve kültleștiriliyor ve bunlar őlene -ya
da yapabilene kadar iktidarda kalıyorlar. Onlardan sonra da bazen yakınları
hükümete geliyor. Sadece kapitalist toplumda bu bőyle değil, “sosyalist”
olduğunu “ya da őzgürlük getirdiğini” iddia eden legal ya da illegal kurumlar ve
partilerde de bőyle. Bakınız legal ya da illegal partilere, őzellikle de
yőneticilere; yıllardır aynı elit kișiler tarafından yőnetilmiyor mu bu
kurumlar? Eğer
“așağıdan” yeni kadrolar yetișmiyorsa, o zaman orada yőnetici kadro tarafından
buna izin verilmemesi sorunu da vardır.
Peki ne yapmak gerekir? Bu noktada Kropotkin’in dediği gibi
őzel mülkiyete son vermiş her toplum, derhal anarşik komünizmin temellerini
atmaya başlamalıdır. Anarşizm, kaçınılmaz olarak komünizme varır dayanır,
komünizm de anarşizme; kaldı ki bunların her ikisi de, çağdaş toplumlara egemen
olan aynı büyük sevdanın, eşitlik sevdasının ifadesidirler.” (Kropotkin, age)
Devlet iktidarını ele geçirmek değildir asıl sorun. Biz,
muhalif legal, illegal her türlü kurumda ve kișisel ilișkilerimizde birbirimiz
üzerinde iktidar kuruyoruz. Hiçbir yerde olmasa, kendi evimizde iktidar
kuruyoruz. Öncelikle, iktidar duygumuzdan mümkün olduğunca kendimizi
arındırmamız, hiyerarșiyi yenmemiz ve “elit, lider” insanlar yaratmaktan
vazgeçmemiz gerekiyor. Asıl olan iktidar sahibi olmak değil, őzgürlüktür. Marx
da bunu bőyle ortaya koymuștur.
Bana gőre aynen EZLN’nin (Zapatista Ulusal Kurtuluș Ordusu)
yaptığı gibi, iktidar hedefi olmayan, ama sistemi kendi bulunduğu
bőlgede “de facto” olarak etkisizleștiren bir yapılanma gerekiyor.
EZLN, iktidarı ele geçirip bir devrimci diktatörlük kurmayı hedeflemek yerine
Meksika’da gerçek bir demokratikleşme sürecinin başlatılmasını istemiştir.
EZLN, var oldugu bőlgelerde halkın gerçek demokrasisi ve őz yőnetimine aracılık
etmektedir. (Bunu ne derece gerçekleștirebildiği elbette tartıșılabilir.)
Bu noktada “Bizler iktidara!” sloganından çok, “Bizler
Özgürlüğe” sloganı anlam kazanıyor. Bulunduğun, yașadığın yerde őzgürleș ve her
türlü iktidarı, hiyerarșiyi anlamsız kıl düșüncesi bana daha gerçekçi geliyor.
Peki bu nasıl yapılabilir? Belki “kurtarılmıș bőlgeler”
yaratarak. Belki sivil demokratik kitlesel mücadeleyle… Belki de bașka
yollarla. Ancak bu kurtarılmıș bőlgelerde, halka kendi anlayıșını ve hukukunu
dayatmakla değil, halkın kendi őz yőnetimini kurmasına aracılık ederek
gerçekleștirilebilir. Bu da kâğıt üzerinde buna benzer șeyler sőylemek yerine,
bunu değiștirebilecek gerçek, somut adımlar atmaktan geçer. Peki iktidarı
hedeflemeyen bir mücadelenin bașarıya ulașması olası mıdır? Bence olasıdır,
sınıfsız, sőmürüsüz topluma giden yol, iktidardan değil, tam tersine iktidar
hedeflemeyen, ama mücadeleci bir anlayıștan geçer. Yani kimse halkın
őzgürlüğünü sağlayacak tek yol değildir, o binlerce yolun birleștiği ana yola
giden bir patikadır yalnızca.
Őzgürlük, yarının değil, bugünün şimdiki an’ın sorunudur.
Dőnüșüm ve değișim de șimdiden, burada bașlamalıdır. Bu da iktidarı ele
geçirerek ve bașka bir baskı mekanizması kurarak değil, hiyerarșiden mümkün
olduğunca arınarak, kendi içinde bir gerçek dőnüșümden, doğrudan demokrasiden
geçer.
Herșey insanların kim tarafından olursa olsun yőnetilmeyi
reddettikleri ve inisiyatif aldığı zaman farklı olacak.
Herșey içimizdeki devleti ve iktidar tutkusunu
yenmekle bașlıyor.
Erol Anar
No comments:
Post a Comment