Monday, February 6, 2017

OTORİTEYE İTAAT VE ÖTEKİLEŞTİRME


 Polis birlikleri nasıl oluyor da böylesine acımasız davranabiliyor?
1 Temmuz 2013

Haziran ayı başından beri ülke olarak çok ilginç, bir o kadar da adrenalin dolu günler yaşıyoruz. Onbinlerce insan bireysel özgürlük arayışıyla sokaklara dökülüp, barışçıl yöntemlerle protesto hakkını kullanmaya çalışırken orantısız bir polis müdahalesi ile gaza boğuluyor, dövülüyor, basınçlı su ile püskürtülüyor, bazen gözlerinden ve hatta canlarından oluyorlar.
Sahilde durduk yerden saçından sürüklenen genç kızlardan, tekerlekli sandalye ile TOMA suyuna maruz kalan direnişçiye, bir otoparkta kıstırılan üç gencin kendilerinden sayıca çok üstün bir polis grubu tarafından sıkıştırılıp dövülmesine kadar pek çok video seyrettik. Çocukların, yaşlıların suratına biber gazı sıkılışına, mahallede devriye gezen polisin evlerin camını kıtıp içine gaz bombası attığına, hastane içine TOMA ile su sıkılışına şahit olduk.

Geçtiğimiz ayın bence en vurucu sahnesi: TOMA, tekerlekli sandalyedeki bir vatandaşımıza basınçlı su sıkıyor.
Peki bu polisler içinde hiç mi vicdan sahibi kimse yok?  Nasıl oluyor da polis birliklerinin tamamı, her sağduyulu vatandaşın tüylerini ürpertecek müdahalelerde bulunuyor, insanların yüzüne doğrudan ateş edip gözlerinin akmasına sebep oluyor, ancak bu dehşet verici sahnelere rağmen aldıkları emirleri uygulamaya tereddütsüz devam ediyorlar?
İşte bu soruların yanıtları toplum psikolojisinin çok ilginç konuları olan otoriteye itaat ve ötekileştirme başlıkları altında gizli.
Milgram Deneyi: Otoriteye “Hayır” diyememek….
Yale Üniversitesi Psikoloji bölümünde çalışan Stanley Milgram,  meşhur Nazi savaş suçlusu Adolf Eichmann’ın mahkemesinden üç ay sonra şu soruyu sorar:
“Nazi Almanyası’nda yaşanan soykırıma aktif olarak katılan binlerce kimse yaptıkları korkunç şeyin ne kadar bilincindeydi? Bu kötülükleri bilerek, isteyerek ve farkında olarak mı yapmışlardı, yoksa toplu bir ahlaki değişim ile kendi değer yargılarını görmezden gelerek otoritenin isteği doğrultusunda sadece emirleri mi uyguladılar?”

Milgrim Deneyi düzeneği: Öğretmen (T), önündeki mekanizmadan diğer odadaki Öğrenci’ye (L) elektrik akımı veriyor. Öğretmenle aynı odada, arkasında oturan Gözetmen (E), tereddüt anında devam etmesi için uyarıda bulunuyor.
Bu hipotezini test etmek isteyen Milgram, psikoloji tarihine geçecek meşhur Milgram Deneyi’ni düzenler.
Önce, deneye katılacak gönüllüler bulunur. Gazete ve sokak ilanları ile toplanan gönüllüler, cezalandırmanın hafıza ve öğrenme üzerine etkisi konulu bir deneye katkıda bulunacaklarını sanmaktadırlar.
Gönüllüler laboratuvara geldiklerinde, üzerinde otorite sembolü olan beyaz önlük giymiş olan bir “deney gözetmeni” ve kendileri gibi bir başka gönüllü ile karşılaşırlar. Deney gözetmeni, gönülllere, bu deneyin “cezalandırmanın öğrenme üzerinde etkisi” ile ilgili olduğunu söyler, ve gruptakilerden birinin öğretmen, diğerinin de öğrenci olacağını anlatır. Öğretmen, öğrenciye sorular soracak, öğrenci soruları bilemediğinde gittikçe artan elektrik akımı ile öğrenciyi cezalandıracaktır. Kura yöntemi ile kimin “öğrenci”, kimin “öğretmen” olacağı belirlenir.
Rollerin belirlenmesinin ardından, gözetmen, öğretmen ve öğrenci, öğrenciye ait cezalandırma odasına girerler. Burada, öğretmen vereceği elektrik akımının nasıl bir mekanizma ile öğrenciyi cezalandıracağını görür. Öğrenci sandalyeye oturtulur, kolları kayışlarla bağlanır. Deney gözetmeni ve öğretmen deneyi başlatmak için bitişik odaya geçerler.
Bu odada, öğretmen’in oturacağı bir masa ve masanın üzerine elektrik şoku vermesini sağlayacan bir düzenek vardır. Düzenek üzerinde 15 Volt arayla 15 Volttan, 450 Volta dek uzanan şiddet seçenekleri mevcuttur. İlaveten, belirli aralıklar “düşük şok”, “orta şiddette şok”, “şiddetli şok”, “çok şiddetli şok”, “hayati tehlike” ve “xxx” olarak etiketlenmiştir.
220 Volt’un şehir akımı olduğu ve oldukça tehlikeli olduğunu anımsamakta fayda var. Milgram şokmetresinde, 300 Volt civarı “çok şiddetli şok”  400 Volt civarı, “hayati tehlike” ve 450 Volt’luk şalter de “xxx” olarak etiketlenmiştir.

Milgram Deneyinde kullanılan şok cihazı paneli.

Ancak öğretmen rolünü oynayacak gönüllülerin bilmedikleri birkaç şey vardır.
Hem deney gözetmeni, hem de öğrenci rolünü oynayan diğer gönüllü aslında deneyin birer parçası, Milgram ile çalışan profesyonel aktörlerdir.   Kura ile roller belirlenirken de, hile yapılmış ve gerçek gönüllü her zaman “öğretmen”, aslında bir aktör olan gönüllü ise her zaman “öğrenci” rolüne atanmıştır.
İlaveten, öğretmenler, deney gözetmeni ile şok odasını terk ettikleri anda, öğrenci rolü oynayan aktör sandalyesinden kalkmış, yerine bir teyp cihazı bırakmıştır. Öğretmen her bir şok seviyesindeki düğmeye basarken, karşılık olarak önceden yapılmış bir ses kaydı çalmaktadır. Öğretmenin verdiğini sandığı şokun şiddetine göre bu kayıttaki ifadeler değişmektedir. Düşük akımlar için sadece hafif acı nidaları varken, yüksek akıma karşılık gelecek kayıtlar iç paralayıcı çığlıklar, artık öğretmene durması için yalvarmalar şeklinde hazırlanmıştır. Hayati tehlikenin başladığı 300 V civarındaki kayıtlardan birinde öğrenci’nin iç paralayıcı bir şekilde çığlık attıktan sonra “Yalvarırım artık durun, dayanamıyorum! Ben kalp hastasıyım. Kalbim tekliyor, kendimi iyi hissetmiyorum!” diye bağırdığı duyulur. 350 V ve sonrası ise, öğrencinin bilincini kaybettiği, hatta öldüğü izlenimini verecek şekilde sessiz bırakılmıştır.
Gönüllüler, her yanlış cevapta, “öğrenci” rolünü oyandığına inandıkları kişiye artan miktarda şok vereceklerdir. Gönüllü, şok verme konusunda tereddüte düştüğünde deney gözlemcisi “lütfen devam edin” veya “deneye devam etmemiz gerekli” gibi cümlelerle gönüllüleri devam etmeye teşvik edecektir. Ancak son karar gönüllünündür, bu teşviklere rağmen deneye devam etmek istemediklerini söylemeleri halinde deney sonlandırılacaktır. Deneyi bırakmak istediklerini ifade etmezlerse, deney ölümcül şok seviyesi olan 450 V kadar sürdürülecek ve gönüllü üç defa 450 V şoku uyguladıktan sonra sonlandırılacaktır.
Deneye başlamadan önce, gönüllülere 45 Voltluk akım verilerek, verdikleri akımın ne kadar acıyacağı konusunda bir fikir sahibi olmaları sağlanır.
Deney başlar…

Pekçok denek, vücut dilleri stres belirtileri göstermesine rağmen akım vermeye devam ediyor.
Pekçok gönüllü 135 Volt civarında tedirgin olmaya başlayarak, arkalarında duran beyaz önlüklü ‘deney gözetmeni’ne sorular sorarak deneyi sorgulamaya başlarlar. Çoğu, gözetmenin “lütfen devam edin” uyarısının ardından vücut dilleri oldukça bariz tedirginlik ve stres belirtileri göstermesine rağmen öğrenciye artan miktarda elektrik şoku vermeye devam ederler.  Gönüllülerin pek çoğu, yan odadan gelen acı dolu çığlık seslerini duyduklarında kendi kendine gülme, oturduğu yerde kıpırdanma gibi sinir bozukluğu belirtileri göstermelerine rağmen deneyi sürdürürler.
Milgram deneyi, sıradan insanların otoriteden aldıklar emirler karşısında kendi değer yargılarını bir kenara koyup, otorite emirlerini teredüttsüz uyguladıklarını gösteren çok çarpıcı bir örnektir.
Deneyin sonuçları öylesine beklenmediktir ki, ne Milgram ne fikirleri sorulan muhtelif üniversitelerden diğer psikiyatristler deneyin sonuçlarını öngörebilmişlerdir. Deney öncesinde yapılan anketlerde, 100 gönüllüden en fazla 3 tanesinin  en yüksek akım seviyesine çıkacağı öngörülmüştür.  Çoğu anket katılımcısı, gönüllülerin çoğunun en fazla 10. seviyeye (150 Volt) geleceğini tahmin etmiş, hemen hepsi 100 gönüllünün en fazla 4 tanesinin 300 Volt civarına kadar çıkacağını düşündüklerini belirtmişlerdir.
Oysa Milgram’ın sonuçları tek kelimeyele tüyler ürperticidir. İlk yapılan deneyde, katılımcıların %65’i (40 gönüllüden 26 tanesi), deneyi sonlandıran en yüksek ceza seviyesi olan 450 Volta kadar çıkmıştır. Bu insanların çoğu, karşılarında kendileri gibi bir deney gönüllüsü olduğunu sandıkları insana bu seviyelerde elektrik akımı verirken soğuk soğuk terlemelerine, dudaklarını kemirmelerine, inlemelerine, sinir krizi geçirmelerine rağmen öldürücü seviyede akım vermekten imtina etmemişlerdir.
Tekrarlayan deneylerde de, insanı dehşete düşüren benzer rakamlara ulaşılmıştır. 1999 yılında, Milgram deneylerinden 35 yıl sonra maryland Üniversitesi’nden Thomas Blass, pekçok farklı kurum ve kişi tarafından yürütülen Milgram deneylerini toplayarak bir meta-analiz yapmış, ve deneklerin otoriteye sorgusuz itaatinin pekçok deneyde benzer seviyelerde olduğunu ve ortalama itaat oranının %61-%66 civarında olduğunu saptamıştır.
Aşağıda, orjinal deneyden sonra yapılan bir benzer deneyden görüntüler mevcut. ( Türkçe altyazılı)
Stanford Hapishane Deneyi: Bir ötekileştirme klasiği
Milgram deneylerinden yaklaşık 8 yıl sonra, 1971 yılında, Philip Zimbardo isimli bir psikoloğun önderliğinde Standford Üniversitesi’nde bir başka tarihi deney gerçekleştirir.  Deneyin esas amacı, hapisane koşullarının tutukluları ve gardiyanların psikoloji ve davranışlarını nasıl etkildiğini ve hapishanelerdeki kötü muamelenin nedenlerini bulmaktır. İki hafta sürmesi planlanan deney, katılımcıların beklenmedik davranış ve hareketler sergilemesi üzerine 6. günde sonlandırılacaktır.

Stanford Hapishane Deneyi
Zimbardo ve ekibi, iki hafta sürecek olan bu hapisane deneyine katılmayı kabul eden 70 deneğin en sağlıklı olan 24 tanesini seçerler. Seçilen 24 kişinin tamamı psikolojik testlerden geçirilir, psikolojik ve fiziksel sağlıklarının yerinde oldugu, herhangi bir uyuşturucu kullanım öykülerinin olmadığı onaylanır, hepsinin sabıkaları incelenir ve geçmişte herhangi bir suçtan sabıkalı olmadıkları teyit edilir.
Deney hakkında bilgilendirilen ve yazılı olarak izinleri alınan katılımcılar, yazı tura yöntemi ile rastgele bir şekilde iki gruba ayrılırlar. Gruplardan biri, izleyen iki hafta boyunca mahkum, diğeri de gardiyan rolu oynayacaktır.

Stanford hapishane Deneyi’nden bir gardiyan.

Gardiyan grubuna, üniformayı andıran tek tip haki gömlek ve pantolonlar, göz temaslarını engellemeye yarayacak aynalı güneş gözükleri ve tahta coplar dağıtılır.
Zimbardo, mahkum rolü oynayanların hapisaneye geliş sürecini gerçek tutuklama sürecine benzetmek için bölgedeki polislerden yardım ister. Polislerin de işbirliği yapması ile, mahkum olarak seçilen 12 gönüllünün evine polis arabaları giderek gönüllüleri  silahlı soygun suçundan tutuklarlar.  Stanford Üniversitesi laboratuvarlarında kurulmuş olan sahte hapishaneye getirilen mahkumlara, gerçekte tutuklanıp hapse atılan kimselere uygulanan muamelenin aynısı uygulanır. Hepsinin sabıka fotoğrafları çekilir, soyulurlar, üzerleri aranır ve göğüs kısmında numara olan tek tip birer kıyafet giydirilirler. Gardiyanlar ve deneyde hapisane müdürü rolu oynayan Zimbardo, bu aşamadan sonra, tutuklulara isimleriyle hitap etmeyi bırakırlar ve numaralarıyla hitap ederler.  Ardından, gerçek tutuklulara yapılan kafa kazıma sürecini taklit etmek adına saçlarını gizleyen birer bone giydirilir ve hücrelerine gönderilirler.  Amaç, tutuklu rolü oynayan gönüllülere, özellikle birseyselliklerini tehdit altına sokacak muamele yaparak, gerçek tutukulularla özdeşmelerini sağlamaktır.
Deneyin ilk günü sakin geçer. Ancak ikinci gün, tutuklular beklenmedik bir şekilde isyan çıkarırlar. Karyolalarını kapının arkasına barikat olarak yığar ve gardiyanların komutlarına karşı gelirler. Bu reaksiyona karşı, gecikmeden gardiyanlardan beklenmedik bir tepki gelir. Gardiyanlar, tamamen kendi inisiyatiflerini kullanarak, araştırma ekibinin müdahalesini beklemeden, bir yangın söndürme tüpünü kullanarak, tüpten dondurucu soğukluktaki karbondioksit köpüğünü mahkumların üzerine püskürterek onları etkisiz hale getirmeye çalışırlar.
Kısa zaman içinde, düzme hapisanedeki koşullar tuhaflaşır. Her iki rolü oynayan denekler de, bunun aslında bir rol olduğunu bildikleri halde gerçeklikten kopmaya başlarlar.  Mahkumlar gittikçe daha sinik bir hale gelir, gardiyanlar mahkumlara zulüm edecek yeni yeni yöntemler keşfetmeye başlarlar.
Gardiyanlar, mahkumların şiltelerini alıp onları yerde uyumaya zorlarlar. İttatsizlik eden mahkumların tuvalete gitmelerine engel olur ve  ihtiyaçlarını, hücre içinde,  verdikleri kovaya yapmalarını isterler. Gardiyanlara karşılık veren veya emrileri dinlemeyen mahkumların hücrelerindeki pislik kovalarının boşaltılmasına müsaade etmezler. Mahkumların kafasına kesekağıdı geçirip, zaman zaman anadan doğma soyarak onları aşağılamaya, verdiği cevapları beğenmedikleri mahkumları ancak ayakta duracak kadar büyük ve karanlık bir hücrede, hücre hapsine mahkum etmeye başlarlar. Deney gözlemcileri, daha sonra yazdıkları raporlarda, gardiyan rolü oynayan deneklerin yaklaşık üçte birinin ciddi sadistik eğilimler sergilediklerini rapor edeceklerdir.
Gardiyanlar sadistleşirken, mahkumların psikolojisinde de ciddi bozulmalar baş göstermeye başlar. Kimi mahkumlar, ağlama ve sinir krizlerine tutulmaya başlarlar. Aralarındaki birlik hissiyatı bozulur, her biri sinik ve silik bireyler haline gelirler.
Ondört gün sürmesi planlanan deneyin altıncı gününde, Zimbardo’nun o zaman kız arkadaşı olan (ve daha sonra eşi olacak olan) psikolog Christina Maslach, deneyin gerçekleştirildiği düzmece hapishaneyi ziyaret eder ve gördüklerine inanamaz. Maslach’ın tepkisi, kendini hapisane müdürü rolüne iyice kaptırmış olan Zimbardo’nın hapisanede yaşanan ve artık işkence haline gelmiş olan durumu görmesini sağlar ve deney altıncı günde, ani bir şekilde sonlandırılır. ( İşin ilginç tarafı, deney hapisanesine, o ana kadar dışarında yaklaşık 50 gözlemci ziyaretçi olarak gelmesine rağmen, Maslach’a kadar hiçbir gözlemci, hapisanede yaşananlar konusunda bir tepki vermemiştir.)
Deney bittiğinde, mahkum rolü oynayan denekler rahat bir nefes alırken, gardiyan rolü oynayan denekler, deneyin erken bitirilmesinden duydukları hoşnutsuzluğu dile getirirler.

Otoriteden emir alan bireyler, bulundukları mevki ve giydikleri üniforma ile bireysel değer yargılarını rafa kaldırabilirler.
Milgram ve Stanford deneyleri, son bir aydır ülkemizde de net olarak gözlemlediğimiz bir duruma ışık tutuyor:
Son derece normal insanlar, otoriteden emir aldıklarında kendi değer yargılarını bir kenara bırakabilir, ahlaki değerlerle bağdaşmayacak davranışları kendilerine mazur göstermeye başlayabilirler. İlaveten, normal insanlar kolaylıkla  bulundukları mevki, üzerlerindeki üniforma ve birbirlerinden aldıkları güçle kısa zamanda gözü dönmüş şiddet uygulayıcılarına dönüşebilirler.
Hepimiz, hayatımız boyunca otoriteye itaat etmemiz gerektiği söylemleri ile büyütülürüz. Çocukluktan itibaren önce anne babamızın sözünü dinlememiz öğretilir, sonra öğretmenlerimizin, güvenlik güçlerinin, patronumuzun…. Bu söylemle yetiştiğimizden, pekçoğumuz için otoritenin istekleri, uyulması gereken birer emir olarak algılanır.  Çoğu insan, bireysel konumda olduğunda, yasal bir otorite tarafından kendisine söyleneni düşünmeden, yargılamadan kabul etme ve yerine getirme eğilimindedir.
Bu refleksten kurtulmak için yapmamız gereken şey, öncelikle insan psikolojinde böyle bir  zayıf nokta olduğunu bilmek, bu durumu kabullenmek ve yukarıda anlatılan deneklerin durumuna düşmek üzere olduğumuz anlarda bu zayıflığımızı anımsayıp birlik olmaktır. İnsanların birbirlerinden aldıkları destek, baskıcı otoriteye karşı gelme yolundaki en önemli araçtır.
Milgram’ın 1974’teki bir sözü ile bitirelim:
“Bizler, ipleri toplum tarafından yönetilen birer kukla olabiliriz. Ama en azından, çevresini algılayabilen, irdeleyebilen kuklalarız. Özgürleşmemizin ilk adımı da bu farkındalık olacaktır.”

Notlar:
Günümüzde, hem Milgram hem de Stanford deneyi benzeri düzenekteki deneyler artık etik komitlerince onay verilmeyen deneylerdir. İki deney de katılımcılarına acılar ya da kalıcı ruhsal bozukluklar yaşatma potansiyeli olan deneyler olduğundan, artık tekrarlanmamaktadırlar. Daha önceki sayılarımızda, iyi niyetle başlayıp sonu kötü biten deneylere ilişkin bir yazı yayınlamıştık. Konu ilginizi çektiyse Yoldan çıkan psikoloji deneyleri başlıklı yazımızı da okumanızı öneririz.

Kaynaklar:
Stanley Milgram. Official Website.
Milgram, Stanley (1963). Behavioral Study of Obedience. Journal of Abnormal and Social Psychology 67 (4): 371–8.
The Stanford Experiment. Official Website.
Tavris, C., & Aronson, E. (2007). Mistakes were made (but not by me), why we justify foolish beliefs, bad decisions, and hurtful acts. Orlando: Harcourt, INC.
Cialdini, R. B. (2007). Influence, the psychology of persuasion. New York, NY: Harper Paperbacks.

Yazar

 Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi'nden mezun olduktan sonra ABD'de Sağlık Yönetimi üzerine yüksek lisans ve ardından gene ABD'de tıbbi bilişim ve proje yönetimi üzerine danışmanlık yaptı. Halen Stanford Üniversitesi Çocuk Hastanesi'nde Bilgi İşlem Direktörü olarak çalışıyor. Çeşitli bilim dışı iddiaları ve hurafeleri inceleyen Yalansavar isimli blogun kurucusu ve yazarıdır.

ALINTI:
http://www.acikbilim.com/2013/07/dosyalar/otoriteye-itaat-ve-otekilestirme.html

Milgram Deneyi

Stanford Prison Experiment: A Rebellion Breaks Out

Tuesday, June 7, 2016

Otoriter karakterin yalnızlığı…




05/06/2016 14:50

ALPER HASANOĞLU

Otoriter kişilik denince akla hemen ötekine hakim olmaya, baskı kurmaya ve onu kontrol etmeye çalışan insan gelir.
Diğer uçta ise boyun eğen, itaat eden, baskıya hayır demeye cesaret edemeyen kişi ya da kişiler vardır. Analitik sosyal psikolojinin kurucusu olan sosyolog ve psikanalist Erich Fromm, hakim olan ve hakim olunan tarafların birbirlerine olan bağımlılığına dikkat çeker ve her ikisini de otoriter karakter olarak tanımlar; aralarındaki tek olmasa da en önemli fark, Fromm’a göre, aktif ve pasif olmalarıdır.
Her iki tarafın, aktif ve pasif olarak sınıflandırılan otoriter kişiliklerin öncelikli ve en derindeki ortak noktaları bir yeti eksikliğidir: Kendine hakim olabilme yetileri yoktur, bağımsız değillerdir, başka bir şekilde ifade etmek gerekirse özgürlüğe tahammül yetileri gelişmemiştir.
Bu anlamda otoriter karakterin karşı kutbunda olgun insan bulunur. Ötekine sıkı sıkı tutunmak zorunda değildir olgun insan, çünkü dünyayı, insanları aktif bir biçimde kavrar. Ne demektir bu?
Çocuk henüz tutunmak zorunda olan canlıdır. Anne karnında, henüz bedensel düzlemde, anneyle birdir. Doğumdan sonra, aylarca bakıma muhtaç olması anlamında uzun bir süre annenin bir parçası olarak kalır. Kişiliği gelişene kadar da yıllarca anneye bağımlıdır.
Annenin desteği olmadan var olması dahi mümkün değildir. Ama çocuk büyür ve gelişir. Yürümeyi, konuşmayı ve dünyada oryantasyonunu bularak, içinde bulunduğu çevreyi kendi dünyası yapmayı başarır.
Otoriter karakter ötekine ihtiyaç duyar
İnsana verili iki şey vardır, insan onlar aracılığıyla kendini geliştirir; sevgi ve akıl.
Sevgi, kendi bağımsızlığını ve bütünlüğünü koruyarak, dünyayla bir-olmak ve ona bağlanabilmektir. Seven insan dünyayla bir bağ içindedir, kaygı duymaz, çünkü dünyada kendini evinde hisseder. Kendini unutabilir, çünkü kendinden emindir.
Sevgi, duygusal yaşantı düzleminde dünyayı bilmektir. Başka bir bilme durumu daha vardır, o da düşünsel düzlemde kavramak. Bu kavrayış akıldır. Akıl zekadan farklıdır. Zeka belli pratik hedeflere ulaşmak için düşünme yetisinin kullanılmasıdır.
Şempanze, kafesin dışındaki muza elindeki her iki sopayla da ulaşamadığında, iki sopayı birleştirerek muzu alırsa zekasını kullanmış olur.
Akıl ise yüzeyde görünenin ardında yatanın ne olduğunu kavramak için gerekli olan düşünme eylemidir. Akıl insanı kaygı ve güvensizlik duygusundan uzaklaştırır. Akıl dünyayla düşünce düzleminde, sevgi ise duygu düzleminde bağlanma yaşayabilmek için gereklidir.
Otoriter kişiliğin sevme ve aklını kullanma yetileri olgunluğa ulaşmamıştır. Bu da derin bir kaygı duygusunun kişiliği ele geçirmesiyle sonuçlanır. Otoriter kişilik sevgi ve aklın gerekli olmadığı bir bağlanma hissetmeye çalışmak zorundadır.
Bunu da simbiyotik bir ilişkide, ötekilerle bir-olma halinde bulur.
Ötekilerle bir-olma hali ancak kendi bireyselliğinden vazgeçmesi, kendi benlik bütünlüğünün yok olması sonucu gelişebilir. Otoriter karakter ötekine kendi izolasyon ve kaygı duygusuyla başa çıkamadığı için ihtiyaç duyar.
Mazoşistik insan, derin bir kaygı hisseder
Fromm, otoriter karakteri iki alt gruba ayırır; hakim olan ve hakim olunan. Pasif-otoriter karakter mazosiştiktir ve boyun eğmeye meyillidir; bilinçdışı da olsa daha büyük olan bir bütünün parçası olma arzusu taşır. Daha büyük bir insanın, bir düşüncenin ya da bir kurumun.
İnsan, düşünce ya da kurum gerçekten önemli ya da güçlü olabilir veya ona inananlar tarafından öyle algılanabilir; önemli olan pasif-otoriter kişinin öznel olarak buna inanması ve bu sayede kendini güçlü ve büyük ve/ya da büyük bir şeyin bir parçası hissedebilmesidir.
Buradaki paradoks, kişinin büyük olanın parçası –büyük– olabilmek için kendini küçültmesi gerekmesidir. Kendisi sorumluluk almamak ve karar vermek zorunda kalmamak için emir almayı bekler.
Bağımlı, mazoşistik insan, derin bir kaygı hisseder, çoğunlukla bilinçdışı olarak değersizlik, terkedilmişlik duygusu vardır.
Bu terkedilmişlik duygusunu aşıp kendini güvende hissedebilmek, daha büyük bir şeyin parçası olarak kendi değersizliğini aşabilmek için birine, bir şeye tabi olabilmek ister. Bu sayede kendini de harika, büyük ve güçlü hisseder.
“Mazoşistik, pasif karakteri anlamaktan daha zor olanı, aktif-otoriter, sadistik karakteri anlamaktır.” der Fromm.
Sadistik-otoriter karakter, kendine boyun eğenlere karşı güçlü ve kendinden emin gözükse de kaygılı ve tek başınadır, yalnızdır.
Mazoşist daha büyük bir şeyin küçük bir parçası olduğu için kendini güçlü hissederken, sadistin kendini güçlü hissetmesi, kendine bağımlı olanları ne kadar içine alabildiği, bir anlamda onları ne kadar yok edebildiğiyle ilgilidir.
Sadistik-otoriter karakter en az mazoşistik-otoriter karakter kadar bağımlıdır. Sadistik-otoriter karakterin güçlülüğü aldatıcıdır. Kendine bağımlı insanlar var olduğu müddetçe güçlü ve kendinden emindir. Gücünü kaybetmesi, kendi başına kalması ve kendine biat edenlerin azalması sonucunda olur.
Sadist insanın asıl amacı karşısındakine acı vermek, onun canını yakmak değildir. İstediği, ihtiyaç duyduğu şey ötekini kontrol edebilmek, onu çaresiz bir duruma sürükleyip kendi isteklerinin bir nesnesi haline getirmektir.
Ötekinin cesaretini kırıp köleleştirebilmesinin en radikal biçimi ona acı çektirmektir.
Türkiye ‘topluluğu’nun otoriterliğinin nedeni babasızlık
Mazoşist ve sadist karakter özelliklerinin ortak noktası simbiyotik ilişkiye muhtaç olmalarıdır, bu nedenle otoriter karakter, içinde hem mazoşist hem de sadist özellikler barındırır.
Örneğin evinde eşi ve çocuklarına sadistik bir şiddet uygulayan otoriter karakter, iş yerinde patronuna mazoşistik bir şekilde boyun eğebilir.
Yeterince olgunlaşmış, yani sevmeyi ve aklını kullanmayı bilen insanın otoritesi yalnızca kendi benliği üzerinedir. Neyi nasıl yapacağı, kendi kararlarını nasıl alacağı, içine düştüğü zor durumlarda kendi güç ve yetilerine mi güveneceği, yoksa yardım mı alacağı konusunda yeterli olgunluğa sahip kişidir.
Özgürlükten korkmayan, ‘sahip olmaya’ değil,‘olmaya’ değer veren üretken bireydir olgun insan.
Türkiye ‘topluluğu’ insanlık tarihinin tanık olduğu en otoriter topluluklardan biridir. Bunun nedeni de, sadistik ve mazoşistik özelliklerin gelişmesine neden olan en önemli travmatik yaşantılardan biri olan ve daha önce birçok yazımda ele aldığım‘babasızlık’ durumudur.
Belki Diken okurları için babasızlığı yeniden ele almakta fayda var. Bu da ileriki yazılarda.



http://www.diken.com.tr/otoriter-karakterin-yalnizligi/

Saturday, May 14, 2016

Modern Insan, Ekran Psikozunun Kurbanı Mı?

Araştırmalar yeni doğan ördek yavrularının, hareket eden ve ses çıkaran herhangi bir cismi anneleri sandıklarını gösteriyor. Ördek yavruları bu cismi taklit ederek peşine takılıyorlarmış. İnsan için böylesine bir yanılsama söz konusu olabilir mi? İnsan ekrandaki bir dizinin gerçekliğini ya da “bir bilenin” söylemini kendi gerçekliği ile karıştırabilir mi? İnsan dünyaya ekrandaki (sadece televizyon ekranı değil, her türlü baskın söylemi ekran olarak okuyabilirsiniz) bir karakterin gözüyle bakma yanılsamasına düşebilir mi? İnsan ile ilgili edindiğimiz bilgiler bunların olası olduğunu ve insanların öznel gerçekliğinin, monolog tarzındaki baskın söyle karşısında sapabileceğini gösteriyor. Çünkü yaşama tek bilinç ile başlarız, o bilinci de henüz kendiliğimizi oluşturamamış olduğumuz için kendi bilincimiz olarak göremeyiz. Kendimizin bilinci kavramını geliştirmemiz ve öteki bilinçlerin varlığını fark etmemiz ve kabullenmemiz için süre geçmesi gerekir. Freud ve Lacan, bu kavramları geliştirsek de, tek ve hakim bilinç algısından kurtulmamızın zor olduğunu belirtiyorlar. Çünkü insan kendisini, kendisine yabancı ve bütünlük içindeki bir görüntünün içinde bularak gerçekliğini kurar. Özellikle de Hieronymus Bosch’un tanımı ile kendisini parçalanmış biçimde algılayan bir canlıdan söz ediyorsak: ‘Burada boynu olmayan birçok yüz, omza sahip olmayan ve havada gezinen kollar ve bir yüzde yer bulmaya çabalayan yalnız gözler bulunmaktadır’ (Bowie, 29). Varlık, kendisini böyle parçalanmış biçimde algılayarak toplumsal yaşamın içine girdiği için, sürekli olarak kendisine musallat olmuş eksiklik ve başarısızlık hisleri içinde yaşar ve kendisini mükemmel olarak kurduğu bir noktaya ulaşmayı amaçlar (Sartre, 151). Özne haline gelmeye çabalayan bu parçalanmış canlı, Hegel’in bütünlük (Gestalt) olarak tanımladığı kavramın peşinden koşacaktır. Ancak bu mükemmellik noktasına her ulaşma girişimi bir başarısızlık ve hayal kırıklığı ile sonuçlanacaktır. Çünkü çocuk, kendisinin ayna görüntüsü ya da yaşıtının görüntüsü ile kendisini özdeşleştirirken, bir yandan da bu imgelerin yansıyan imge oldukları ve aslında kendisi olmadığı gerçeğiyle sürekli yüzleşir. Kendi dışında kendisi olarak gördüğü bir bütünlük vardır ancak kendisi bir türlü tamamen o bütünlük haline gelemez, o yansıyan imge sürekli olarak elinden kaçar. Bütünlük kavramı, algısal alanın görsel organizasyonu yoluyla oluşan ve öznenin ötekinin imgesini kullanarak oluşturduğu bir narsisistik yansımadır. Bu yansıma, yaşam boyu süren bir yanılsama olarak, kendimizi temelde bu narsisistik yansıma olarak görme tutkunluğuna dönüşür. Bu nedenlerle varlık, bütünlük aşkı içinde yaşar. Bu aşk bir vaattir, aşkın özneyi, arzuladığı bütünlüğe ulaştıracağı bir vaat olduğunu söyleyebiliriz. Yani bütünlük aşkı içindeki özne, başkasını değil, idealindeki bütünlüğe ulaşmış kendiliğini sevebilir. Bu aşk insanda bütünleşmiş Ötekini taklit etme ve onun gibi konuşup düşünme zaafı oluşturur. 
Toplumsal bir varlık olan insan için sağlıklı olan gerçeklik, insanın toplumsal simgesellik içindeki gerçekliğidir. Freud’a göre, toplumsal yasa ve arzuların simgesel dünyasına girişimizi gerçeklik ilkesi sağlar. Gerçeklik ilkesinin özne tarafından benimsenmesini sağlayan şey ise, Öteki ile kurulan aşk ilişkisidir (Samuels, 60). Freud aşkı, ego libidosundan nesne libidosuna geçiş olarak tanımlar, aşık olan özne kişiliğinden ve bilincinden, Ötkenin arzusunun doğrultusunda vazgeçmek durumundadır, çünkü kendi arzuladığı ideal bütünlüğü ilk olarak Ötekinde görmüştür ve bu temel saplantıdan hiç kurtulamayacaktır. Lacan özneye bütünleşmiş nesne inancını ilk olarak aşılayan şeyin, eksiksiz bir vücut olarak, Ötekinin imgesi olduğunu belirtir (Samuels, 62). Bütünlük aşkının yerini günümüzde giderek varolma aşkı almaktadır. Çünkü biyolojik gerçeğimiz, dil ortaya çıktığında yok olur. Biyolojik gerçek dilden öncedir, bu nedenle biyolojik varoluşumuz dilin simgesel evrenine taşınamaz. Dil gerçeği yok edince gerçekliği kurar. Yani özne dilin simgesel gerçekliğine bir hiç olarak girer. Heidegger’in belirttiği gibi insan hiç olarak kalamayacağı için, bir biçimde varoluş kazanmak durumdadır. Toplumsal insan, kendisini hiçlikten kurtaracak varoluşa, toplumsal gerçeklik içinde bir yer bulma çabasıyla ulaşabilir. Yani birey adam olmalıdır. Lacan, adam olma tutkusu, öznenin tüm arzularına hükmeden en üst düzey tutkudur der (Bowie 35). Çocuk büyüdükçe bütünleşmiş bir vücuda sahip olduğunu anlar, ancak giderek toplum tarafından ya da Öteki tarafından saygın bir insan olarak bilinip tanınma gereksinimi, bütünleşmiş bir vücuda sahip olma saplantısının yerini alan yeni bir saplantıya dönüşür. Birey, kendisini “Ben” olarak tanımlarken, bu benin başkaları tarafından saygın bir kabullenilişe ulaşmasını arzular. Kabullenilme, daha küçük yaşlarda bütünlüğe sahip olma sayesinde olurken, birey büyüdükçe kabullenilmesinin, saygın bir toplumsal konuma ulaşması ile olanaklı olduğunu anlar. Saygın ve güçlü bir toplumun saygın ve güçlü bir bireyi olma aşkı içindeki özne, ekranda sunulan çeşit çeşit mükemmel varoluş biçimleri tarafından, aynen küçükken ideal bir bütünlük karşısında büyülendiği gibi büyülenir. Büyülenme düzeyi, toplumsal konumundan, yani varoluşundan hoşnut olmama ile paralellik gösterir. Ekranlarda, varoluşundan hoşnut olmayan bireyleri büyüleyecek çeşit çeşit kahramanlar ve senaryolar bol miktarda topluma sunulmaktadır. Öznenin bu ekran gerçekliği karşısında kendi gerçekliğini koruma gücü kısıtlıdır, ekran gerçekliği özneyi bir girdap gibi içine çeker. Ekranda ideal bir bütünlük ve güce ulaşmış gibi duran kahramanlar karşısında öznenin kendi gerçekliğine sarılma gücü çok zayıf kalır. Kendi varoluşunu istediği biçimde gerçekleştiremeyen özne, ekrandaki bu güçlü ve özenilecek varoluşa sahip karaktere aşık olur. Artık öznenin Ötekisi ekrandaki o karakter olmuştur. Lacan, Öteki ile girilen ilişkide, Ötekinin söyleminin öznenin bilinçdışını biçimlendirdiğini söyler. Özne artık arzularını farkında olmadan Ötekinin arzuları doğrultusunda biçimlendirecektir. Artık ortada konuşan, ancak ne dediğinin farkında olmayan bir özne bulunmaktadır.Ekranda görünen baskın söylem sahibi, bütünleşmiş insan imgelerinin, monolog tarzında bir söylemi özneye ilettiği bir ortam, insanı içine hapsedecek bir tuzak olma potansiyeli taşır. Hepimiz ekran karşısında bize ulaşan Ötekinin söylemini kendi söylemimiz gibi benimseyerek, düşünmeden bu söylemi içselleştirme riski ile karşı karşıyayız. Özne, ekran gerçekliğinin tek yönlü olarak biçimlendirdiği beyni yıkanmış bir varlık olmaktan, kendisi ile diyalektik bir ilişkiye girerek kurtulabilir. Kendisini kendisinin önüne koyarak tartabilmeli, bilgisini yeniden gözden geçirmelidir. Bu büyülenmenin panzehiri, kendinden emin olmamak, kendinden şüphe duyma ve kendini değişen koşullara göre yeniden sorgulayarak yeniden kurmaktır. Aksi halde özne, Ötekinin söylemini düşünmeden yineleyen bir makineye dönüşür. Felsefe eğitimi bu açıdan insanları ekran karşısında büyülenerek düşünmeyi unutmuş otomatik makineler olmaktan kurtarabilir. Öznenin kendisini Ötekinin söyleminin esiri olmaktan kurtarabilmesi, ancak karşılıklı etkileşimin eşit bir zeminde olanaklı hale gelmesi ile gerçekleşebilir. Ötekinin özneye bu olanağı tanımadığı durumlarda, öznenin bilinçdışı, Ötekinin söyleminin kopyası olmak durumunda kalır. Monolog, baskın bir iletişim biçimi ise, bağımsız ve özgür bir bireyden söz etme olanağı yoktur. Ekran karşısındaki birey, bu monolog ortamında, ekrandan komut alarak yaşayan bir robota dönüşür.Bowie, Malcolm. Lacan. Cambridge, Massachussets, London: Harvard University Press, 1991.Sartre, Jean-Paul. Varlık Ve Hiçlik. (Çev. Turhan Ilgaz ve Gaye Çankaya Eksen). İstanbul: İthaki     Samuels Robert. Between Philosophy & Psychoanalysis. New York and London: Routledge, Mutluhan İzmirKaynak

Saturday, April 2, 2016

İNTİHAR EDEN ÜNLÜ YAZARLAR

-İntihar Eden Yazarlar:
SYLVİA PLATH
-Sylvia Plath:  1932’de ABD’de dünyaya gelen yazar trajik yaşamı ve intiharıyla tanınır. Aynı zamanda yarı otobiyografik bir roman olan ve depresyonu üzerine ayrıntılı bilgiler veren ‘’Sırça Fanus’’ kitabının yazarı olarak bilinir. 1963’te ikinci kattaki odalarında uyumakta olan çocuklarının yanına süt ve kurabiye bıraktıktan sonra, odalarının kapısını da içeri gaz girmeyeceğinden emin olmak üzere bantlayarak kapattı ve kafasını fırının içine sokarak intihar etti.

-Nilgün Marmara:  1958’de Türkiye’de dünyaya gelen yazar 1985 yılında Boğaziçi Üniversitesi’nde mezuniyet tezi olarak ‘’Sylvia Plath’in şairliğinin intiharı bağlamında analizi’’ni yazdı. Evinin balkonundan 1987’de atladı. ‘’Kırmızı Kahverengi  Defter’’ adıyla yayınlanan günlüğünde ‘’ hayatın neresinden dönülürse kârdır’’ ifadesi yer almaktadır.
-Beşir Fuat:  1852’de Osmanlı İmparatorluğu’nda dünyaya gelen yazar ilk Türk materyalistlerindendi. Annesinin yakalandığı sanrılı depresyon hastalığının kendisinde de ortaya çıkacağı korkusuna kapılmış ve bu yüzden intihar etmiştir. Kaderin insanın elinde olduğunu kendisine kanıtlamak için bileklerini keserek intihar etti. Öldüğünde 45 yaşındaydı. İntiharı için şöyle demişti ‘’İntiharımı fenne tatbik edeceğim; şiryanlardan birinin geçtiği mahallede cildin altına klorit kokain şırınga edip buranın hissini ibtal ettikten sonra orasını yarıp şiryanı kesrek seyelan-dem tevlidiyle terk-i hayat edeceğim.’’ Ölürken izlenimlerini kanıyla kağıda yazıyordu: ‘’ Ameliyatımı icra ettim. Hiçbir ağrı duymadım. Kan aktıkça biraz sızlıyor. Kanım akarken baldızım aşağı indi. Yazı yazıyorum, kapıyı kapadım diyerek savdım. Bereket versin içeri girmedi. Bundan tatlı bir ölüm tasavvur edemiyorum. Kan aksın diye hiddetle kolumu kaldırdım. Baygınlık gelmeye başladı. Vücudumu teşhir olunmak üzere mekteb-i tıbbıye’ye teberrüan bahşederim’’ demiş olsa da vücudu kadavra olarak kabl edilmemiştir. Beşir Fuat’ın ölümünden sonra İstanbul’da intihar patlaması yaşanır. Matbuat idaresi duruma el koyarak gazetelerdeki intihar haberlerinin yayımını yasaklar. Yasak altı ay sonra bittiğinde gazete balıkları altı ay öncesinin aynısıdır: ‘’ İntihar salgını devam ediyor!’’.
-Heinrich Von Kleist: Alman şair ve romancı. 1811 yılı sonbaharında Wannsee nehri kıyısında tabanca ile önce sevgilisi Henrietti Vogel’i ardından kendini öldürdü. İntihar mektubunda şunları söyledi. ‘Yeryüzünde artık öğrenip edineceğim hiçbir şey kalmadığı için ölüyorum. Elveda! ‘
ERNEST HEMİNGWAY
-Ernest Hemingway:  Amerikalı romancı ve gazeteciydi. Hayatının sonlarına doğru her şeyin boş olduğuna dair fikirleri oluştu. 62 yaşında babası ve annesi gibi av tüfeği ile kendini vurarak yaşamına son verdi. Nobel ve Pulitzer Ödülü sahibiydi.
-Sadık Hidayet:  1903 de dünyaya gelmiştir modern İran edebiyatının önde gelen kaleminden biriydi. Daha önce bir kez intihara teşebbüs eden Hidayet’in ölümünü yirmi beş yıllık arkadaşı Bozorg Alevi şöyle anlatır; ‘’Paris`te günlerce, havagazlı bir apartman aradı, ve buldu. 9 Nisan 1951 günü dairesine kapandı ve bütün delikleri tıkadıktan sonra gaz musluğunu açtı. Ertesi gün ziyaretine gelen bir dostu, onu mutfakta yerde yatar buldu. Tertemiz giyilmiş, tıraş olmuştu ve cebinde parası vardı. Yakılmış müsveddelerin kalıntıları, yanı başında yerde duruyordu.’’
-John Kennedy Toole: ABD’li yazar.Kitabının yayıncılar tarafından basılmaması sonucunda depresyone girdi ve 39 yaşında intihar etti.Ölümünden sonra kitabı basıldı Pulitzer Ödülü’nü kazandı.
-Kurt Tucholsky:  Alman gazeteci ve yazar. Özel yaşamında geçirdiği çalkantılı dönemler, faşist Almanya’nın gidişatından duyduğu üzüntüler sonucunda bunalıma girdi ve 35 yaşında hayatına son verdi.
-Robert E. Howard: Amerikalı yazar ‘’Conan’’ başta olmak üzere pek çok çizgi kahramanın yaratıcısıydı. Annesinin ağır hasta olduğunu öğrenince bunalıma girdi. Ona olan düşkünlüğü ondan sonra bir hayat yaşamasına izin vermeyecek kadar büyüktü. Annesinin ölümünü görmemek için 30 yaşında intihar etti. Son sözleri şunlar oldu: ‘’ Her şey olup bitti, ölüleri yakacak odunların üstüne yatırın beni, ziyafet sona erdi, söndürün kandilleri.’’
-Walter Benjamin:  Alman edebiyat eleştirmeni, düşünür, kültür tarihçisi ve estetik kuramcısı. Yazıları nedeniyle polisle başı belaydı. En son tutuklanacağını anlayınca intihar etti. Öldüğünde 48 yaşındaydı.
-Yasunari Kavabata:  1899 yılında Japonya’da dünyaya geldi küçük yaşında ailesini kaybetti ve yaşamı boyunca yalnız kaldı. En samimi arkadaşının intiharı ve yasak aşkı onu bunalıma sürekledi. 72 yaşında hava gazıyla intihar etti. Kavabata 1968 yılında Nobel Edebiyat Ödülünü almıştı.
-Virginia Woolf:  1882’de İngiltere’de dünyaya geldi. İngiliz edebiyatının en önemli kadın yazarıydı.Feminist çıkışları ile dikkat çekti.Bir görüşe göre her gün savaş korkusu ve yeteneğini kaybetmenin vermiş olduğu stres, dehşet ve korku sonucu ruhsal bunalıma girmişti. Bir başka görüşe göre de üvey babasının oğlunun tacizlerine dayanamayıp intihar etti.1941’de içinde bulunduğu duruma dayanamayan yazar evlerinin yakınında bulunan Ouse nehrine ceplerine taşlar doldurarak atlayıp intihar etmiştir. Buhranını şu sözlerle anlatır: ‘’Yaşamak neden böyle içler acısı, neden bir uçurumun yanı başından geçen daracık bir yol gibi.’’
-Osamu Dazai:  1909’ da Japonya’da doğan yazar Japonların önde gelen Edebiyatçılarındandı. Hayatını esrarkeş, veremli ve alkolik biri olarak geçirdi. Birkaç kez intihar etmeye kalkıştı. Dazai, 1948’de metresiyle birlikte suya atlayarak intihar etti.
 JACK LONDON
-Jack London:  1876 ABD’de dünyaya gelen    yazar tüm zamanların en çok okunan romancısı  olarak kabul edilir. ‘’Dişisine kötü davranan  tek hayvan, insandır.’’ sözünün sahidir.  Yazdığı kitaplardan çok para kazanmasına rağmen  40 yaşında ilaç içerek yaşamına son verdi.
-Arthur Koestler:  Kanser olduğunu öğrendikten sonra hastalığın kendisini yavaş yavaş öldürmesine tahammül edemedi ve yaşamına son vermeye karar verdi.Bu kararında eşi kendisi yalnız bırakmadı ve 82 yaşında eşiyle beraber hayatına son verdi.
 -Jerzy Kosinski:  Musevi asıllı Amerikan yazar, üretemediği ve yazamadığı için bir süre bunalım geçirdi. 58 yaşında evinin banyosunda kafasına naylon poşet geçirerek hayatına son verdi.
-Gilles Deleuze: 1925 yılında Fransa’da dünyaya gelmiştir. 1995 yılında hastalık ve yaşlılıktan düşkün duruma düşmesi ve artık yazı yazamaması sonucunda 70 yaşında girdiği bunalım sonucu pencereden atlayarak intihar etti.
-Carlo Michelstaedter: Carlo, zengin İtalyan-Yahudi ailenin dört çocuğundan en küçüğüydü. 1910 yılının son baharında son eserini bitirdiği günün gecesi odasına kapanıp 23 yaşında intihar etti.
ELEANOR MARX
-Eleanor Marx: 1855 yılında İngiltere’de dünyaya gelmiş ve Marksizmin babası Karl Marx`ın en küçük kızıydı. 1898’de sevgilisi Aveling’in gizlice bir oyuncu ile evlendiğini öğrenince bunalıma girdi. Bu olayında etkisiyle Aveling, Marx’a beraber intihar etmeyi önerdi. Eleanor sevgilisi’nin temin ettiği hidrojen siyanürü içerek intihar etti. Eleanor öldüğünde 45 yaşındaydı ve sevgilisi Aveling intiharı denemedi.
-Sarah Kane:  İngiliz oyun yazarı, uzun yıllar boyunca depresyon tedavisi gören Kane 28 yaşındayken King’s College Hastanesi’nde kendisini asarak intihar etti.
-Romain Gary: Dünya çapında tanınan bir yazardı. Eski eşi Jean Seberg’e tutkuyla bağlıydı.0 Eşinin ölümden bir yıl sonra 65 yaşında Paris’te yaşamına son verdi.  Ardından bıraktığı notta ‘’çok eğlendim. hoşçakalın ve teşekkürler.‘’yazıyordu.
-Attila József : 1905 yılında dünyaya gelen Macar asıllı toplumcu, gerçekçi şair 1937 yılında kendini bir trenin altına atarak intihar etti.
-Tadeusz Browski: Rus yazar 1950 yılında Ulusal Edebiyat Ödülü’nü aldı. 1951 yılında gaz sobasından, gaz solumak suretiyle, 28 yaşında intihar ederek yaşamına son verdi.
-Yukio Mişima:  1925’de Japonya’da dünyaya  gelen yazar 1970’de beraberindeki Tatenokai üyelerinden dördü ile Japonya Silahlı Kuvvetlerinin Tokya’daki  Ichigaya Kampını ziyaret etmişler. Komutanı sandelyesine bağlamışlardı. İmparatorluğun haklarının yeniden tesis edilmesi için hazırladıkları manifestoyu  ve taleplerini  okuduktan sonra geleneksel Japon ‘’seppuku’’ (geleneksel Japon intihar biçimi ) yaparak intihar etmiştir. Üyelerden Hiroyasu koga ise intiharın tamamlanması için Mişima’nın başını kılıçla kesmiştir. Mişima intiharını bir yıl öncesinden hazırlamış Tatenokai üyeleri dışında hiç kimse yazarın intihar hazırlığından haberdar olmamıştı.
STEFAN ZWEİG
-Stefan Zweig: 1881 tarihinde Avusturya’da dünyaya gelen yazar özellikle biyografi alanında önemli eserler ortaya koydu. Avrupa’nın içine düştüğü durumdan duyduğu üzüntü ve yaşamındaki düş kırıklıkları nedeniyle 1942’de Rio de Janeiro’da, karısı Lotte ile birlikte intihar etti. Buna Hitler’in dünya düzenini kalıcı sanmasının verdiği karamsarlığın yanı sıra, kendi dünyasının asla bir daha var olmayacağı düşüncesi neden oldu
-Sergey Yasenin:  1925 yılında henüz 24 yaşındayken yaşamını kendi elleriyle son veren şair, arkasında kendi kanıyla yazdığı son mektubundaki son şiirinde sağ kalanlara şöyle sesleniyor: ‘’Şu yaşamda yeni bir şey değil ki ölüm, / ama pek öyle yeni sayılmaz yaşamakta.’’ O dönem en iyi dostu olan Mayakovski bu intihara atfen ve kızgınlıkla aşağıdaki şiiri Yasenin’e yazıyor ama beş yıl sonra kadim dostunun yanına aynı Yasenin gibi kendi isteğiyle gidiyor. ‘’ Şu yaşamda / en kolay iştir ölmek / asıl güç olan / yeni bir hayata / başlamak…’’
-Vladimir Vladimiroviç Mayakovsi:  1893’te Gürcistan’da dünyaya gelen yazar Nazım Hikmet’in ilk esinlendiği şairlerdendir. Kalbine ateş ederek son derece cesaret ister bir biçimde 1930 yılında intihar etmiştir.

Wednesday, November 25, 2015

Devlet Terörü ve Panik Psikolojisi

Meydan Gazetesi- Devlet Terörü ve Panik Psikolojisi

Tarih “devletlerin katliamları” ile kana bulanmış kırmızı kapaklı bir kitap gibidir. Karıştırdığınız her sayfadan kan ve vahşet akar, “devletin bekası” için harcanan hayatlar akar. Devletler yeryüzünün en büyük ve en organize terör örgütleridir. Buna rağmen devletin kendisi, akademiler ve sözüm ona terör uzmanları terörist kelimesini ısrarla ondan uzak tutarak çoğu zaman devrimcilere yapıştırır. Terör, devletlerce uygulanagelen fiziksel ve psikolojik bir savaş stratejisidir. Adalet, özgürlük ve barış için mücadele eden insanlar, devletin terörüne en fazla maruz kalan kesimdir. Terör, devlet ile o kadar özdeş bir kavramdır ki, son dönemlerde adı sıkça anılan, yaşadığımız toprakları ve Ortadoğu’yu kana bulayan terör örgütü IŞİD bile ağabeylerine özenerek kendisine devlet unvanını yakıştırmaktadır. Bu, son derece manidardır.
Şurası açık ki, önce Amed sonra Suruç ve şimdi Ankara’da patlatılan bombalar canımızı çok yaktı; birçok dostumuzu, yoldaşımızı devletin bizzat organize ettiği bu saldırılarda yitirdik. Devlet, bu terör saldırılarıyla sadece canlarımızı almayı hedeflemedi; toplumun kimi yeteneklerini de zaafa uğratmaya, sakatlamaya çalıştı. Bomba belki Ankara’da patladı ama yarattığı acının yanında korku ve panik de bu toprakların dört bir yanında yankılandı, devlet bu konuda kısmen amaçladığını elde etti.
Bunun en belirgin yansımasını patlamadan iki gün sonra, Ankara metrosunda yaşanan “canlı bomba paniği”nde gördük. Metro hınca hınç doluyken, bir kadın endişe ve korku dolu bir sesle “Arkadaş canlı bomba” diye bağırdı. Gerisi tanıdık manzaralar. Korku, panik, izdiham…
Olayın asılsız olması, o an orada olanları rahatlatsa da, içinde yaşadığımız toplumun nasıl bir gerilimin içerisinde olduğuna, patlamadan sonra yaşanan travmanın ne kadar ciddi olduğuna dair bize ipuçları veriyor. Üstelik bu tek bir örnek; canlı yayın sırasında fünyeyle patlatılan bombalar, asılsız bomba ihbarları birbirini izledi. Şehir meydanlarında, metro istasyonlarında, GBT kontrolleri arttırıldı. Ağır silahlı polis ve askerler “vatandaşları korumak” için ortalarda fink atmaya başladı.
Amed’de, Suruç’ta ve Ankara’da patlattığı bombalarla yaşadığımız toprakları “terörize” eden devlet, bombanın doğal etkisi olan toplumsal travma (şok dalgası) ile yeni bir etki yakalamaya çalıştı, çalışıyor. Panik ve korku imparatorluğu!
Bir Bomba, Asla 1 Bomba Değildir!
Evet, bir bomba asla 1 bomba değildir. Bir yerde bir nükleer bomba patlarsa, patlamanın gücüyle oluşan şok dalgası kilometrelerce öteye kadar yayılır. Bir gölün ortasına bir taş atarsanız, taşın etkisinin halka halka büyüyerek kıyıya dek ulaştığını görürsünüz. Bir yere bir bomba bırakırsanız, sadece oradaki insanları öldürmezseniz, bu olaya doğrudan ve dolaylı olarak şahitlik eden herkeste bir şeyleri öldürmüş olursunuz. Yani Ankara’da patlayan bomba, hangi şekilde olursa olsun olayın yankılandığı her noktada patlamaya devam eder!
Tedirgin bakışlar, huzursuz davranışlar, kasılmış bedenler birbirine eklenip korku ve paniği büyütür. Evet, bomba patlamaya devam eder; evet bomba öldürmeye devam eder; cesaretimizi, onurumuzu, dayanışma arzumuzu sakatlar! Bomba en başta bedenleri parçalar ama en çok ruh ve beden bütünlüğümüzü parçalar. Kaldı ki, terörün ve asıl terörist olan devletin kastı da tam olarak budur. Yaşamı, yaşanmayacak hale getirene kadar korku, panikle doldurmak!
Bu şok dalgasının genişleyen halkaların içinde ne vardır peki? Elbette travma, korku, panik ve endişe. Hem de toplumun hiçbir bireyini es geçmeyecek şekilde yayılan bir travma. Patlamanın olduğu alanda sağ kalanlar, olayı sosyal medyadan bilgisayarın karşısında öğrenenler, televizyondan seyredenler, birilerinden duyanlar, ne olup bittiğini tam olarak anlamayan ama anne ve babaların suratlarındaki endişe ve korkudan tedirgin olan çocuklar ve elbette patlamada yaşamını yitirmiş olanların yakınları… Hatta ve hatta katliamı umursamayan ve belki de kısmen yaşananlara sevinenleri de içine alan bir halka ve şok dalgası…
Psikiyatri bu durumu Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB) olarak tanımlıyor. Travmanın etkisi olaya fiziksel ve duygusal yakınlığa göre fark gözetir: Olaya direkt maruz kalmayan, az önce adını andığımız halkaların çeperinde yer alanlarda, kızgınlık, yaşama karşı güvensizlik, korku, endişe ve hayatın anlamını sorgulama gibi hisler ve durumlar açığa çıkıyor. Diğer yandan halkaların merkezine yaklaştıkça travma daha da derinleşiyor.
Şok, korku, öfke, suçluluk, kaygı, çaresizlik ve umutsuzluk;
Gerginlik, yorgunluk, uyku sorunları, yeme bozuklukları, kalp atışlarında düzensizlik ve ani irkilmeler;
Huzursuzluk, güvensizlik, kendini reddedilmiş ya da yalnız hissetme, aşırı yargılayıcı ve suçlayıcı olma, her şeyi kontrol altında tutma isteği, çevreye ve olaylara yönelik ilgide azalma;
Olayla ilgili görüntülerin sürekli akla gelmesi, olayı hatırlatan en ufak şeylerin kişiyi o ana götürülmesi ve beraberinde konsantrasyon bozuklukları açığa çıkabiliyor.
Öte yandan, önceki saldırıda hedef olan politik ya da etnik grubun yeni bir saldırının hedefi olabileceği kaygısı da bu insanların yaşadıkları travmayı katmerleyen bir diğer etken oluyor.
Her ne kadar psikiyatrinin kendisi, bu noktada kişiler üzerinden doğru tespitler yapıyor olsa da, koyduğu çözüm önerileri oldukça güdük kalıyor. Tedaviler, seanslar, toplum merkezleri gibi çözüm arayışları yaşanan böylesine bir toplumsal olay için bir hayli kişisel kalıyor. Psikiyatri, her zamanki hatasına düşüp, toplumsal bir sorunun çözümünü bireylerin yaşamında olabilecek birkaç ufak değişiklikte arıyor.
Evet, acılarımız, korkularımız ve meseleyi ne derece farklı hissettiğimiz biricik olabilir. Fakat bu vaka, kesinlikle toplumsal bir vakadır. Bu saldırı devlet eliyle organize edilmiş, bütün detaylarıyla planlanmış, ölecek insanların politik görüşlerinden, bu meseleden toplumun geri kalanı ne kadar ve ne şekilde etkileneceği düşünülmüş, toplumda oluşan travmanın, devleti yönetmeyi kolaylaştıracağı, insanları sokaktan uzak tutacağı, gündelik sosyal yaşamı tahrip edeceği, toplum içerisindeki iletişimi, dolayısıyla insanların arasındaki ilişkiyi ve güven duygusunu sakatlayacağı öngörülmüş ve hatta insanların katillerinden kendilerini korumasını bekleyeceği “sağlıksız” bir gerçekliğin yaratılması ince ince hesaplanmıştır.
Elbette, ne bu korku ve panik havası çok anormal ne de toplumun içinde bulunduğu travmanın kendisi de garipsenecek bir şey. Dostlarını, yakınlarını, yoldaşlarını yitirmiş insanların ya da bu olaya herhangi bir şekilde maruz kalmış diğerlerinin yaşadığı ortama ve geleceğe karşı bir “…acaba…” ile yaklaşması bizi şaşırtmalı.
Fakat şunu unutmamalıyız ki, katillerimizin korumasına muhtaç kalmamak böyle alçakça saldırılara tekrar karşılaşmamak için, dahası kaybettiğimiz dostlarımızın arzularına ve inançlarına sahip çıkmak için korkunun yerini cesaretle, paniğin yerini sakinlikle değiştirmeli. Bizi bile isteye yalnızlığa ve yalıtılmışlığa gömmek isteyen bu iktidar odaklarına karşı “paylaşma ve dayanışmayı” yükseltmeli, yaşadığımız acıyı, hissettiğimiz öfkeyi kavgayla harmanlayıp mücadele etmeye devam etmeliyiz. Çünkü acılarımızı saracak, öfkemizi dindirecek, toplumu bu travmadan çıkartacak ve dostlarımızın anısını ve fikirlerini yaşatacak olan şey mücadelenin ta kendisidir!
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 29. sayında yayımlanmıştır.

Tuesday, November 17, 2015

Irkçılığın Psikolojik, Sosyal Psikolojik, Psikanalitik Açıklamaları Alaeddin Şenel

Irkçılık bazı yazarlarca, korku, nefret, güvensizlik, dayanışma, fazla enerji, tutku gibi psikolojik ve sosyal psikolojik etmenlerle açıklanır. Pek çok açıklama bu başlık altında toplanabilir, ortaya atıldıkları tarih sırasına göre üç örnek ile yetiniyoruz. Bunlardan Reich'ınki psikanalitik olarak bir; Adorno ve arkadaşlarının açıklaması psikolojik ve sosyal psikolojik olarak iki; Krech ve Crutchfield'in açıklamaları psikolojik, sosyal psikolojik ve psikanalitik olarak üç boyutu da içeren açıklamalardır.210 
 a. Wilhelm Reich'ın Orta Sınıf İnsanının Bastırılmış Cinselliğinin Ürünü Olarak Irkçılık Kuramı 

Wilhelm Reich (1897-1957) Faşizmin Kitle Ruhu Anlayışı adlı yapıtında, ırkçılığı faşizmin bir öğesi, ancak (s. 112'de) «Alman faşizminin tutunduğu ana menteşe ırk kuramıdır»211 diyecek kadar önemli, asal bir öğesi olarak görür. Reich bir öğretinin ekonomik temelinin onun somut dayanağını açıkladığını, ama bize onun akıldışı çekirdeği konusunda bir şey öğretmediğini (s. 118'de) söyler. Bir öğretinin maddesel, ekonomik temeli iki yönlüdür. Öğreti dolaylı yoldan toplumun ekonomik yapısına bağlıdır; dolaysız yoldan bu öğretiyi üreten ve toplumun ekonomik yapısıyla belirlenen insanların kendilerine özgü zihinsel yapılarına bağlıdır. Böylece, akıl dışı, ideolojik bir ortamda yetişen insanlar, akıldışı «kişilik yapıları» kazanırlar.

Reich'a göre emperyalizmin görüş açısını anlamak için onu doğuran ekonomik temele bakmalıyız. O zaman faşist ırk kuramı ile ulusçu öğretinin, ekonomik güçlüklerle karsılaşan bir egemen katmanın emperyalist amaçlarına bağlı oldukları görülür. Ancak bu ekonomik etmenler öğretinin özünü oluşturmaz, yalnızca yeşereceği toprağı oluştururlar. Faşist öğretinin akıldışı çekirdeği, faşist kişilik yapısıdır.

Reich, yapıtının (1942 yılında yapılan) birinci baskısında faşizmi, bir siyasal ideolojiyi örgütlü bir biçimde temsil eden siyasal partilerden biri gibi gördüğünü söyler. Her katmandan, her ırktan, her ulustan ve mezhepten insanları kapsayan hekimlik deneyimi, ona bu eski görüşünün yanlışlığını göstermiştir; faşizmin, orta sınıf insanının kişilik yapısının siyasal alanda örgütlenmiş görünümünden başka bir şey olmadığını öğretmiştir. Faşist kişilik yapısı belli partilere, ırklara, uluslara özgü değildir. Dahası, kişilik çözümlemesi alanında yaptığı deneylerle, faşist duyarlılığın ve düşüncenin bazı öğelerini taşımayan tek canlının [insanın] bulunmadığı, sonucuna varmıştır. Irksal önyargıların etkilerinin genişliği, dünyanın dört bir yanına yayılmış bulunmaları, bunların kaynağının insan beynindeki akıldışı kesim olduğunu göstermektedir. Öyle ki, ırklar kuramı faşizmin uydurduğu bir şey değildir; tam tersine, ırksal nefret, bu nefretin siyasal alanda dile getiriliş biçimi olan faşizmi doğurmuştur. Irkçı öğreti orgazm güçsüzlüğü çeken insanın kişiliğinde dışa vuran biyolojik bir hastalıktır. Faşizm, makineci buyurgan uygarlıkla onan makineci gizemci öğretisi tarafından ezilen insanın temel coşkusal tutumudur, bir «coşkusal veba»dır.

Ne var ki bu hastalığın kökleri derindedir. Bu bakımdan faşizm, ilk güdüleri, biyolojik güdüleri, binlerce yıldır baskı altında tutulan sıradan bireyin akıldışı kişilik yapısının dile gelmesidir. Buraya kadar düşüncelerini daha çok kendi sözlerinden izlediğimiz, bundan sonra izlemekte güçlük çekip yaptıklarını daha çok yorumlama yoluna gideceğimiz Reich, faşizmi, nesnel koşullar bakımından ekonomik bunalıma ve emperyalist eğilime bağlayan (Marksist), öznel koşullar bakımından cinsel güdüleri bastırılmış insanın akıldışı, gizemci kişilik yapısına bağlayan (Freudçu) bir sentezle açıklamaya çalışmaktadır. Bu iki olgu arasındaki bağlantıyı, anlayabildiğimiz kadar, ırkçılık kuramının sağladığını düşünmektedir. Ekonomik ve psikolojik öğelere bu ideolojik öğenin de katılmasıyla Faşizm, Reich'a göre, bir kitle eylemine dönüşmüştür. Hitler, geleneksel toplumsal yapılar arasında, özellikle aile içinde sıkışıp kalan cinsel enerjiyi açığa çıkarmış, harekete geçirmiştir212.

Reich yapıtının üçüncü baskısına yazdığı önsözde (s. 20' de) on yıl önceye (birinci baskının yapıldığı yıla) oranla ırkçı kuramın biyolojik gizemcilikten başka bir şey olmadığının daha iyi görüldüğünü söyler. Irkçılık kuramının dile getirdiği bu biyolojik gizemcilik şöyle işler: Saf Aryan ırkı düşüncesinin içindeki saflık kavramıyla, ırkın karışması korkusu yaratılarak, cinsel imsak yüceltilmiş, daha doğrusu geleneksel cinsel baskılama ideolojik bir biçim verilmiş olur. Naziler arasında cinsel ilişkilere ancak ırk, ulus, parti gibi belli kültür değerlerine katkıda bulunmak için izin verilmesiyle de, cinsel enerji parti yararına kullanılmış olur. Cinsel baskının biriktirdiği öfke ise, imsakçı davranmayan, ırkı karışık halklarla, kendilerinden Aryan ırkının saflığını bozma tehlikesi gelen Yahudiler'e yöneltilir. Bu öfke kendini Yahudiler'e eziyet etmek gibi sadist biçimlerde ortaya koyabilir. Irkçı kuram içinde Cermen kanının Yahudi kanıyla zehirlendiği görüşü, Alman düşünüşünün de Yahudi Marx tarafından zehirlendiği çağrışımını yaptırmaktadır.

Öte yandan efendiler ırkının üstünlüğüne inanmak, nasyonal sosyalist kitlelerin, kendilerini bu ırkın simgesi olarak sunulan führer ile özdeştirmelerine varır. Böylece, bir yandan yığın içindeki önemsiz kimselerin führer oldukları düşüne kaptıracak kadar körleşmelerine; öte yandan führere bağlanarak tutsaklıklarını seve seve benimsemelerine yol açar. Irkçı öğretide ırkların karışması kavramının toplumun egemen sınıfıyla ezilen sınıfların karışmaması kavramını gizleyişinde, sınıflı toplumda cinsel baskının oynadığı önemli rolü görürüz.

Cinsel baskı sonucunda biriken enerjileri böylece yücelten ya da saptıran nasyonal sosyalizmin ırk kuramının çekirdeği, ataerkil ailenin cinsel baskı ile bilinçaltına soktuğu «doğal cinsel yaşam ile orgazm işlevi karşısında duyulan öldürücü korkudur». Böylece Reich Alman faşizminin tutunduğu ana menteşenin ırk kuramı olduğunu ortaya koymuş olduğunu düşünür.

Reich 'a göre, Naziler'in emperyalizme hizmet eden ırkçılık öğretisi, tüm çelişkileriyle ve saçmalıklarıyla, akıldışı kökenlidir; olguları kendi kanıtlarına göre eğer büker. Böyle özünde irrasyonel olan bir düşünüşü rasyonel kanıtlarla çürütemezsiniz. Onu çürütmek için akıldışı işlevlerini günışığına çıkarmak gerekir. İki akıldışı işlevi vardır: 1. emperyalist özlemlere biyolojik bir kanıt kazandırmak, 2. ulusçu duyarlılığın bilinçdışı duygusal güdülerini dile getirip bazı ruhsal eğilimleri gizlemek.
b. Adorno ve arkadaşları’nın Etnosantrizm ve Yetkeci Kişiliğin Bir Ürünü Olarak Irkçılık Kuramı 

Reich ırkçılığı, kökleri binlerce yıl gerilere dayanan cinsel duyguların bastırılmasıyla ilişkilendirdiği faşizmin, coşkusal veba dediği faşizmin dayanağı olan bir hastalık gibi görürken, faşizmi ve ırkçılığı Reich gibi kişilik yapısı ile açıklamaya çalışan Adorno ve arkadaşları, onu bir hastalık olarak görmezler 213. 

Adorno ve arkadaşları, The Authoritarian Personality (1950) [Yetkeci Kişilik] adlı yapıtlarında, siyasal ve ekonomik güçlerin etnosantrizmin hem kurumsal hem de bireysel psikolojik biçimlerinin gelişmesinde yaşamsal bir rol oynadığını (s. 151'de) kabul ederler. Önyargıların toplumun genel örgütlenmesinin [düzeninin] ürünü olduğunu ve ancak toplumun değişmesiyle değişebileceklerini (s. 975'de) teslim ederler. Ama etnosantrizm dedikleri ırkçı düşünüş ve tutumun yalnız açıklanmasını değil, engellenmesini, önlenebildiği kadar önlenmesini de (s. vıı'de) amaçladıkları için, konunun bu boyutlarını dışarıda bırakıp, kendi grubuna olumlu, öteki gruplara olumsuz önyargılarla bakan etnosantrik kişilik yapısı üzerinde dururlar. Freudcu bir kişilik yapısı kuramına (s. 5'de) dayanarak, etnosantrik (etnik benmerkezci) kişilik yapısının öğelerini açıklamaya girişirler. Vardıkları sonuç (s. 150'de) etnosantrik davranışın, düşüncenin her noktasına işleyen katı bir içgrup (ingroup, benim grubum) dışgrup (cut group, başka gruplar) ayrımına dayandığı, dışgruplara karşı basmakalıplaşmış olumsuz, düşmanca hayaller, içgruba karşı basmakalıplaşmış olumlu boyuneğici tutumlar takındığı, gruplar arası ilişkilerde içgrubun haklı olarak başat konumda olması, dışgrupların ona boyun eğmesi biçiminde sıradüzenci, yetkeci bir görüşü içerdiğidir. Böylece, «yetkeci kişilik» dedikleri bir tipi ortaya çıkarırlar. Bu yeni «antropolojik» tür, eski bağnaz tipten farklı olarak, yüksek düzeyde endüstrileşmiş bir toplumun irrasyonel ve antirasyonel inançlarını biraraya getirebilmektedir. Aynı zamanda hem aydınlanmış hem boş inançlıdır; bireyci olmaktan onur duyar, ama öteki insanlara benzememekten korkar. Öte yandan erke ve yetkeye körükörüne boyuneğme eğilimindedir. 

«Potansiyel faşist» dedikleri, etnosantrik düşünüş ve tutumları olan bu kişilik yapısı; hemen her toplumda görülebilir. Toplumsal durum ve koşullar (s. vıı) ile içinde yaşanılan toplumsal ve siyasal düzen (s. 975) bu potansiyel faşist kişilik yapısının o ya da bu ölçüde su yüzüne çıkmasına yol açabilir. Öte yandan, yetkeci kişilik yapısı ile etnosantrik önyargılar ve benimsenen ideoloji arasında bağlantı vardır. Öyle anlaşılıyor ki, Adorno ve arkadaşlarının yorumuna göre, etnosantrik (ırkçı) düşünüş ve tutumlar, bir yanda kişilik yapısı ve toplumsal ve siyasal düzen ile öte yanda önyargılarla ideolojinin, bazı toplumsal koşulların ve olayların katalizörlüğü ile birleşerek, egemen düşünüş ve tutumlar durumuna gelmesiyle doğmaktadır. 

Etnosantrik (ırkçı) eğilimlerin belli (sıradüzenci) dünya görüşleri ile birlikte görüldüğünü, sağ toplumsal ve siyasal ideolojilerin bir parçası olduğunu söyledikleri halde, (s. 104' te) etnosantrizmin gruplarda ve gruplar arası ilişkilerde varlığını sürdüren bir «ideolojik sistem» olduğunu da söyler1er. Sonuç olarak, antisemitizmi, ırkçılığı da içeren bir kapsamı olan «etnosantrizm» Adorno ve arkadaşları için, kişilik yapısı yetkeci olan potansiyel faşist kişilerde görülen düşünüş ve davranış biçimidir214 

c. Krech ve Crutchfield'ın Psikolojik, Sosyal Psikolojik,Psikanalitik Bir Hastalık Olarak Irkçılık Kuramı 

David Krech ve Richard S. Crutchfield, Sosyal Psikoloji Teori ve Sorunlar adlı yapıtlarında (s. 505 vd'de) Amerika’da ırkçılığa Sosyal psikolojik açıdan yaklaşan bilim çevrelerinin tipik tutumunu yansıtmaktadırlar. Bu yazarlara göre ırkçılık bir önyargıdır. Ancak Adorno ve arkadaşlarından farklı olarak, bu önyargıyı (s. 505'te) bir «hastalık» olarak görmektedirler. Böyle görmeleri onu düzenin normal bir ürünü olarak görmediklerini gösterir. Irkçılığın tarihsel kaynaklarının önemini kabul ederler ve karmaşık bir biçim almış olan bu sorunun zenciler bakımından yalın ve asal bir ekonomik uygulama ile [kölelikle] başladığından kuşku duymazlar. Irkçılığın tarihsel açıklamasında ise Tannebaum'un daha önce ele aldığımız «tarihsel rastlantı» kuramını benimser görünürler. Ancak, kitaplarının konusu gereği, sorunu bir bireysel psikoloji ve Sosyal psikoloji sorunu olarak ele alırlar. Böyle alınca da ırkçılığı, «başıbozukluk ve saldırganlık», «paranoia», «engellenen gereksinimlerin yolaçtığı saldırganlığı destekleyen bir önyargı», «bastırılmış gerilimlerin hizmetine giren önyargı», «belirsiz bunalım durumlarına hazır yorum olarak önyargı», vb. psikolojik, sosyal psikoloji, psikanalitik açılardan incelemeye, yorumlamaya girişirler. 

Irk önyargısının Amerikan halkının heterojenliği gibi çevresel desteklerine de değindikten sonra, ırka bakarak fark, gözetmenin Amerikan toplumunun öteki kesimleri yanı sıra işçi (sendika) hareketinde, silahlı kuvvetlerde de her zaman görüldüğünü anlatıp, (s. 56l'de) bu «hastalığın» tüm sınıflarına yayılmış olarak Amerikan halkının 0'inde bulunduğunu söylerler215 ve yapıtlarının bir bölümünü ırk önyargısının denetlenmesine ayırırlar. 

210 Collette Guilaum'in araştırmasında, ırkçılığın genellikle bireysel bir eğilim olarak görüldüğünü ve psikolojik terimlerle yorumlandığını gösterip, bunun ırkçılığın küçük görülmesi, rastlantısal bir olaymış gibi açıklanması tehlikesini içinde taşıdığı yolunda uyarıda bulunuluyor. (James D. Hallovan. «Mass Media and Race: A Research Approach», Race as News, s. 10'da). 

211 Reich, Faşizmin Kitle Ruhu Anlayışı, özellikle s. 7-28'deki “Üçüncü Basıma Önsüz” ve s. 112-137'de III. Bölüm: Irk Kuramı. 

212 Roger Daudonn, “Wilhelm Reich'ın Çevresinde Faşizmin Gidip Gelmeleri ve Faşizmin Kitle Ruhu Anlayışı”, Maria A. Macciocchi, Faşizmin Analizi, çev. Cemal Süreyya, İstanbul, 1977, Payel Yayınları içinde, s. 286. 

213 Adorno ve arkadaşlari, The Authoritarian Personality, s. 7. 

214 Adorno ve arkadaşları. The Authoritarian Personality, özellikle Daniel J. Levinson tarafında yazılan IV. ve V. bölümler. 

215 Krech ve Crutchfield, Sosyal Psikoloji Teori ve Sorunlar, özellikle XII. ve XIII, bölümler. Bu yapıtta, s. 54'de 1931 yılında Guilford'un yedi Amerikan üniversitesinde yaptığı ırksal tercih hiyerarşisi sonuçları verilmektedir. En beğenilenden en beğenilmeyene doğru 15 etnik -grup söyle - sıralanmıştır: 1. İngilizler, 2. Almanlar, 3. Fransızlar, 4. İsviçreliler, 5. İspanyollar, 6. İtalyanlar, 7. Ruslar, 8. Yahudiler, 9. Yunanlılar, 10. Japonlar, 1l. Meksikalılar, 12. Hintliler, 13. Zenciler, 14. Çinliler, 15. Türkler. 

Kaynak: Alâeddin Şenel (1984): Irk ve Irkçılık Düşüncesi, Bilim ve Sanat: Ankara, s. 136-142